edebî Podcastin 3. Bölüm Konuğu Yusuf Temizcan

edebî
edebî
Published in
8 min readAug 11, 2020

Blog yazarı Evren Soyuçok tarafından hazırlanan, Türkçe edebiyat podcastleri arasında içeriği ve formatıyla ilk olma özelliği taşıyan edebî podcastin 3. bölümü yayımlandı. Yazar ve Editör Yusuf Temizcan‘ın konuk olduğu podcastte Semih Gümüş, Arif Ay ve İnci Aral’ın edebiyata dair görüşleri ele alınırken, Buket Uzuner‘in edebiyatla ilgili bir sorusuna cevap aranıyor.

Temizcan, edebî podcast boyunca kendisine aktarılan edebiyatçıların görüşleriyle ilgili şu değerlendirmelerde bulundu:

Semih Gümüş: Eleştirinin gelişmesi bence asıl olarak romanın ortaya çıkışı ve yükselişiyle birlikte oldu. Dünyada editörlük kurumunun bir kurum olarak ortaya çıkışı da romanın ortaya çıkışıyla oldu. Roman, öncelikle hacmi nedeniyle, çok katmanlı oluşu ve içinde içeriğe ve biçime ilişkin çözülmesi gereken pek çok sorunları olması nedeniyle editörlük kurumunun önünü açtı.

(Yaşayan Edebiyat 2, s.59)

Yusuf Temizcan: Semih Bey’in bu görüşüne katılıyorum. Malumunuz, roman 17. yüzyılın sonlarına doğru özellikle Batı dünyasındaki gelişmelere karşı ortaya çıkmıştı ve Batı dünyasının kendi içindeki, özellikle Hristiyan geleneğini, itiraf kültürünü çokça içinde taşıyan bir tür. Tabii roman, hikâye, şiir, deneme, biyografi, edebiyatın bütün türleri aslında insanın endişelerini ve insanın bir anlamda da varoluş sancılarını anlatır, anlamaya çalışır. Roman bunu tabii çok daha kapsamlı ve hacimli yapma sanatı. Özellikle Rus edebiyatında kendisini iyice bulan ve yükselen dünyayı da kabul ettiren roman türü, bugün insanlığı ve olup biten her şeyi doğayı, tabiatı, varoluşu, geleceği her şeyi anlama çabamıza yardımcı olacak bir araç.

Semih Bey’in de burada ifade ettiği görüş, özellikle editörlük kurumunun romanla beraber ortaya çıkmış olması şu anlamda isabetli: Bizim bugün, günümüzde de editörlük kurumu daha çok bir metin üzerinde derinlemesine çalışmayı kapsamakla beraber aslında bazı kültürel ayrılıkları da içeriyor. Mesela Batı’da bugün editörlük, bir kitabın yolculuğunun bütün aşamalarına eşlik etmek anlamını taşır. Kitap daha ortaya çıkmadan özellikle romandan bahsediyorsak, o tür daha ortaya çıkmadan, hatta yazarın fikriyatında bile yokken bir kişi tarafından düşünüp tasarlanıp planlanıp yazara yazdırılması, sonrasındaki bütün sürecin planlanması, okuyucunun rafına gelinceye kadarki süreçtir. Bunun içerisinde tasarım, dağıtım, planlama, oradaki kurgu karakterler, bütün detayları vardır. Editör yapar bu işi fakat özellikle bizim ülkemizde editörlük daha çok şöyle işliyor:

