Oscar Kazanamayan Başyapıtlar — 1

Öyle önemli ve derin bir konu var ki özellikle son beş senedir akademinin oldukça başını ağrıtıyor ve bu gidişle de ağrıtmaya devam edecek gibi görünüyor

Nebi Salih Küçük
Finish Ink
7 min readJan 23, 2020

--

10 Şubatta 92.si düzenlenecek olan ve dünya sinema tarihinin en prestijli ödül töreni olarak kabul edilen Oscar Akademi Ödülleri ilk olarak 1929 yılında verilmeye başlandı. İlk ödül töreni beş dolarlık biletler karşılığında 270 seyirciyle Hollywood Roosevelt Hotel’de gerçekleştirildi. Zamanla itibarını ve prestijini katlayarak büyüyen Oscar ödül törenleri her zaman tartışmaların, kaosların ve skandalların da merkezi oldu. Marlon Brando’nun aldığı Oscar’ı akademiye geri vermesi, Michael Moore’un ödül aldıktan sonra George Bush’a “utanın” diye yüklenmesi, Adrian Broody’nin En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü aldıktan sonra bunu Halle Berry ile öpüşerek kutlaması örnek olarak verilebilir. Ancak tüm bunlardan daha önemli ve derin bir konu, özellikle son beş senedir akademinin oldukça başını ağrıtıyor ve bu gidişle de ağrıtmaya devam edecek gibi görünüyor…

Kuşkusuz her sinemaseverin, yazarın ya da eleştirmenin En İyi Film kategorisinde kendine ait bir favorisi bulunmaktadır. X filmin kazanmasını isteyen seyirci, ödülün Y filmine gittiğini görünce ekran başında “hiç de onun hakkı değildi” tarzında bir eleştiriye başlar ve kendisinin haklı olduğuna dair tezler öne sürer. Fakat bazı seneler ödül öyle bir filme gider ki bunun tartışması günler, haftalar hatta aylar geçse bile bitmez. Yüzde seksen ya da doksanlık bir sinemasever kitlenin favori gördüğü film yerine son derece cılız ve ortalama bir projenin ödül aldığını görmek şüphesiz haber niteliği taşıyacak ve üzerinde nice tören geçmesine rağmen unutulmayacaktır. Biz de sizler için, Oscar tarihinde En İyi Film kategorisinde Oscar’a uzanmış olmasına rağmen, bu ödülü hak etmediği düşünülen filmlerden oluşan bir liste yaptık. Baştan uyaralım, bu listede Oscar’ı kazanan filmler kötü, başarısız ya da hayal kırıklığı yarattı demiyoruz sadece diğer adayların çok daha güçlü ve favori olduğundan bahsediyoruz.

YIL: 1941

KAZANAN: HOW GREEN WAS MY WALLEY

How Green Was My Walley, Richard Llewellyn’nin 1939 yılında kaleme aldığı bir eser olup, 1941 yılında da John Ford tarafından beyazperdeye uyarlanmıştır. Film her anında kapitalizm karşıtı duruşuyla, maden işçilerinin hayatlarını parametre alarak işçi-işveren-devlet üçgeninin nasıl işlediğini muhalif bir bakış açısıyla bizlere sunmuş, sanayi devrimine geçiş sürecinde insanların buna nasıl adapte olmaya çalıştığını ya da oldurulmaya çalışıldığını gayet etkileyici bir dille anlatmıştır. Bunca olumlu özelliğine rağmen Oscar’ı kucaklaması çoğu kesim (neredeyse herkes) tarafından fiyasko olarak kabul edilmiştir. Neden mi?

KAZANMASI BEKLENEN: CITIZEN KANE

İnternetten bir “Tüm Zamanların En İyi 10 Filmi” listesi bulun ya da sinema yazarlarının kendi hazırladıkları listeleri tek tek araştırın. Bulduğunuz sonuçların çoğunda ilk sırayı, Orson Welles’in başyapıtı olan Citizen Kane’in aldığını göreceksiniz. Film, sinema tarihinde o kadar çok ilk barındırır ki, burada sıralamaya başlasak sanırım sayfalar yetmez. Welles’in bu başyapıtı teknik ve kurgu anlamında adeta Hollywood’da bir devrim yaratmış, bir çağ kapatıp başka bir çağı açmıştır. Paralel kurgu, dinamik zoom tekniği, sayısız alt metin barındırma, kültleşmiş Rosebud bilmecesi ve daha birçok “ilk” ile adını sinema tarihine kazımıştır. Film boyunca, kazanırken kaybeden bir adamın hikâyesini cam küre içerisinden izler ve sonunda sanki o hayatı onunla yaşamış ve onunla yıpranmış gibi hissederiz.

