Nolan — Uyanıkken Rüya Görmek

Nebi Salih Küçük
Finish Ink
Published in
7 min readDec 28, 2019

Hayal gücü ne zaman başlar? Ne zaman bulunduğumuz evrenin sınırlarını düşünmeye başlarız? Zaman kavramı bizim kontrolümüz altına girebilir mi? Bu ve benzeri pek çok cevaplanması zor soru her zaman insan aklını kurcalamıştır ve kurcalamaya devam edecektir. Peki ya bunları sizin yerinize düşünen biri olduğunu söylesem nasıl karşılarsınız?

30 Temmuz 1970 doğumlu Christopher Nolan henüz ilk kısa filmini çektiğinde yedi yaşındaydı. Eş zamanlılık kavramına takıntı derecesinde kafayı takmış olan Nolan, bulduğu her fırsatta bunun üzerine deneysel kısa filmler çekti. Zamanda bükülme ve paralel evren gibi bilimsel konuların yanı sıra, bilinçaltı ve rüya gibi son derece kompleks olayların üzerine kafa yormaya başladı. Doodlebug isimli en etkileyici ve sarsıcı kısa filmini çektiğinde henüz 27 yaşındaydı. Bu beş dakikalık kısa filmin tasarımında bile, daha sonra çekeceği Inception’ın kalıntılarını görmek mümkündür.

Nolan, ilk uzun metraj filmine hazırlanırken, evi hırsızlar tarafından soyuldu. Kimin hangi nedenden dolayı kendini soymak isteyeceğini düşündü. Bunun üstüne günlerce kafa yordu, bu olayı beyninde tekrar ve tekrar yaşadı. Kendi zihnini onu soymak isteyen insanların yerine koyup, empati duygusunu geliştirmeye ve onlar gibi düşünmeye çalıştı. Bu analizler sonucunda 1998 yılında ilk uzun metraj filmi olan ‘Following’ ortaya çıktı. Eser, çok iyi bir ‘ilk film’ olma özelliği taşıyordu. İnsanların evine onları analiz etmek için girip çıkan bir yazarı anlatan filmin senaryosunu nereden bulduğunu anlamak pek güç olmamalı!

Memento

Nolan, başarılı ilk filmin ardından kafasında merak ettiği soruların cevaplarını aramaya devam etti ve hayal gücünün sınırlarını kendi belirlemeye başladı. Gelecekte çekmek istediği filmlerin senaryosunu, içselleştirmiş olduğu merakla harmanladı. 2000 senesine geldiğimizde adeta bir kurgu başyapıtı olan Memento ile karşımıza çıktı.

Memento, sekans planlaması ve kurgu dizilişi olarak o kadar dâhiyane bir üsluba sahipti ki geçen onca seneye rağmen hâlâ bunun üstüne aynı tarzda bir film geldiğini söyleyemeyiz. Nolan, bu filminde basit ve kompleks bir yapıya sahip olmayan senaryoyu tersten tasarlayarak bizlere kendi bilinçaltının ne denli sınırsız bir dizayna sahip olduğunu ispatlıyordu. Kendi zihnine giriş anahtarını elleriyle bize uzatıyordu adeta. Nolan, 2002 senesine geldiğimizde bir Norveç filmi olan Insomnia’nın yeni versiyonunu çekti. Başrollerde Al Pacino ve Robin Williams’ın olduğu film o zamanlar vasat üstü olarak kabul edilse de daha sonra Nolan, çekeceği birbirinden iyi filmler ile kendi filminin çıtasını düşürecekti.

2005 senesinde kariyeri için oldukça yüksek sayılabilecek bir risk aldı ve en sevilen süper kahraman olan Batman’in hikâyesini yeniden beyaz perdeye uyarladı. Nolan’ın bu projede çok büyük bir avantajı ve dezavantajı bulunuyordu. Avantajı şuydu; Batman filmleri (Tim Burton hariç) kalite olarak yerlerde sürünüyordu. Dc Comics eseri olan bu süper kahraman, beyaz perdede bir türlü istediği çıkışa erişememişti. Dezavantajı ise daha bu yaşta çok büyük bir kredi kaybetme olasılığıydı. Çok büyük soru işaretleriyle 2005 senesinde gösterime giren ‘’Batman Begins’’, umulanın ve hayal edilenin fersah fersah üzerinde bir başarıya ulaştı. Nolan, bütün eski Batman yapımlarını silerek, sıfırdan bir yapı meydana getirmişti. Yeni Batman eskilerinin aksine daha karanlık, mizah duygusundan yoksun ve ulaşılması zordu. Film, Bruce Wayne’in, ailesinden ayrı büyümesini ve bunu Batman olarak yaşadığı süper-anti kahraman hayatında nasıl bir içselleştirmeye dönüştürdüğünü olağanüstü bir şekilde bizlere anlatıyordu. Nolan, gelen bu başarı üzerine yeni Batman filmlerinin kaptanı pozisyonuna çoktan geçmişti bile.