Diyelim ki bir yazarımız bir roman kaleme almıştır. O roman bir yayınevine gelir ve yayınevi çeşitli kriterleri gözeterek romanı reddeder ya da kabul eder. Kabul ettikten sonra ona bir editör tayin eder fakat çoğunlukla eser zaten yazılmış bitmiş, üzerinde ekstra bir çaba, planlama, düzeltme ihtiyacı görülmeyebilir. Editör de genel anlamda o kitabın sadece düzeltmelerini yapar. Oradaki musahhihlik, düzeltme işi editörlük zannedilir. Editörler kendilerini editör olarak görürler ama editörlük yapmazlar aslında. O yüzden bir eleştirinin gelişmesi de maalesef bizim ülkemizde olmuyor, çünkü editörlük kurumu yok, bir kurum olarak ortada değil. O kitabın bütün sürecine eşlik edecek editöryal bir çaba ve onun bilgisi, niteliği maalesef büyük ölçüde yok. Var ama bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda. Bunlar da büyük yayınevleri işletebiliyor. Fakat Türkiye’de üç bine yakın yayınevi var. Her yıl TÜİK’in açıkladığı rakamlar var. Altmış bin altmış ben bin civarında ayrı başlıkta kitap yayımlanıyor, bunların her birinde aynı editöryal sürecin işlediğini söylemek çok zor.

Arif Ay: Dergiler bugün öğretisel bir duruş içinde değil. Toplumun sorunları, insanlığın sorunları dergilerde pek yer bulmuyor. Şiirlere, hikâyelere, denemelere yansımıyor. Bu yüzden de dergilerde bir ruh, bir heyecan yok maalesef. Dergi yöneticileri yayımlanacak ürünleri sıkı bir denetimden geçirmiyor. Çok kötü ürünler yayımlanıyor. Bu kötü ürünler arasında iyi ürünler de güme gidiyor.

(Yaşayan Edebiyat 2, S. 10)

Yusuf Temizcan: Arif Bey’in bu görüşüne bir anlamda katılıyorum ama büyük oranda da katılmıyorum. Çünkü dergileri bu tip genellemelerin içerisine hapsetmek, hepsini aynı kefeye koyup aynı cümlelerle yaftalamak bana biraz zor geliyor. Çünkü Türkiye’de özellikle edebiyat sahasında konuşacak olursak çok fazla dergi var. Bugün fanzin dergiler var, genç arkadaşlarımızın çabalarıyla ortaya konulan; daha profesyonel edebiyat dergileri var. 30 yıllık 40 yıllık, 50 yıllık edebiyat dergilerimiz var, her ne kadar sayıları çok az olsa da. Bunların hepsini aynı kıvamda değerlendirmek güç çünkü bazılarında hakikaten Arif Bey’in söylediğinin tam tersi toplumun sorunlarına değinen denemeler, şiirler, hikâyeler yayımlanıyor. Acıdan, yoksulluktan, siyasi sorunlardan, insanın duyduğu derin acılardan bahsediliyor. Bunlar hep denemenin, öykünün konuları olabiliyor edebiyat dergilerinde.

Bir yönüyle katılıyorum dediğim de şu: Bugün post truth çağında isyan, hakikat sonrası bir çağ bu. Postmodernizmin de daha ilerisindeyiz. Bu çağda insanın sadece kendi meselelerine hapsolduğu, dış dünyanın sorunlarıyla çok fazla ilgilenmediği, aşırı bireyselleşmiş bir dünyanın içindeyiz, bu da bir gerçek. Hal böyle olunca elbette bu, edebiyata yansıyacak. Elbette ürünler çoğunlukla sadece kendi içsel sancılarımızdan bahsedecek, bu kaçınılmaz. Ama yine de tam anlamıyla bir genelleme yapmanın güç olduğunu düşünüyorum. Mesela Varlık dergisinden bahsedelim, 50- 60 yıllık bir dergi. Dergah dergisinden, Muhit’ten bahsedelim. Bu dergiler gayet insanın sorununa değiniyor, özellikle de yoksulluk temasının bu dergilerde çok sık bir şekilde işlendiğini görüyoruz. Bir de şöyle bir boyutu var bu işin: Bugün dergicilik maalesef belki de tarihinin en büyük sorunlarıyla yüzleşiyor. Sorunların önemli bir kısmı, ekonomik sorunlar. İnsanlar çok fazla dergi almıyorlar, çok fazla dergi okunmuyor. Reklam alamıyor dergiler ve maliyetleri her gün artıyor. Kâğıt maliyetleri artıyor, dağıtım problemleri ortaya çıkıyor. Zaten dergiler doğru düzgün telif ücreti ödeyemiyorlar yazarlarına. Hasılı bu sorunlarla boğuşurken, diğer taraftan bu sorunların önüne geçirip edebî endişeler taşımasını beklemek de biraz onlara haksızlık olabilir. O edebî endişelerin yanında belki ondan çok daha fazla önemseyecekleri sorunları var. Bunları da konuşmak lazım. Özellikle edebiyatın canlılığının, fikrin canlılığının kendisine yer bulduğu tek mecra olan dergiler ayakta kalmak zorunda. Hepimizin bu konuda üzerimize bazı vazifeler düşüyor, dergileri sahiplenmemiz lazım. Devlet kurumlarımızın üzerine vazifeler düşüyor, dergileri sahiplenmeleri lazım. Büyük şirketler, hayırseverler, dergilerin ekonomik yönde güç kaybetmeden yolunda ilerleyebilmesi için destek çıkmak zorundalar. Bunları konuşmamız lazım fakat ne yazık ki çok sıra gelmiyor edebiyat dergilerini konuşmaya.