Citizen Kane, 1941 yılında 9 dalda Oscar’a aday gösterilmiş ama sadece “En İyi Senaryo” dalında ödüle ulaşabilmiştir. Film, gişede de Welles’in yüzünü güldürememiş hatta filmden zarar etmesine neden olmuştur. Zaman ilerledikçe filmin yarattığı etki çığ gibi büyümüş ve birçok sinemaseverin “başyapıt” olarak nitelendirdiği kült bir eser haline gelmiştir. Bu nedenle pek çok sinemasever zamanda yolculuk mümkün olduğunda, 1941 senesine geri dönecek ve o ödül töreninde bazı şeyleri değiştirmek isteyecektir.

YIL: 1945

KAZANAN: GOING MY WAY

Going My Way, yönetmenliğini Leo McCarey’in yaptığı ve gösterildiği sene ödülleri silip süpüren bir film oldu. Filmde, genç bir rahibin çalışmış olduğu kilisedeki hayatını ve bunun etrafındaki sorunlarla ilgilenmesini yer yer esprili, yer yer de eleştirisel bir dille seyircilere aktaran mizaç bulunmaktadır. Nesil farkından doğan çatışmaları engellemek için izlediği yollar, takındığı tavır seyirciye keyifli bir seyir sunar ama film Oscar’ı alacak kadar iyi midir ya da hangi filmden heykelciği kapmıştır şimdi onu inceleyelim.

KAZANMASI BEKLENEN: DOUBLE INDEMNITY

Film noir dediğimizde akla gelen ilk filmlerinden biri de, kuşkusuz Double Indemnity olacaktır. Billy Wilder gibi büyük bir üstadın yönetmenliğini yaptığı bu muhteşem film adeta bir Alfred Hitchcock başyapıtı niteliğinde taşımakta olup, başından sonuna kadar pırıl pırıl parlamaktadır.

Daha ilk dakikalarından sizi koltuğa çivilen bu başyapıt finale kadar muhteşem senaryosu ve bir an bile durmayan temposu ile bırakın ait olduğu yılı tüm zamanların en iyi filmlerinden biridir.

YIL: 1976

KAZANAN: ROCKY

Senaryosunu Sylvester Stallone’nin yazdığı Rocky filmini burada görünce bir an şaşırmış olabilirsiniz. Rocky (ilk filmi) kuşkusuz hem dinamikleri hem de temposuyla seyirciyi hemen kendisine bağlayabilen oldukça başarılı bir film. Her ne kadar seri daha sonralarda bir ABD propagandasına dönüşüp eleştiri oklarını üzerine çekse de çocukluğumuzdaki Parliament gece sinema kuşağında, ertesi gün okul olmasına rağmen o uykusuz halimizle son raunda çıkmamızı unutacak değiliz. Filmdeki Balboa karakterinin mütevazı yaşamı, Adrian ve diğer dostlarıyla ilişkisi o kadar dengeli ve abartısız aktarılmıştır ki, seyircinin filmi kabullenmesi oldukça kolaydır.

Aslında serinin başarısında (hatta geçtiğimiz dönemde izlediğimiz Creed filmi de buna dâhil) bu ilişkilerin derinliğinin ve doğallığının çok büyük bir rolü vardır. Fakat gelin görün ki o sene Scorsese çoğu otoritere göre en iyi filmini çekmiştir ve Rocky’nin ödüle ulaşması büyük bir skandaldır.

KAZANMASI GEREKEN: TAXI DRIVER

“You talkin’ to me? You talkin’ to me? You talkin’ to me? Then who the hell else are you talking… You talking to me? Well I’m the only one here. Who the fuck do you think you’re talking to? Oh yeah? Ok.” — Travis BICKLE & Taxi Driver (1976)

Ben tek, siz hepiniz” mottosunun en yakıştığı filmlerinden biri olan Taxi Driver adeta başından sonuna kadar başyapıt olma özelliğini hak eden bir eser olarak göze çarpıyor. Robert De Niro’nun yeteneklerinin sınırlarında gezindiği bu eşsiz film, yaşadığımız toplumda aslında hiç de homojen yaşamların olmadığını ve farklı renklerin uyumsuzluğunu şahane bir üslupla izleyiciye sunuyor.

Bir erkeğin egosunun özünde “kendimi nasıl topluma kabul ettirip, önemli biri olabilirim” düşüncesinin ağır bastığını ve bunun için neleri göze alabileceğini filmin içinde izliyoruz. Travis’in kendisini mevcut olan toplumdan aşağı görmesi (ya da ona böyle hissettirilmesi) aslında bir insanın yeniden oyunun içine girmek için neler yapabileceğini gözler önüne seriyor.

Balboa ağabeyimizi sever sayarız ama burada De Niro-Scorsese başyapıtı olan Taxi Driver’dan söz ediyoruz!