The Prestige

2006’ya geldiğimizde ise Nolan, bizlere en büyük hediyesini bırakacaktı. Yeni Batman Christian Bale ve karizmatik aktör Hugh Jackman’ın başrolünde oynadığı ‘’The Prestige’’ kuşkusuz Nolan filmlerinin en iyilerinden birisi olarak kabul edilir. Film baştan aşağı ‘’mükemmel’’ kavramlar ile doludur. Konunun işlenişi sırasında usta bir şekilde olay içerisine yedirilen Tesla ve onun hayal gücünden tutun, senaryoda yaratılan saf intikam duygusuna kadar her şey o kadar kusursuzdur ki filmin final sahnesinde sadece açık kalan ağzınızı kapatacak birine ihtiyaç duyarsınız. The Prestige, şüphesiz Nolan’ın o ana kadarki en büyük zaferi oldu. Gerek oluşturulan kurgu başarısı gerekse senaryonun oldukça zeki bir dokunuşa sahip olması tüm eleştirmen ve seyircileri mest etmişti. Nolan kariyerinin zirvesinde miydi? Çekebileceği en iyi film bu muydu? The Prestige ile yarattığı üst sınırı geçebilecek miydi?

2008 yılında vizyona girecek olan bir süper kahraman filminin sinema tarihinde nasıl bir devrim yaratacağını kimse tahmin etmedi, edemedi. ‘The Dark Knight’ gösterime girdiğinde o kadar büyük bir sükse yaptı ki, ilk filmin başarısını hatırlayan pek kimse kalmadı. The Dark Knight, o seneye kadar çekilen süper kahraman filmlerini bırakın tüm sinema tarihinde bir mihenk taşı oldu. Altyapısı ilk filmde oldukça sağlam bir şekilde oluşturulan Batman karakterinin Joker ile yaşadığı içsel hesaplaşma ve bu ikilinin aslında birbirine ne kadar muhtaç olduğu bize o kadar ustaca aktarıldı ki, seyircinin filmi kucaklaması pek de uzun sürmedi.

The Dark Knight

The Dark Knight’ın en büyük başarısı iyilik-kötülük kavramlarının aslında ne kadar iç içe ve elastik bir yapıda olduğunu bize kusursuz bir dilde anlatmasından kaynaklanıyordu. Batman iyi bir karakterdi ama kendi dünyasında Joker’e karşı olan zaafı ve zayıflığı onu sanıldığı kadar kusursuz ve güçlü kılıyor muydu? Heath Ledger’ın müthiş bir performansla yarattığı Joker karakteri acaba Batman’i daha iyi bir insan olmaya mı itiyordu yoksa ikilemlerle dolu bir hayata mı? Bunun gibi nice ‘yenilik’ barındıran öğelerle birlikte ‘The Dark Knight’, hâlâ üstüne konuşulan ve bunu hak eden filmlerden biri oldu.

Çıtayı her yeni yapıtında daha da yükseklere kuran Nolan, 2010 senesine geldiğimizde karşımıza Leonardo DiCaprio’nun başrolünde olduğu ‘Inception’ ile çıktı. Rüya, benlik ve bilinçaltı gibi son derece karışık ve hâlâ çözülememiş olaylara sırtını dayayan Nolan, kafasında merak ettiği konuların ipuçlarını bize vermeye devam ediyordu. Rüya kontrolü (lüsid rüya) gibi senelerdir tartışılan bir konuya ‘rüyada başka birinin zihnine fikir ekme’ gibi son derece yaratıcı ve iddialı bir sav ekledi. Inception, aslında bize sinemanın ta kendisini anlatıyordu. Uyanıkken rüya görebilir miyiz? Şu an bu satırları okuyan siz değerli okuyucular ya bunu benim size aşıladığım bir fikir ile yapıyorsanız ve bundan hiç haberiniz yok ise…

Inception

Inception, insanoğlunun yaradılışından bu yana hâlâ en gizemli ve ilgi çekici konulardan biri olan ‘rüya-bilinçaltı’ uyumunu mükemmel bir kurguyla anlatıyordu. Filmde katman katman işlenen ve olabildiğince zor bir yapıya sahip olan senaryo, Nolan’ın kişisel soru ve sorunlarından oluşuyordu. Rüyalarımızı kendimiz tasarlama şansına sahip olsaydık o rüyadan uyanmak ister miydik? O dakikadan sonra bu dünya artık bizim için ilgi çekici olur muydu? Inception ile gelen muazzam başarıdan sonra Nolan, 2012 senesinde yönetmiş olduğu ‘The Dark Knight Rises’ ile yaratmış olduğu efsanevi Batman üçlemesini sonlandırdı. Film, bazı yönlerden The Dark Knight’ın başarısı altında kalsa da Nolan, serinin kontrolünü bir an bile kaybetmeden gemisini karaya oturtan kaptan edasıyla üçlemesini kusursuza yakın bir şekilde bitirmiş oldu. Batman serisi, çizgi roman-süper kahraman filmlerinde çıtayı öyle bir yere taşıdı ki gelecek yıllarda bunun üzerine çıkmak oldukça zor görünüyor. Yaratılan insancıl, zayıf ve kaybedebilen Batman, Christian Bale tarafından müthiş bir kompozisyon ile biz sinemaseverlere aktarıldı.

