Hemingway Ve Cinsel Kimlik Karmaşası

Emre Kundakçı
emrekundakci
Published in
6 min readJul 2, 2018

Erkek çocuk, erkekliğe atanır. Atandığı yere layık olmak için çabalar, ama huzur bulur bulmaz yeniden atanacaktır — avlanmaya, evin dışına, güçlü olmaya, ayakta kalmaya, tökezlememeye, diğer erkeklerle kıyasıya rekabet etmeye, teknik erkek işlerini yapmaya, problemleri çözmeye, ketum, zalim ve kıyıcı olmaya, ya da en azından yumuşak olmamaya, sözünün eri olmaya, acı duymamaya, işin hülasası “savaşmaya” atanır — yalnızca gerçek orduda gerçek bir asker olarak savaş zamanında değil, bütün temel güdülerinde orduyu taklit eden sıradan günlük yaşamda da, gelmekte olan büyük savaşa sinsi bir hazırlıktan ibaretmiş gibi duran normal barış zamanında da… [1]

Ülkemizde ve dünyada feminizm yahut kadın çalışmaları kadar geniş yankı uyandıramayan erkek çalışmalarının belki de mihenk taşı olabilecek bir hayat ile Hemingway’in eserleri, erkek kimliği ve toplumun erkeklik algısı üzerine derin tespitleri barındırmaktadır.

Erkeklik ve kadınlık çağa, döneme ve topluma göre değişen kavramlardır. Her ideolojinin ve toplumun zorladığı, yargıladığı, yeniden yarattığı; bu nedenle sürekli değişimin ve mücadelenin yaşandığı hassas dengelerdir. Toplum; yaratmak, korumak yahut değiştirmek için çaba sarf ettiği bu dengeyi bozmaya kalkan; kimliğini değiştirmek isteyen, kendi kimliğine yeni bir unsur eklemeye kalkan yahut iki cinsiyeti bir potada eritme arzusunda olan bireyi ise ötekileştirmekten öldürmeye kadar çeşitli yaptırımlarla bezdirmektedir.

Burada odaklanmak istediğim kavram olan erkeklik, bir kere elde edilen ve ömür boyu süren bir şey de değildir. Erkek olmak, içinde yaşadığı toplumun erkeklik algısı doğrultusunda kişinin erkekliğinin onaylanmasıdır. Kişi toplum tarafından ona verilen iktidarı her daim göstermek, yeniden üretmek zorundadır. Erkeklik iktidarı, ona maruz kalanı değil, onu temsil edeni ezen yapısıyla belki de insanı en çaresiz hissettiren baskı mekanizmasıdır.

Tarih boyunca mütemadiyen değişen erkeklik kavramının içerisinde değişmeyen tek şey ise bireyin erkek olmak ve erkek kalmak için hayatı boyunca mücadele vermesinin gerekli olmasıdır. Erkek olmanın ve erkek kalmanın yegâne yolu sertlik, mücadele ve iktidar sahibi olmaktan geçmektedir.

Bütün hayatı bu mücadele ile geçmiş, mücadelenin ciddiyetini belli ki hayatı boyunca hissetmiş ve sonunda gücü tükenmiş olan Hemingway’e gelelim.

Hemingway hem eserleriyle hem de yaşantısıyla, birçok erkeğin gençlik yıllarında özendiği “erkek”tir. O, her satırı zekâ pırıltıları saçan aksiyon dolu kitapların, savaş meydanlarında gezinen, viski içen, avlanan ve kadınlarla çetrefilli maceralara atılan yazarıdır. Onun hayatını özetlemek bütün erkekçe şeyleri sıralamakla hemen hemen aynıdır: Savaş meydanları, silahlar, avcılığın her türü, iktidar, viski, kadınlar… Bunların yanı sıra sahip olduğu yazı dehasıyla o, bu dünyanın gördüğü en fiyakalı serseridir. Onun hayatı ve eserleri bir nevi erkekliğin tanımıdır. Kendisi Amerikan erkeğinin -tüm dünya erkeklerinin de- rol modelidir.

Gelgelelim aslında Hemingway; hayatı ve hayatından beslenen eserleriyle, bütün erkekliği ve onurunu sırtında taşıyan, ihtişamı ölçüsünde ezilmiş bir destan kahramanıdır.

Yukarıda söylediğim erkekliğin sürekli yeniden yaratılıp ispatlanması gerekliliğinden ötürü, birçok destan kahramanın aksine Ernest, “erginleme”sini tek seferde halledemez. Birçok destan kahramanının aksine bir veya birkaç kere mücadeleye girip rüştünü ispat edemez. Bu yönüyle biraz Sisifos’a benzer, her gün yeniden sınava tutulur. Tam kendisini ve etrafındakileri tatmin etmişken taş yeniden yuvarlanır ve kendisini İspanya’da, Çin’de, Kuzey Afrika’da yahut kadınlarında bulur… Her zaferden sonra kısa bir mutluluk yaşasa da asıl düşmanı kendisidir ve Simurg’u aramaya giden kuşlar gibi aradığı şey aslında kendi içindedir. Bu hiç bitmeyen savaş elbette “kahraman”ı yoracak, kafasını karıştıracak, bu eziyetten kurtulması gerektiğini/kurtulabileceğini düşündürecek ve onun sonunu getirecektir.

