edebî Podcastin 4. Bölüm Konuğu Serap Aslı Araklı

edebî
edebî
Published in
5 min readAug 12, 2020

Blog yazarı Evren Soyuçok tarafından hazırlanan edebî podcastin 4. bölümünün konuğu Şair Serap Aslı Araklı. Bu bölümde Adnan Özer, Melih Cevdet Anday ve Semih Gümüş’ün edebiyata dair görüşleri masaya yatırılırken Abdülkadir Budak’ın edebiyatla ilgili bir sorusuna cevap aranıyor.

Araklı, edebî podcast boyunca kendisine aktarılan edebiyatçıların görüşleriyle ilgili şu değerlendirmelerde bulundu:

Adnan Özer: Şiirde sözcükler ilkel olarak kullanılır, edebî olarak değil. Şiir metnidir edebî olan. Yazın türleri içinde sadece şiirin ana dille yapılıp yazılıyor olması ne demektir bunu düşünmeli.

(Yaşayan Edebiyat 2, s.89)

Serap Aslı Araklı: Şiirin dili diğer bütün türlerin dilinden farklı bence. Hamuru sözcükler ama ortaya çıkan ürün ve tat çok farklı. Aslında tuğlalarla bir bina oluşturmaya benziyor. Nasıl ki coğrafyaya göre ev yapıyoruz, ev yapı malzemesi seçiyorsak ürünleri seçerken de sözcükleri bu dizinde, özellikte seçiyoruz. Şiiri o yüzden diğer türlerin içinde de farklı bir yere koyuyorum. Bu dile çevrilmeme, dille oluştururken başka bir dilde nasıl anlam ifade eder kavramına gelince onda da şöyle düşünüyorum: İlkel olması, ana dilde konuşulması kelimelerin. Düşündüğümde mesela Hilmi Yavuz aklıma geliyor. Hilmi Yavuz arkaik yapıyı en çok kullanan isimlerden biri; Bâki’nin, Nedîm’in, Nâ’ilî’nin, Nâbî’nin sesini duyuyoruz onun şiirlerinde. Ama o biçimi o kadar güzel kurgulayıp günümüze getiriyor ki şiiri okurken eskiyle yeni, o arkaiklik birden canlanıveriyor. Şimdi bu şiirleri alıp başka bir dile çevirdiğinizde kasideyi gazeli aynı biçim yapısını oluşturabilmek mümkün değil. Doğal olarak ana dilde yapılıp yazılıyor olması bu anlamda önemli. Ben bunu şuna benzetiyorum: Sözcüklerin dizimi önemli diyoruz. İoanna Kuçuradi’nin dil çevirisiyle ilgili söylediği bir şey var: Ona göre sesten oluşuyor, sözcüklerden oluşuyor şiir. Ve şair bu sentaksı oluşturduğunda ana dilinde, bunu alıp başka bir dilde oluşturmak istediğimizde tamamen başka bir şey ortaya çıkıyor. O yüzden çeviri, ana dil sorunsalı ortaya çıkıyor. Bu nedenle şiir çevirmek zor hatta yapılamaz bir iş.

Melih Cevdet Anday: …şiirin kültür olabilmesi için eğitsel olması gerekir. Daha açayım; şiirin, mimarlık gibi bir yapı niteliğinde olduğu bilinmezse, ona saygı beslenmez. Her ozan şiirin, nereden gedliği belli olmayan bir esinin ürünü olmadığını bıkmadan anlatmaya çalışmalıdır. Belki öyledir, ama bu bir giz gibi saklanmalıdır. Ortada bilim adamlarının inceleyebileceği ve belli yapılara varacağı bir ürün kalmalıdır.

(Dakika Atlamadan, Everest Yayınları, s.154 [Alıntı: Cumhuriyet, 11 Kasım 1978])

Serap Aslı Araklı: Benim iki taraflı baktığım bir şey bu. Hep şey derler: Şiir ve edebiyatla uğraşanların sayısal kısmı nerede, bilim insanı mıdır, bilimle alakalı mıdır? Bence şiirin çok ciddi bir dinamiği var. Sadece şiirin değil bütün kurumsal metinlerin ciddi bir dinamiği var ve örüntüden oluşuyor. Bir bilim adamı zerafetiyle dokunmak lazım. Hep Oğuz Atay’ı hatırlıyorum böyle deyince de gerçi ama. Şair sözcükleri rendeler. Epik, lirik, pastoral postmodern her şeye, neyse neye dönüştürecekse bunlarda bir düzen oluşturacak. O yüzden de bu dizilimi doğru kurgulaması, eğitsel olması gerekiyor. Valery, şöyle demiş: “İlk dize Tanrı’dandır”. Evet başlangıç dizemiz ondan ama sonrası sende. Sonrası senin kendini ne kadar şiirine hazırladığın, ne kadar kendinde bir şeyler biriktirdiğinle alakalı. Ben bunu biraz da inşaat ustasının harç hazırlamasına benzetiyorum çünkü elinde bir ürün var. Neyi neye karacağını iyi bilmen lazım. Oluşturacağın şeyler rastgele kullanıldığında bir anlam ifade etmiyor, onların sıralamasına uyman lazım. Ve en sonunda bittiğinde de oluşacak ürünün estetik olması lazım. Bu anlamda da şiirin matematiğiyle ilgili Behçet Necatigil’in söyledikleri geliyor aklıma. Sonrasın Fuzuli’nin Poetikası geliyor. “İlimsiz şiir, temelsiz duvara benzer” diyor çünkü. Sonrasında İlhan Berk geliyor, müthiş bir şiir disiplini, kurgusal yeteneği olan isim. O da “Her sabah müezzinden önce kalkar şair” der. Bir keşiş gibi dağları dolaşır, döner dolaşır ilhamını alır sonrasında şiire sarılır ve bunu müthiş bir disiplinle yapar. Bütün bunların yanı sıra şiir gizemini de korumalı. Koruduğu sürece var olur çünkü. Şiir tahlillerinde hep şunu sorarız: “Şair burada ne anlatmak istiyor?”. Peki ya şair bir şey anlatmak istemiyorsa, belki de şair şiirini yazıp oraya bir köşeye incelenmesi için bırakmak istiyordur sadece. İşte o gizem kaldığı sürece biz o şiirleri okuyacağız.