Hazır edebiyat dergilerinden bahsetmişken daha dün çok acı bir haber aldık. Dergicilik dünyasının duayen isimlerinden biri, edebiyat öğretmeni, yüzlerce derginin belki çıkmasına vesile olan değerli büyüğümüz Asım Gültekin‘i kaybettik. Çok genç yaşta, 45 yaşında vefat etti. O yıllarca, bu bahsettiğim meselelerin savunuculuğunu yapmıştı, gittiği her yerde konuştu. Türkiye’de ilk defa dergi fuarı yapmıştı kendisi. Asım ağabeyi çok genç yaşta kaybettik, Allah rahmet eylesin. Bu meselelerin acilen masaya yatırılması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle içinden geçtiğimiz bu salgın sürecinde tüm dünyada olduğu gibi Türkiye de çok acı bir şekilde bunun sonuçlarıyla yüz yüze geliyor ve dergicilik ölmek üzere. Dergiler kapanıyor. Sadece büyük holdingler altında yayın yapan ve büyük desteklerle ilerleyen dergiler dışında bir derginin kendi yolunda kendi ayakları üzerinde ilerleyebilmesi, kendi ekonomisini döndürebilmesi çok zor, eğer dergiler olmazsa edebiyatın canlılığını görebileceğimiz ve yeni edebiyatçıların yetişmesine olanak sağlayacak mecraların bulunması çok zor olacak. Bu konuda adım atmak artık bir seçenek değil hepimiz için bir zorunluluk.

İnci Aral: Roman adları, okuru koşullandırma gibi bir işleve sahip olamaz. Renklerden oluşan kitap adlarının böyle bir etki yapması ise büsbütün imkânsızdır. Aslında roman isimleri birer yakıştırmadır. İyi bir roman ise adından çok daha fazlasıdır.

(Yaşayan Edebiyat 1, s.119)

Yusuf Temizcan: Ben de İnci Hanım’a katılıyorum. Kesinlikle iyi roman, nitelikli roman isminden çok daha fazlasıdır. Burada şunu da gözetmemiz lazım: Eğer edebiyat dünyasına yeni girmiş bir yazarsanız, kendinizi edebiyat dergilerinde yeni yeni gösteriyorsanız ve ilk defa yeni bir kitap çıkarmışsanız isim birinci derecede önemlidir. Aynı zamanda kapak tasarımınız, seçtiğiniz yayınevi, kitabınızın pazarlanma süreçleri, okuyucuya ulaşma yolu çok önemli ve çok kritiktir.