Genç yaşlarından itibaren kendisine çevresindekiler tarafından “Baba” diye hitap edilmesini isteyen Hemingway’in bu isteği, cinsel kimlik ile ilgili içsel savaşının erken yaşlarına dayandığını göstermektedir. Hemingway, yaşı ilerledikçe kendi yalanları üzerine kurduğu, toplum tarafından dayatılan ve asla gerçekleşmeyecek olan “ideal erkek” düşüncesinin içinde kıvranmanın gülünç bir çaba olduğunu, belki de bu yükü taşımak zorunda olmadığını düşünmeye başlamış, yaratmak ve yaşamak için gülünç duruma düşecek kadar çabaladığı destan kahramanını kendi davranışlarında ve eserlerinde ele vermiş/yargılamıştır.

Ölümünden sonra yayınlanan “Cennet Bahçesi”ne kadar bütün dünyadaki okurları onda bir tuhaflığın olduğunu sezer. Kadınlarla ilişkileri, evlilikleri ve yarattığı karakterleri -karakterlerinin çoğunun otobiyografik özellikte olduğu her zaman bilinen bir şeydi- bu “erkeklik efsanesinin” derininde büyük bir oğlan çocuğu trajedisinin yattığını sezdirmektedir. Ama kimse ona bunu konduramaz.

Yaş aldıkça bu dıştaki kabuk zayıflamaya, onu yiyip bitirmeye başlar. Gitgide depresif bir hale girer, uykusuz geceler yaşamaya; zamanla etrafındaki insanlara ve bazen daha ileri giderek kendisine yalan söylemeye ve bu yalanlara inanmaya başlar. Etrafındakiler tarafından bu durum bir yazar hastalığı olarak düşünülmüş, kurmacayı hayatına dâhil ettiği ve her yazarın biraz da yalancı olduğu teşhisi koyulmuştur. Oysa Hemingway içsel tutarlılığını ve iktidarını yitirmektedir.

İktidarının çatırdadığını ve yenilenmesi, kuvvetlenmesi gerektiğini hisseden Hemingway’de kadınlarına karşı paranoyaya varan kıskançlık baş gösterir. İktidarını etrafındakilere hissettirme isteğiyle etrafındaki insanları korkunç derecede aşağılayıp kendisini yüceltmeye, dost-düşman demeden etrafındaki insanların “boynuzunu kırmaya” başlar. Hemingway’in etrafındaki insanlara yönelttiği keskin tehdit ve küfürlerin, kısırlık ve iktidarsızlık ve hatta eşcinsellik suçlamalarının altında hep kendi erkekliğinden duyduğu şüphe yatmaktadır.

Hemingway’in bu abartılı hareketleri, agresifliği aslında mutlu olamayan insanın yardım çığlıklarıdır ancak anlaşılamamıştır. Bu anlaşılamamada hayatı boyunca tutarlı görünen bir kararlılıkla kadınsal olan her şeye kökten karşı çıkması etkilidir. O “erkek”tir ve bütün “kadınca” olanların karşıtıdır. “Orospu” diye bahsettiği annesinin kimliğinde annesel-kadınsal olan her şeye; duyarlılığa, yumuşak yürekliliğe, uzlaşmacılığa, anlayışlılığa, duygusal bağ kurma yetisine karşı koyan bir adamdır.

Ancak bütün bu kendini gizleme, güçsüzlüğünü hissettirmeme -kendini ele verdiğinin de farkında olma- hali sonunda Hemingway’i kurutmuş, bütün bir çöküntü sonunda ölüm özlemine sevk etmiştir. Silahlardan ve kendisinden korunmaya alınan Hemingway, yine bir yolunu bulup tetiği çekmiştir vesselam.