YIL: 1979

KAZANAN: KRAMER VS. KRAMER

Dustin Hoffman ile Meryl Streep’in oynamayıp adeta her anını yaşar gibi oyunculuklar gösterdiği Kramer vs. Kramer, aile yapısını ve bu yapının çatladığında doğacak sonuçları ele almaktadır. Mükemmel olmayan bir anne ve bir baba bulunduran filmimizde ABD’nin toplumsal yapısı gibi genel konulardan tutun ebeveynler aslında ne kadar doğruları biliyor gibi özel kavramlara kadar her şey didik didik ve başarılı bir şekilde incelenmektedir.

Kramer vs. Kramer kuşkusuz ki en büyük kozunu gerçekçiliğinden almaktadır. Aramızda daha çocukken annesi ve babası boşanan nice bireyler olmuştur fakat filmin en büyük özelliği bunu sıra dışı bir şekilde ele alması ve sanki bir mahkemede sanıkların tek tek dinlenmesi havasında izleyicilere sunmasındadır. Saymış olduğumuz tüm bu özelliklerden sonra Kramer vs. Kramer’in Oscar almasında “E bunda ne var ki” diyebilirsiniz ama durum aslında pek de sandığınız gibi değil…

KAZANMASI GEREKEN : APOCALYPSE NOW

Bu filmi anlatmaya nereden başlayabiliriz inanın kestirmesi oldukça zor. The Godfather ile sinema filminin çok çok ötesinde bir şey ortaya çıkaran F. Ford Coppola bu filmin çekimlerinde yaşadıklarını daha sonra belgesel haline getirdi. İnanın bu belgesel, bir belgeselden daha çok korku filmine daha çok benziyor. Neden mi? Gelin, beraber bakalım.

Apocalypse Now için en başta 12 milyon dolar bütçe öngörülmüş ve altı haftada çekimlerin bitmesi planlanmıştı. Filmin sonlarına doğru ortaya çıkacak olan karakteri canlandıran Marlon Brando’da filmin cast ekibi arasındaydı. Filmin çekimleri başladığında ise aksilikler ardı ardına geldi ve bütün planlar suya düştü.

Filipinler’de çekilen filmin tüm setini ilk olarak sel bastı. Bütün teknolojik ekipmanlar bu selden oldukça büyük zarar gördü. Alkol sorunuyla bilinen ve filmin başrolünde bulunan Martin Sheen çekimler esnasında kalp krizi geçirdi. Setten arta kalan zamanlarında vaktini hayat kadınları, uyuşturucu ve alkol ile geçiren Coppola filme olan motivasyonunu kaybetmeye başladı. Filmin finaline doğru senaryoya giren ve oldukça önemli bir karaktere hayat verecek olan Marlon Brando haftalar boyunca sete uğramadı. Coppola’nın, Brando ısrarından vazgeçmemesi sette huzursuzluklara ve tartışmalara neden oldu. Brando sete geldiğinde ise her şey rayına girmiş gibi görünüyordu fakat kimse, asıl problemlerin o zaman başladığını bilmiyordu…

Brando rol gereği bir albayı canlandırıyordu. Hak verirsiniz ki, albayı canlandıracak bir aktörün sete oldukça fit ve dinamik gelmesi gerekir. Brando ise normalin yirmi kilo üzerinde sete gelmişti. Durun durun, tek sorun bu da değildi. Marlon Brando’nun filme dair tek bir fikri bile yoktu! Brando, Coppola ile girdiği tartışmalarda repliklerini ezberlemeyi reddetmiş ve doğaçlama oynayacağını söylemişti. Bunun üzerine çılgına dönen Coppola, Brando ile sert bir tartışmaya girdi ve filme yine ara verildi. Coppola daha sonra her gün tıpkı bir babanın oğluna masal okuması gibi Brando’ya filmin repliklerini ve senaryosunu okudu. (Filmde Brando’nun sürekli karanlık ve bel üstü gösterilmesi bu kilo sorunu yüzündendir.)

Sonuçta ortaya 16 ay süren ve tahmini maliyetinin neredeyse dört katı fiyatına tamamlanan muhteşem bir başyapıt çekilmiş oldu. The Doors’dan, The End parçası ile başlayan muhteşem bombalama sekansı, savaşın askerleri nasıl inceden inceye delirttiği ve hepsi bir yana Marlon Brando’nun çok kısa bir süre görünmesine rağmen filmdeki diğer oyuncuları ezip geçtiğini görmek her filme nasip olan şeyler değildi. Apocalyse Now; senaryosuyla, oyunculuklarıyla ve en önemlisi de anlatım tarzıyla türünün benzerlerinden ayrılan bir başyapıt olarak sinema tarihine adını yazdırdı…

--

--