Türkiye’de her yıl altmış bin, altmış beş bin ayrı başlıkta kitap yayımlanıyor. Bunlar TÜİK’in rakamları. Bu şu demek: Her gün 160- 170 tane yeni kitap çıkıyor piyasaya. Bunların bir kısmı ders kitabı, sınavlara hazırlık kitabı, çocuk kitabı olabilir. Ama en azından yüzde 40- 45 bandında yetişkin edebiyat kitapları var. Bu kadar çok kitabın arasından ilk defa kitabını yayımlamış bir yazar nasıl okuyucuya ulaşacak? Bu çok önemli bir soru. Burada kitap adları, o kitabın pazarlanma sürecinde çok kritik bir yere sahip olabiliyor. Fakat siz çok bilinmiş hatta klasikleşmiş bir yazarsanız artık sizin kitaplarınızın isimlerinin pek bir önemi kalmıyor. Siz bir Oğuz Atay’sanız, kitabınızın ismine Tutunamayanlar demişseniz ya da A’dan B’ye Yol Gider demişseniz çok bir şey fark etmeyecektir çünkü sizin isminizin adı altında çıkan her kitabınız okuyucu tarafından sahiplenilecektir. Ama siz diyelim ki daha adı sanı bilinmemiş bir yazarsanız belki kitabınızın adına Büyük Yazarların Gizli Hayatları gibi bir başlık koymak zorunda kalacaksınız çünkü o kitabın okuyucu tarafından benimsenmesi, sahiplenmesi hususunda o isim ilk adım oluyor. O ilk adımın da atılması önemli oluyor.

Burada İnci Hanım’ın bahsetmiş olduğu okuru koşullandırma meselesi de ayrıca önemli. Okur koşullanır mı yoksa okur tamamıyla özgür iradesiyle mi hareket eder, bugünün şartlarında bu sorunun cevabı biraz zor. Hepimiz reklamların içerisindeyiz, hepimiz kitap seçerken aslında biraz arkadaşlarımızın tavsiyesi, biraz bir yerlerde denk gelmemiz daha önce o yazarın bir kitabını okumuş olmamız bunlar seçimlerimizi etkiliyor. Veya internette okuduğumuz bir yorum ya da karşılaştığımız bir reklam, metroda gezerken gördüğünüz bir ilan etkili olabiliyor. Buradaki koşullanma sadece kitabın adıyla olmuyor, oradaki renkle, pazarlama stratejileriyle oluyor. Bu, roman için elbette önemli, geçerli ama bütün kitap dünyası için de geçerli. Burada “nitelikli olan eserin her zaman için kendisine iyi bir okuyucu bulabileceği” naif düşüncesini çok taşımıyorum, bunun için size yüzlerce örnek verebilirim.

Çok iyi eserler, hakikaten edebî anlamda çok kıymetli, çok nitelikli eserler maalesef tozlu rafların arasında yok olmuş gitmiştir. Tekrar baskıları yapılmamıştır. Sadece bir baskı görebilmiştir. Bazı kitaplar yayımlanamamıştır bile. Ahmet Hamdi Tanpınar, bugün Türkiye’de en çok okunan yazarlardan biridir, en çok okunan kitaplarından biri de Huzur; yayımlandıktan sonra -zaten yayımlanma aşaması da çok kolay olmamıştır- belki 10 yıl boyunca sahaflarda gezdi, ikinci baskısını yapamadı, rafların arasında kaldı. Kimsenin dikkatini çekmedi, tartışılmadı, konuşulmadı. Fakat daha sonra bir anda bir ivme yakaladı ve hızla Türkiye’nin bugün artık okumazsanız neredeyse sizi iyi bir okurdan saymayacakları bir noktaya geldi. Ve her yıl defalarca baskı yapıyor. Sabahattin Ali’nin kitapları yıllarca Türkiye’de görülmedi, okunmadı fakat vefatından yıllar sonra yayıncısı Yapı Kredi Yayınları’nın özel bir hamlesi ve gayretiyle Türkiye’nin en çok okunan kitaplar listesine girdi. Kürk Mantolu Madonna‘sı, İçimizdeki Şeytan‘ı, Kuyucaklı Yusuf‘u… Hâlâ bugün Türkiye’de en çok satan yazarlar arasındadır Sabahattin Ali. Fakat yaşarken hiç bu şöhreti göremedi kendisi. Yüzlerce örnek var böyle. Hani o “Nitelikli eser her zaman okuru bulur” naif düşüncesine ben çok katılmıyorum. Çoğu sefer orada iyi pazarlama veya belki de biraz şans, onun etkisi oluyor.

