Şairlerin Atası, Koruyucusu Ve İlham Kaynağı: Şeytan

Emre Kundakçı
emrekundakci
Published in
5 min readFeb 17, 2019

Şeytan’ın Saati, her satırında binbir türlü mesajın, metaforun ve felsefenin cirit attığı bir metin olarak; üzerine yüzlerce sayfa yazı yazılsa, her cümlesi ve dahi her kelimesi didik didik incelense yine tam olarak açıklanamayacak birden fazla anlam katmanına sahip bir anlatıdır. Eseri içerik bakımından nitelendirecek olursak şöyle diyebiliriz ki; insana dair şeyleri bir tablo olarak düşünürsek, Şeytan’ın Saati, tablodaki bir figür değil, adeta o tablonun asılı olduğu duvardır. Bu yazıya başlamadan önce niyetim eserin tahlilini yapmaktı ancak bu bir dergi yazısıydı, olamazdı. Ben de sadece ilk paragrafının yarısının bana açtığı yolu takip edeyim, bir yerden çıkarım dedim. Bir yerlerden çıktım mı, ben de çok emin değilim şuanda. Sizden bu yazıyı eser üzerine alınmış birkaç ufak not olarak okumanızı rica ederim.

“No light, but rather darkness visible.

Bu yalımlardan, ışık değil, görünür bir karanlık fışkırır.”

Işık eşyayı görünür kıldığı oranla onu karartan ve ona yönelen bakışları körleştiren bir unsurdur. Yoğun ışık altında cisimler ve durumlar olduklarından farklı görünebilir. Bu yüzdendir ki görülecek materyalin pazarlandığı alanlarda -görsel sanatlar, medya, reklamcılık ve mağazalar…- ışık, algıyı yönlendirme hususunda önemlidir. Mağazadaki yoğun ışıkların altında çok beğenerek aldığınız kıyafetin eve geldiğinizde o kadar da güzel görünmemesi, televizyon ekranında aşık olduğunuz insanı sokakta gördüğünüzde çirkin bulmanız vs. Bütün bunlar ışığın en basit tesiridir. Işık duygularınızı dahi yönlendirebilecek derecede etkilidir. Pessoa’nın bu metni kurarken henüz en başta dikkat çektiği nokta ışığın körleştirmesidir. Anlatısına bizim de kullandığımız epigraf ile başlayan yazar, henüz anlatısına başlamadan önce niyetini sezdirmekte, ışık altında açıkca görülen nesnelerin içinden dış dünyaya yayılan karanlıkla, sanatçı algısı hakkında bir takım ipuçları vermektedir. Yazar bu ilk anahtarı kullanarak metin boyunca okunabilir -okumaya çalıştığım- sanatın/sanatçının kimliğini ve algı yapısını anlatılaştırır.

Şeytanın Saati, kadının kendisini birden bire bir sokak ortasında bulmasıyla başlar. Daha sonra bunun bir flashback olduğunu anlasak da özellikle böyle bir olayın anlatının başında yer alması ve sokağın vurgulanması bir bilinçdışı mertebeye erişmeyi imlemektedir. Anlatının henüz ilk paragrafında temanın iskeleti oluşturulur. Anlatının geneline yayılan ve yazarın vermek istediği yahut hissettiği/hissettirdiği temanın metaforlarının birçoğu bir cümlede sıralanmıştır. Benim koyulaştırdığım yerlere bir bakalım:

“Bir tren hattının son istasyonu olabilecek ya da öyle görünebilecek hiçbir binanın olmadığı, ayın aydınlattığı ıssız sokak vardı. Sokak. Şaşkın, yarı uykulu, ama içten içe uyanık ve endişeli, ….”