Interstellar

2014 senesinde zaman kavramına adeta ‘takık’ olan Nolan yeni bir bilim kurgu film ile karşımıza çıktı. Interstellar, bizlere yine Nolan’ın kafasındaki soru işaretlerini ve ‘ya olursa’ hipotezlerini anlatan bir filmdi. Solucan deliği, paralel evren, zamanda bükülme ve üç boyut ötesini son derece ustaca kurgulamış bir şekilde karşımıza çıkaran Nolan belki Interstellar ile sıfırdan bir şey anlatmıyordu ama bizlere ‘bence o iş öyle değil böyle’ mesajını gayet net veriyordu. Tüm bilim kurgu yapısına rağmen dram ve empati gibi iki duyguyu içerisinde son derece güzel eritip seyirciye aktarabilen Interstellar kuşkusuz oldukça başarılı bir film olarak sinema tarihinde kendisine yer buldu.

Çoğu eleştirmen Interstellar filmini gelmiş geçmiş ‘en gerçekçi bilim kurgu’ filmi olarak lanse ederken, filmden birkaç sene sonra NASA’nın insanlık tarihinde çektiği ilk kara delik fotoğrafının, Nolan’ın tasviriyle neredeyse birebir örtüşmesi, eleştirmenlerin ne kadar haklı olduğunu bir kez daha ispatlıyordu.

Çoğu filminde olduğu gibi bir kez daha zaman konusunda takıntısını ve bununla ilgili düşüncelerini direkt olarak seyirciye yansıtmayı alışkanlık hâline getiren Nolan; 2017 senesinde ikinci dünya savaşı filmi olan Dunkirk’te bile bunu kurguya harmonize edip bizlere sunmayı ihmal etmedi.

Tür olarak akrabalarının aksine ‘savaşarak kazanma’ yerine ‘kaçarak kazanma’ temasını hedef alıp aslında daha zor ve riskli bir yol deneyen Nolan, Dunkirk ile eleştirmenleri olmasa da izleyenlerini ilk kez ikiye bölüyordu.

Bir kısım filmi vasat ve rutin bulurken, diğer kısım ise gelmiş geçmiş en gerçekçi savaş filmlerinden biri olarak kabul etti. Filmde hiçbir Alman askerinin görünmemesi ve sahil bölgesinde sıkışan askerlerin psikolojisine odaklanmayı öncelik olarak belirlemesi çoğu izleyiciye önceden yaşamadığı bir deneyim sundu.

Dunkirk; sinema eleştirmenleri tarafından yılın en iyi filmlerinden biri ilan edilirken, Oscar yarışlarında en iyi film kategorisi de dâhil olmak üzere 8 dalda aday gösterilip, 3 dalda ödüle ulaşmasını bildi.

Takvimlerimiz 2019 senesine veda etmeye hazırlanırken 2020 senesi için heyecanlanmaya bir nedenimiz daha var gibi görünüyor. Bu satırları yazmamızdan sadece 2 gün öncesinde Nolan’ın yeni bilim kurgu filmi Tenet’in izleyenleri heyecanlandıran fragmanı tüm dünyada yayınlandı. Kimseyi artık şaşırtmayan zamanı yönetme sorunsalından temel alındığı gözlemlenen filmin başrollerinde John David Washington ve Robert Pattinson yer alacak.

Nolan ile çalıştığı her projede bizlere uzun süreler dinlenecek ve sekanslarla birebir örtüşen eşsiz eserlere imza atan Hans Zimmer’ın takvimi Dune filmi ile çakıştığı için kendisi Tenet’ta olmayacak. Nolan’a bu filmde Black Panter ile Oscar kazanan müzisyen Ludwig Goransson eşlik edecek.

Bakalım Nolan Tenet ile kariyerine bir başyapıt daha yazdırıp bizlere özgünlüğe acıktığımız şu senelerde yine farklı bir şeyler sunabilecek mi? Umarım zaman ile sorununu on yıllarca daha çözemez ve biz bu fırsattan yararlanıp onun filmlerini izlemeye devam ederiz.

--

--