edebî podcastin ikinci yarısında Evren Soyuçok, Yusuf Temizcan’a Melih Cevdet Anday, Buket Uzuner ve Hüseyin Su’dan hangisinin sorusunu cevaplamak istediğini sordu. Buket Uzuner’i seçen Temizcan’a, Yaşayan Edebiyat’ta Hatice Bildirici’nin kendisiyle yaptığı söyleşide Uzuner’in dile getirdiği sorusu yöneltildi:

Buket Uzuner: Felsefeye merak sarmamış, okumamış, deneme sanatının akıl ve sözcük oyunlarıyla tanışmamış bir yazar, elindeki bilgilerden haber yazan bir gazeteciden çok farklı mıdır?

(Yaşayan Edebiyat 2, s.50)

Yusuf Temizcan: Bu soruya iki bakımdan yanıt vermeye çalışayım. Birincisi elbette farklı değildir. Ben de aslında Buket Hanım’ın oradaki vurgulasına bir anlamda katılıyorum. Elbette bir yazar, sadece haber yazan bir gazeteciden ayrılmak için biraz felsefe bilmeli, bol bol okumalı, deneme sanatının akıl ve sözcük oyunlarıyla bir şekilde tanışmalı. Buna önemli ölçüde katılıyorum. Fakat şunu da atlamayalım: Bizim kültürümüzde irfan denilen bir şey vardır. İrfan, özellikle bol okumayla, bol gözlemle, bugün çok önemsediğimiz süslü cümlelerle, felsefeyle özel ilgilenmeyle, dünyayı gezmeyle bunlardan hiçbiriyle ilişkili değildir. İrfan, bir insanın kalben çok temiz yaşaması, çok temiz duygular taşımasıdır ve o duygularla da çok iyi yazar olabilir.

Mesela Yunus Emre gibi büyük bir şairin, yazarın öyle çok fazla kitap okuduğunu, felsefeye merak saldığını zannetmiyorum ama bugün Türkiye’nin ortak mutabakatlarından biri. Yunus Emre tartışmasız çok sevdiğimiz, şiirlerinin tekrarladığımız, siyaset kürsülerinde de halk kahvehanelerinde de her yerde konuşulan, tekrarlanan bir yazar ve şair. Aynı şekilde bizim irfan geleneğimizde diyelim ki okuma yazmayı bile doğru düzgün bilmeyen ama oturduğunuzda size enfes hikâyeler anlatan ve “Ya bunu oturup kâğıda döksek harika edebî eserler çıkar diyebileceğimiz zatlar, eserler vardır. Bugün öyle insanlar tanıyorum ki hiçbir şekilde felsefeye merak salmamıştır, yüzlerce kitap da okumamıştır ama çok iyi denemeci, çok iyi hikâyecidir. Öyle hikâyeler yazar ki insanın aşk ve yoksulluk arasındaki o gidiş gelişi ve yaşadığı bütün sancılar öyle güzel anlatır ki size, belki onu Tanpınar’la, Oğuz Atay’la, Sait Faik Abasıyanık’la kıyaslarsın. Orada ince bir nokta var. Ne oraya şartlandırmak lazım “İyi bir yazar olmak için bunları mutlaka bilmek lazım, yoksa bir gazeteciden farkımız olmaz” dememek lazım. Ama bugün genç arkadaşlarımız eğer edebiyat yolunda ilerlemek istiyorlarsa, edebî iyi ürünler vermek istiyorlarsa elbette kendilerine ılık bir ikindi vakti arkada çalan güzel bir fon müzik eşliğinde ilham gelmesini beklememeliler. Elbette biraz felsefe bilmeliler, elbette iyi okur olmalılar, elbette olup biten her şeye ilgi duymalılar.

İki haftada bir yayımlanan edebî podcastin 3. bölümünü aşağıdan dinleyebilirsiniz:

--

--