YABANCI, ALBERT CAMUS

Ödül Eda Çakıcıoğlu
edebiyatdukkani
Published in
3 min readFeb 23, 2018

Yabancı. Ne güzel bir kitap adı değil mi? İnsanın toplumsal varlıktan bireysel varlığa geçişini özetleyen, tek sözcükte saklı derin anlam…

Pek çoğumuz Camus’yü okumuştur ki Yabancı en çok çeviri yapılan kitabıdır da Camus’nün ama zihin tazelemek iyidir diyerek kolları sıvayayım.

Kitap 1942 yılında yayımlanmış. Üstelik bu kitapla da Nobel ödülünü genç yaşta alan insanlardan biri olmaya hak kazanmış Albert Camus.

”Bugün, annem öldü. Belki de dün. Bilmiyorum. Huzurevinden bir telgraf geldi. ”Anneniz öldü. Cenazesi yarın kaldırılacak, saygılar” Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dün ölmüştür.” Böyle başlıyor kitap ve okur bir anormallik olduğunu daha başından sezinlemeye başlıyor. Kitabı okurken başta bir şey anlayamadığımı söyleyeyim. İyi de ne yani, ne anlatıyor peki diyerek okudum bir süre. Aslında ipucu en başından veriliyor okura ama yine de derdinin tam olarak ne olduğunu anlamam biraz zaman aldı.

Romanda geçen olaylar zaman atlayarak gerçekleşmiyor, yavaş yavaş ilerliyor. Takibi kolay oluyor o yüzden. Roman kahramanın ağzından, öznel bir anlatım ile Mersault’ün gözlemlerinden aktarılıyor.

Kahramanımız Meursault, adı olmayan bir Yabancı. Kahramanımızın tercihli bir yalnızlığı olduğunu görüyoruz ve bundan da bir şikayeti yok gibi duruyor.

Yabancı romanındaki anti-kahramanımız Meursault’un, bütün kitap boyunca tepkileri daha ziyade tepkisizlikleri yavaş yavaş okuru sinir etmeye başlıyor. Başarılı bir karakter kurgusu içinde Meursault ile birlikte olayları yaşarken biz öfkeden kırmızı kesilirken, kahramanımız tepkisizliğini sürdürüyor.

Meursaul’un tepkisizliği annesinin ölümü ile başlıyor. Annesinin ölümünün ardından ahali oğlundan ufak da olsa duygusal tepkiler görmek için bekliyor ama…

Bu tepkisizlik hali, annesiyle ilgili değil sadece, onu anlıyoruz olaylar ilerledikçe. Sevgilisi ile arasındaki ilişkide, komşusu ile arasındaki ilişkide, Meursaul’un kafa sesinden olaylara, durumlara bakışına yakinen tanık oluyoruz. İstediği gibi davranmaktan ziyade, olması gerektiği gibi davranıyor Meursault. Kendisini ölüme götüren olayları kayıtsız şekilde izliyor, gerekli olduğuna inandığı yerlerde dahil oluyor. Adım adım yaklaşan ölümü, hayatı, dünyaya ve eylemlerine yabancılaşmış ve kayıtsız kalmış bir şekilde izlerken okuyoruz kahramanımızı.

Olaylar ilerliyor ilerliyor ve en sonunda bu kimliğe yabacılaşma durumu, arkadaşının yanına gittiği bir sahilde karşılaşıp kavga ettiği bir Arap’ı öldürmesine değin devam ediyor. Neden öldürdüğü ile ilgili bir açıklaması olmuyor Meursault’un. Kini yoktur, tanışıklığı yoktur, geçmişten gelen bir intikam duygusu yoktur, hiçbir şey yoktur! Meursault Arap’ı sadece öldürmüştür. Üstelik ilkinin üzerine üç el ateş ederek… ”Peki Bay Meursault, bir el ateş ettikten sonra, diğer üçünü neden eklediniz?”. Hava güneşlidir, sıcak bunaltıyordur, ışık gözünü almıştır.

”Bay Meursault’un halka açık bir meydanda boynunun kesilmesine oy birliğiyle karar verilmiştir”

Bu noktadan sonra Meursault’ün soğukkanlılığı insanın sinirini daha da bozuyor, hissiliği bizim daha fazla öfkelenmemize sebep oluyor ama duygulardan sıyrılıp kitaba dışarıdan bakmayı başardığınızda da, karakter yaratımındaki başarı, kahramanın psikolojik yapısının ince ince işlenmiş olması, gerçekten büyük biz tat bırakıyor okurda.

Kitapta heyecanla ve hayretle okuduğunuz olaylar burada bitmiyor, yargılanma sürecinden tutun, rahiple diyaloglarına, ki rahip burada egemen ahlak anlayışını temsil ediyor sanki, idamına değin geçen süreçte, hep bir tepki verecek artık, çözülecek, bu tepkisizliğin nedenini kusacak ve travmatik çocukluk anılarına flashback ile dönecek diye bekleyip dururken, hayır, aynı “olağanlıkla” karakterimiz yoluna devam ediyor ve Camus sonunda okura esas anlatmak istediğini, ideolojik açıdan savunduğu şeyi, varoluşsal bir sorgulama sonunda yabacılaşma kavramını, karakterimiz üzerinden kişilerin yaşadığı dünyaya ve eylemlerine nasıl yabancılaştığını, oldukça basit kurgusuyla, sade, yalın ve sıradan bir olay örgüsü sonunda avuçlarımızın içine bırakıyor. Dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır deniyor Yabancı ile. Kahraman aracılığı ile okuyoruz bunu: “… hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir … İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur”. Kahramanımız tam da bu sebeple, hayattan beziyor. Bu sebeple ölümü kabulleniş de daha rahat oluyor. Hayat yaşamaya değmez çünkü.

Evet, okur da aynı düşüncelere sahip olmak zorunda değil zira ben değilim. Ben yabancılık kavramına varoluşsal bir meseleden ziyade sosyo-ekonomik bir mesele olarak bakıyorum. Yine de kitapta Meursault ile vücut bulan yabancılaşma durumu insanı kitabı okuduğu süre boyunca çarpıyor.

Etkili ve okunmaya, üzerine düşünüp tartışmaya değer bir kitap daha. Bu sebeple, okumayanlara iyi okumalar şimdiden.

--

--