Şairin/sanatçının hislerini, duygularını ve şairliğin temel dinamiklerini özetleyen bu cümlede, tren doğrusal hareket eden ve bir noktadan sonra geri dönen bir araç olmasıyla sonsuzluğun ve kendi içinde tekrarın fakat biricikliğin ifadesidir diye düşünüyorum. Gök kubbenin altında söylenmemiş sözün yahut deneyimlenmemiş hissin olmadığı düşünülürse, bu gök kubbenin yanı sıra kendi gök kubbbemizin altındakilerden de beslenen sanata dair şeylerin yeni olması beklenemez. Sanat eserleri insana yeni olan şeyleri anlatmazsa da anlatış/sunuş biçimiyle diğerlerinden ayrılır, değerlenir, biricikleşir. Sevip de kavuşamayan aşıkların hikayesi binlerce kez yazılmıştır fakat Leyla ile Mecnun, Romeo ve Jülyet, Kerem ile Aslı, her biri diğerinden farklı ve özeldir. Bu noktada Nabokov’un Karanlıkta Kahkaha adlı eserinin girişinde o eseri niçin yazdığına dair düştüğü not akla gelmelidir. Bütün trenler rayların üzerinde giderler — aynı tren aynı rayın üzerinde birden çok sefer de yapabilir — ancak her tren seferi içerdikleriyle ve yolculuğu ile kendine hastır. Öte yandan, sanatın esas mayası olan kurgu “olabilecek ya da öyle görünebilecek” bir şey değil midir?

Gece, ışığın azlığı ve/veya oyunlarıyla yaşamı ve algıyı deforme ederek eşyanın silikleştiği, şairin zihninde hayal kurmak için alanların açıldığı vakittir. Ay ışığı da aynı işlevi görmektedir. Ayın yumuşak ışığında sanatçı, doğa içerisinde kendi ruhundaki, kendi hayalindeki gerçekliğe -var olmayanın gerçekliğine- ulaşmak için bir yol bulur. Keza şairlerin atası, koruyucusu ve ilham kaynağı olduğunu iddia eden Pessoa’nın Şeytanı, eserde, en iyi yapıtlarının ay ışığı ve alay olduğunu, büyülü silahlarının ise müzik, ay ışığı ve her zaman kendisi olarak kalabilen tek şey olan düşler söylemektedir. Bu ve buna benzer birçok cümleyi anlatı boyunca Şeytan’ın ağzından sıklıkla duyarız.

Issızlık. Sanatçı bütün bunlar olurken; şiir kağıda, nesneler tuvale, sesler tellere ulaşırken; sanat sanatçının içinde olgunlaşırken yalnızdır. Bir rüyayı aynı anda gören tek kişinin olması gibi, bir hayali kurarken insanın yalnızlığı gibi anlatı kişisi de ıssızlığın içindedir.

Şaşırmak, hâlin ötesini gören kimsenin yaşadığı hissiyat değildir belki ama dilin sınırlarında ancak böyle nitelendirilebilir. Uyku, varlık ile varlık olmayan arasındaki bağın kurulduğu araçtır. Ve sanatçı bu yaratım sürecinde; yarı uykulu olmasına rağmen içten içe uyanıktır ve sanatçı daima endişelidir. “Hayvani yaşamlarında uyuyanlara ne mutlu …” diyen Pessoa, sanatçının onu diğer insanlardan ayıran; çevresine ve hayata dair insani ve hatta bazen insanüstü farkındalığını sezdirmektedir. Sanatçının bu farkındalığı sonucunda peyda olan endişelerinden bazıları kimilerine göre pek ulvi görünmese de bir savaş meydanında yapayalnız kalmış bir çocuğa ağıtlar yakan sanatçı kadar bir jenerasyonun yozlaşmasına/karaktersizleştirilmesine isyan eden, aşk acılarını anlatan vs. sanatçı da farkında ve endişelidir.

“Ben doğuştan şairim, çünkü ben yanlışlıkla konuşan hakikatim

ve sonuçta tüm yaşamım, alegori kılığına girmiş ve simgelerle

açıklanan özel bir ahlak sistemidir.”

Şeytanın, annesi vasıtasıyla konuştuğu ve ileride şair olan bebeğin, neredeyse uyurken yazdığı bir şiirinde tüm dünyanın görüldüğü bir tepenin üzerindeyken, tıpkı İsa’ya olduğu gibi; içindeki bir şeyin ayartıldığını söyledikten sonra, Şeytan’ın da çocugun annesini o malum gecede bütün şehirlerin üzerinde bir yere götürür ve İsa’yı orada ayarttığını söyler. Bu kısım kendi kendini doğrulayan bir anakronik anlatının cazibesinin yanı sıra açıkca şeytanın ağzından defalarca söylenen bütün şairlerin Şeytan’ın bir nevi çocuğu olduğu ve bu nedenle hepsinin kardeş olduğu düşüncesinin ilk sezdirildiği noktadır.

