Ödül Eda Çakıcıoğlu
edebiyatdukkani
Published in
4 min readAug 22, 2020

--

LİZBON’A GECE TRENİ, PASCAL MERCIER ve LİZBON

Lizbon’a Gece Treni, kitap adı açısından olabilecek en çekici isimlerden bence. Bence diyorum, çünkü İspanya ve Portekiz’in ayrı bir çekiciliği olagelmiştir her daim benim için. Gidip gördükten sonra da hayal kırıklığına uğramak şöyle dursun, çekicilik aşka dönüştü.

Şehirde attığınız her adım, okuduğunuz romanların kahramanıymışsınız hissini veriyor.

İlk olarak şunu söylemek isterim; bloğumda genellikle çok sevdiğim/beğendiğim kitapları paylaşıyorum. Lizbon’a Gece Treni en çok okunan kitaplardan olmasına karşın beni çok da sürüklemedi diyebilirim. Çok iyi başlayan olaylar silsilesinin ardından, çoğumuzun yapmaya cesaret edemediği şeyi yapmayı başaran baş karakterin peşi sıra ben de sürüklendim bir yere kadar. O bir yerden sonrasında ise benim için sıkıntı başladı. Kendini tekrar eder, gereksiz uzar, gereksiz detaylara girer hale geldi. Bitmeyecekmiş hissi yaratan tasvirler, betimlemeler… Tabi ki tekrar altını çizeyim, bu benim yorumum.

Bununla birlikte Portekiz yazarların kaleminden akıp giden o sımsıcak Portekiz havasını da alamadım. Tanıdık yerler, adresler olmasına karşın hem de. Hele ki Tabucchi ve/veya Saramago okumuşsanız, nerede o sıcaklık, diye arayışınız hiç bitmiyor. Bende öyle oldu en azından.Tabucchi okurken özellikle, gitmeden kafamda bir Lizbon canlanmıştı. Gittikten sonrasındaysa o sokakları yazarlarımızın yarattığı roman kahramanlarının ruhuna bürünerek gezmek ayrı zevkliydi. Çok da uzatmadan, olumsuz eleştirilerim bu kadar yeterli deyip başlayayım kitabı yazmama vesile pozitif taraflarına.

Tabi kitaba başlamadan önce biraz Lizbon’dan deniz havası iyi gelir :)

Kısaca değinmek gerekirse, İsviçre Bern’de, bir lisede eski diller hocası olan kahramanımız, bir gün köprü üzerinde duran, sonradan Portekizli olduğunu anladığımız gizemli bir kadına rastlıyor. Üstüne bir de bir kitapçıda gördüğü, bir Portekizli’nin yazdığı kitaptan da çok etkileniyor ve hayatı başka bir hal alıyor, yaşamının ortalarına gelmişken ezberini bozmaya karar veriyor ve bir gün dersi bırakıp trenle Lizbon’a doğru yola koyuluyor. Hoş, bunca zaman yaşadığı hayattan çok da şikayetçi olmayan kahramanımız, birden nasıl bu derece serüvene atılmaya tutkun hale geliyor, çok da anlayabilmiş değilim. Yine de trenin varış noktası benim serüvene dahil olmam için yeterli: Lizbon.

Orada, bir Lizbon var uzakta…

Romanın ilerleyen bölümlerinde, inanılmaz bir dil yeteneği olan lise hocası kahramanımız, daha yolculuk sırasında çat pat öğrendiği Portekizcesini pratik etme şansı yakalıyor ve hatta bir arkadaş da ediniyor. Sonra adaptasyon, yeni çevre, tesadüfler derken olayları hep birlikte kovalamaya başlıyoruz. Zaman zaman, kahramanımız Gregorius’un da geçmişine yolculuk yaptırmayı da ihmal etmiyor yazarımız Pascal Mercier. Bu sayede baş kahramanımızın da içsel yolculuğuna tanıklık etmiş oluyoruz.

Kitabın keyif aldığım noktalarından birisi, Akdeniz insanı sıcaklığı. Kahramanımızı kimse yabancılamadan kucaklıyor, yıllardır kendilerinden biriymiş gibi davranıyor. Gerçekten de sıcakkanlı ve eğlenceliler. Akdeniz’in cazibesi…

Ben çok ama çok sevdim İspanya’yı da Portekiz’i de. İnsanların mütevazı ama renkli hayatları var. Romanda bunu daha fazla görmeyi istesem de yazarın da yazarken zevk aldığı belli. Bazı tasvirler çok iyiydi, insanın gözünde canlanıyor. Ayrıca Mercier, baş kahramanımız Gregorius’un kitabını okuduğu Portekizli’nin, Doktor Prado’nun, aracalığıyla yakın tarihe de değiniyor ve Diktatör Salazar’ı bir yerde mahkum etmeye çalışıyor ama bence çok da yeterli olamıyor bu hesaplaşma. Bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum bunun tabi ki. Toplumsal fotoğraf çekip onun üzerinden olay ağını kurmaktansa, toplumsal olayların bireyde yarattıklarını mercek altına almış. Beklentilerle ilgili.

Kitabı kıymetli kılansa benim için, yıllar birbiri ardına acımasızca ne kadar akmış gitmiş olursa, yaş ne kadar ilerlemiş olursa, kenara atılmış, ertelenmiş, ötelenmiş ne kadar hayal varsa, hiçbirini yapmak için geç değildir. Kitap bu yaşam enerjisini bize vermeyi başarıyor. Biz de kahramanımız gibi belki de farkında olmadığımız, sıkışıp kaldığımız bir rutinin içindeyiz ve hayatımıza ağır gelen bu rutinden kopmak istesek de cesaret edemiyoruz. Roman tam burada, korkma (!), diyor. Dünya senin korktuğun kadar korkunç değil. İyi insanlar, yaşanacak birçok anı, gezilecek görülecek pek çok yer var, diyor.

Temelli olmasa da insanın mutlaka görmek istediği yerlere gitmesi lazım.

Roman, bize bu öğüdünü verirken, felsefik tartışmalarla da insanı, ilişkileri, dini, mücadeleyi tekrar değerlendirmemizi, ve rutinimizi bozacaksak da meselelere bambaşka bir yerden bakıp sorgulayarak işi layığıyla yapalım istiyor sanırım ki bunun için kitap boyunca hep kahramanımızı esir alan kitapta çokça felsefe yapıyor. Bu felsefe tartışmaları zaman zaman kitabın genel akışından koparsa da zaman zaman da frene basıp düşünmeye sevk ediyor.

“Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir.

Kısaca, hayatı hiç bakmadığımız pencerelerden bakarak baştan sorgulamak zaten yeterince ezber bozucuyken, üstüne alışkanlıklarımızı bırakmak, konfor alanımızı terk etmek, rutinlerimizin dışına çıkmak ve bilmediğimiz bir serüvenin kollarına kendimizi atmak müthiş ürkütücü. Bir o kadar da heyecan verici . Eğer niyetiniz varsa ciddi değişimlere, kitabı o gözle okumanızı tavsiye ederim.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere…

--

--