Aristofanes’in Platon’un Şölen’inden aktardığı androjin mitosu, Hemingway’in psikolojisini anlamamıza yardımcı olacaktır: “Eskiden doğamız şimdi olduğundan çok farklıydı. Her insan dört elli dört ayaklı iki suratlı iki üreme organlı ve diğer organları da yine ikişer tane olan yarısı diğerinin üzerine kapanmış yuvarlak bir küre biçimindeydi. O zamanlar şimdi olduğu gibi iki değil üç tür insan vardı. Bunlar; erkek, dişi ve bir de bu ikisinden oluşan üçüncü tür insandı. İşte bu sonuncu tür bugün ortadan kalkan ve geride saygınlığını yitirmiş adı kalan androjindi. Olağanüstü güçlü ve cesur yaratıklar olan androjinler bir gün tanrılara saldırdılar, tanrılar da onları cezalandırmak için ortadan ikiye böldü. Her yarı androjin umutsuzca öbür yarısını aramaya başladı. Karşılaştıklarında birbirlerine duydukları şefkat güven ve sevgi olağanüstüydü. Tek istekleri bir daha birbirlerinden hiç ayrılmamak, sevilen nesneyle kaynaşmak, onun içinde erimek, böylece iki yerine tek olabilmekti. Sevginin ve tamlık duygusunun kaynağı öbüründen yoksun kalmaktan doğan istekti ve sevdiğine kavuşup onunla bütünleşmek, isteğin varlık nedeninin ortadan kalkması demekti”[2]

Ölümünden sonra yayınlanan “The Garden of Eden”da Hemingway’in cinsel paranoyalarından cinsel kimlik değişimlerine ve hatta kadınsı özlemlerine kadar birçok şey geniş bir yelpaze ile ortaya dökülür. Bütün eserlerinde ve eylemlerinde görülen bu cinsel kimlik bunalımları artık daha berrak görülebilmektedir. Eserin kahramanı ve karısı arasındaki ilişki bağlamında androjin mitosu okunur haldedir. Kahramanın, karısının isteği doğrultusunda kadın gibi davranması ve karısının erkek rolüne girmesi ve bir kadın gibi davranan kendisiyle bir erkek gibi sevişmesi oldukça çarpıcı bir sahnedir.

Hemingway’in Gelhorn ile olan evliliğini yaşatan cinsel değil zihinsel orgazmları düşünmek ve tutkulu bir aşk yaşadığı Gelhorn’daki erilliği görmek gerektir. Ayrıca günlüğünde dördüncü karısı Mary ile ilgili olarak anlattığı kucaklanma olayı üzerine -karısı onu kucaklar- Hemingway bunun hayatındaki en mutlu anlardan biri olduğunu söyler. Bu olay ondaki eril pasifliğin ve kadınsal özlemlerin ipucunu vermektedir. Hemingway’in Mary’nin kollarında farkına vardığı şey cinsel kimliğin -onun için erkekliğin- karşıtına bağımlı oluşudur. İçindeki kadının dışarı çıkmasına izin verdiği yahut onunla bir bütün olup içindeki kadınla barıştığı anlarda mutluluğu bulmuştur.

Anthony Giddens’a göre bir kişinin kendisini birincil olarak erkek yahut kadın diye belirlemesi, bu yüklemeyle eşlik eden kişinin kendi tutum ve istekleriyle beraber, bu kişiye çocukken hangi kimliğin yüklendiğine bağlıdır. Hemingway’in cinsiyetler üstü şuura ulaşma arzusu da çocuklukta annesinin ona yaşattığı travmatik/zincirkıran muameleden kaynaklanmaktadır. O, annesinin ona karşı olan tutumu nedeniyle farklı cinsel algıları yeşertebilecek bir çocukluk geçirmiştir. Ernest’ın annesi Grace Hemingway, oğluna iki yaşına kadar kız çocuk elbiseleri giydirip, ablasıyla aynı cinsiyete mensuplarmış gibi davranırmış. Annede görülen şey erkek çocuğa kız gibi davranmak değil, Hemingway’in de özlemini çektiği cinsel kimlikler arası geçiş yaratmaktır. Anne, bazen iki çocuğuna da kadın kimliği -elbiseleri- giydirirken bazen de erkek kimliği -elbiseleri- giydirir. Bu kimlik karmaşası yalnızca kıyafetlerle de kalmaz, yöneltilen davranışlar boyutuna da ulaşır. Erkek çocuğuna kız gibi, kız çocuğuna erkek gibi davranır, onlardan da bu rollere uygun davranışlar talep eder.

Ancak Ernest’ı “bozan” kimliksiz çocukluk, kendi döneminde oldukça normal karşılanan bir algıdır. Mavi ve pembe renklerin kızlık/erkeklik belirtisi olması gibi çocukların da kız/erkek olması daha sonraki dönemlerin icadıdır. 1900’lerin başında çocuklar yalnızca çocukturlar. Kız ve erkek olarak değil, çocuk olarak algılanır ve muamele görürler. Fakat bu algı, sanatçı ruhlu Hemingway’de ömür boyu sürecek kafa karışıklığına yol açarak erkekliği ile barışamamasına sebep olmuştur.

[1]Semih Sökmen, “Bu Sayıda…”, Toplum ve Bilim, Sayı 101, Birikim Yayınları, İstanbul, s. 3–4.

[2]Elizabeth Badinter (1992), Biri Ötekidir=L’un est l’autre: Kadınla Erkek Arasındaki Yeni İlişki ya da Androjin Devrim, AFA Yay, İstanbul, s. 216–217.

--

--