“Asla elde edilemeden arzulanan, var olmayacağı için düşlenen şey — …. — bunu İnsan ruhuna avuç avuç serptim ve bu ruh, var olmayanın yaşayan yaşamını hissedince allak bullak oldu. …. Mutsuzlar ve hayat yorgunları, yanılsamalarından kurtulur kurtulmaz, gözlerini bana doğru kaldırırlar, çünkü ben de, kendimce, Parlak Sabah Yıldızı’yım. Hem de çok, çok uzun zamandır! Başka biri gelip benim yerime geçti.” İnsan zihnini allak bullak eden en önemli şeylerden birisi de hayal ve umut etmektir. Her ne kadar umut etmek işkenceyi uzatır derlerse de hayalperestler, gerçekleşmeyeceğini bile bile niçin hayal kurduklarını soranlara o hayali kurmanın, en az gerçek olması kadar güzel olduğunu söylerler. Sanat eseri de, insan doğasında temel olan hayal kurma yetisini gıdıklayarak onu allah bullak eder. Pessoa Şeytan’ına, “Var olmayı başaramamış, ama olmak üzere olan şeylerin anılarını taşıyorum kendimde.” dedirtirken, sanat eserine ve sanatçının can damarlarından bir tanesi olan hayale düşkünlüğünü imlemektedir. Burada Şeytan’ın, benim yerime geçti dediği kimseler tam açık değildir. Anlatı içerisinde birkaç kere geçen yüce öğretinin sanat olduğunu ve burada onun işlerini bir nebze devr alan kişilerin de “Yeryüzünün sırlara vakıf üstatları” yani sanatçılar olduğunu düşündüm.

Şeytan’ın İsa’yı ayartması esnasında Tanrı’nın isteği doğrultusunda onu var olan her şeyle ayarttığını söyledikten sonra “Kendi aklıma uymuş olsaydım onu, var olmayacak şeyle ayartırdım.” dediğinde aslında şairliğin/sanatçılığın kökenine kendisini koyarak şairleri var olmayacak şeylerin güzelliği içerisinde, ay ışı altında yoğun uykulara kendisinin mahkum ettiğini itiraf etmektedir. Şeytan hayalin efendisidir. Güzelliğin, geçici olanın ve belki de hiç gerçek olmayacak olanın kaynağıdır.

“Ben İmgelem Tanrısı’yım, yitiğim çünkü yaratmıyorum. Çocukken, oyuncaklardan oluşan düşleri benim sayemde görüyordum; kadın olduğunda, bu düşlerin dibinde uyuyan, geceleyin seni kucaklayacak prenslere ve fatihlere benim sayemde sahip oldun. Ben, seni esriklik, ruhu yanılgı olan, yaratmadan yaratan Tin’im.” “Parmağında taşıdığın ve sevdiğin alyans, belirsiz bir düşüncenin sevinci; aynada kendini gördüğünde kendini iyi hissetmen — kendini kandırma: Gördüğün sen değilsin, benim. Eşyaları güzelleştiren tüm kurdeleleri güzelce bağlayan, eşyaları süsleyen renkleri seçen benim.”

Şeytan, anlatı boyunca hayallerle dolu, sonsuz düşler vaat ettikten sonra anlatının sonlarına doğru bir heyecana kapılıp kendisini bulmaya kalkışacak insana da uyarısını/çağrısını yapar.“Benim. Ben, senin her zaman aradığın ve asla bulamayacağın kimseyim. Belki Tanrı’nın kendisi bile, Dipsiz Derinlik’in uçsuz bucaksız dibinde, beni aramaktadır, onu tamamlayayım diye, ama Çok -Yaşlı- Tanrı’nın -Yehova Satürnü’nün- laneti ikimizin de üzerinde dolaşıyor, bizi birleştirmesi gerekirken ayırıyor ki yaşam ve yaşamdan beklentimiz aynı olsun.”

Anlatıda en sevdiğim yeri en sonda alıntıladım, çünkü hepimizin kafasındaki sorulardan bir tanesinin cevabı burada. Meğerse Yehova Satürnü, Tanrı’yı ve Şeytan’ı birbirinden ayrı tutarak hayallerimizi yaşamlarımızdan uzak tutuyormuş. Hayallerimizin gerçeklememesinin gerçek sebebi buymuş.

--

--