Semih Gümüş: Şiir, yaratıcı yazının son kertesi, ötesi yok ve orada, anlatılacakları soyutlamanın bir yaratıcı düşünce edimi olduğunu öğretir. Roman okuyarak öğrenemezsiniz bunu.

(Okumak ve Yazmak, Notos Kitap, s.151)

Serap Aslı Araklı: Roman, şiir, Hikâye benim çocukluğumdan beri boğuştuğum türler aslında. Tanpınar’ın söz geliyor aklıma. Tanpınar, “Şiirde sustuğum şeyleri hikâye ve romanlarımda anlatırım.” diyor. O söz benim için çok mühim çünkü hikâye ve romanla ilgili söylenecek çok söz var. Evet, birçok hatta romanda ben şiir buluyorum. Orhan Pamuk’un Kar romanı okurum, okuduktan sonra şiir yazarım. Ya da Sait Faik’in bir öyküsünü okurum, okuduktan sonra şiir yazarım. Çünkü sanki bütün o katmanların arasında şiir varmış gibi gelir bana. Romanın sayfalarını soyduğunda içinden şiir çıkıyormuş gibi geliyor. Her şeyin özünün şiir olduğunu düşünüyorum. Kendimi hangi türle boğuşurken bulsam da dönüp dolaşıp şiire geliyor her şey. Çünkü her şey şiirden doğuyor. Zaman kısa, insan yorgun, sözcükler anlamlı ve doğru dizimle beni yakalamalı. Az sözle çok şey anlatmak gerekiyor. İşte bu yüzden diğer bütün türlerin kutbunda başka bir yerde, başka bir doğaya sahip.

edebî podcastin ikinci yarısında Evren Soyuçok, Serap Aslı Araklı’ya Abdülkadir Budak,i Arif Ay ve Semih Gümüş’ten hangisinin sorusunu cevaplamak istediğini sordu. Abdülkadir Budak’ı seçen Araklı’ya, Yaşayan Edebiyat’ta kendisiyle yapılan söyleşide Budak’ın dile getirdiği sorusu yöneltildi:

Abdülkadir Budak: Şiir huzursuzluktan çıkar. Çağından hoşnut olan niye şiir yazsın ki?

(Yaşayan Edebiyat 1, S. 239)

Serap Aslı Araklı: Şiir yazmak aslında beynin ve duyguların savaşından sağ kalanları kâğıda dökmek gibi bir şey. Bu çatışmada ne kadar çok renk mücadele ederse şair o kadar üretken oluyor. Şiir yazmak için çıplak elle ateşe dokunmak gerekiyor bazen, acıyı kovalamak gerekiyor. Tedirginlik, huzursuzluk, mutsuzluk insanın içinde kaosu körüklerken şiirselliğin hammaddesini de oluşturuyor.

Fikret Demirağ, Nasıl Yazıyorlar isimli kitapta sanıyorum, “benim şiirim, yarası açık bir şiirdir” diye anlatır şiirini. Gerçekten de öyle, bizler de öyleyiz. Her gün yaşadığımız gündelik hayattaki olaylardan şiir çıkartıyoruz. Öylesine garip bir durum ki bir yandan yaramızı kanatıyoruz, bir yandan pansuman ediyoruz, bir yandan enfeksiyon kapmasın derken kapatıveriyoruz. Bu, dönemler boyunca da böyle gitmiş. Bakıyorsunuz Fuzuli, Şikayetname isimli eserinde “Selam verdim, değildir diye almadılar” diyor. Ya da Şeyhi Harnâme’sinde toplumu eleştiriyor. Mehmet Âkif Ersoy’a bakıyorsunuz, Küfe isimli şiirinde, toplumun kanayan yaralarından biri, çocuk işçilerden evini geçindirmek zorunda olan bir çocuktan bahseder. Ya da Nazım Hikmet, şiirlerinde memleket özlemini anlatıyor. Bütün bunların yanında, yaşarken kaleminden dökülenlerin kitaplaştırılmasına izin vermeyen Yahya Kemal örneği var. Eğer yazdıklarından tamamen hoşnut olsaydı, o şiirleri kaleme aldığında tamamlanmamış, olgunlaşmamış saymazdı. Sonrasında gelen öğrencisi Tanpınar’ın oluşturduğu, hem toplumsal içerikli hem bireysel dünyaya yöneldiği eserler, bütün bunlara baktığımızda günümüzde de aynı çatışmayı şairlerin yazarların kaleme aldığımızı görüyoruz. Yıllar farklı ama şairin yaşadığı ikilemler, fırtınalar hiç eksik olmuyor gemisinden. Çünkü Çünkü şiir yelkenlisini sürükleyen bu rüzgarın kaynağı hoşnut olmama durumudur.

İki haftada bir yayımlanan edebî podcastin 4. bölümünü aşağıdan dinleyebilirsiniz:

--

--