Ankara’da Azaldıklarımız

Emine Onaran
Gazete Solfasol
Published in
13 min readMar 9, 2016

Emine Onaran İncirlioğlu

Yıllar önce bir öğrencim vardı, Kamer Özaydan. Daha birinci sınıfta, birgün temel tasarım stüdyosunda masa başı kritiği verirken kulağıma eğildi: “Hocam, ben Hristiyanım” dedi. Neden bunu söylemek gereğini duydu bilmiyorum ama bana güvendiğini, yakın ve kendisi olmak istediğini düşünmek istedim. Disiplinli, çalışkan, dikkatli, özenli, pırıltılı bir öğrenciydi. Sınıfın en iyilerindendi; hemen gözümüze girmişti. Benden nasıl bir tepki bekleyebileceğini düşündüm. Ne, şaşırılacak, tuhaf bir durummuş izlenimi yaratmak istedim, ne de bana özel olarak söylediği birşeyi önemsemediğimi zannetmesini. Keşke kulağıma fısıldamasını gerektirecek koşullarda yaşıyor olmasaydık diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bir daha bu konuda konuşmadık, ta ki 2014 Ocağında Ankaralı Ermeniler ile ilgili değinilerimi yazmaya karar verinceye kadar. Birkaç hafta önce uzun bir Skype konuşması yaptık, telefonlaştık, yazıştık. Yıllar önce benim zihnime kazınan bu olayı hatırlamıyordu. Kamer, 1977 Ankara doğumlu. Evli. 4 yaşında bir oğlu var. Aydınlıkevler Lisesi’nden sonra Bilkent Üniversitesi Peyzaj Mimarisi ve Kentsel Tasarım Bölümünü bitirip çeşitli inşaat ve dekorasyon firmalarında çalışmış. Halen Ankara’da, çocukluğundan beri yaşadığı Subayevleri’nde oturuyor.

Bu değininin ikinci kahramanı Paskal Törenli ile ortak bir dostumuzun aracılığıyla yeni tanıştık.[1] Harbiye’deki evlerine gittim görüşmek için; eşiyle beni karşılayıp ağırladılar, ne zamandır fırsat bulup alamadığım Ankaralı Ermeniler Konuşuyor kitabını [2] hediye ettiler. Törenli, 1951–52 yıllarında, ilkokul 5. sınıf öğrencisiyken Ankara’dan İstanbul’a, Pangaltı Lisesi’ne gitmiş, sonra da hep İstanbul’da yaşamış. İstanbul Üniversitesi’nde psikoloji okumuş. Ardından, zaten yarı-zamanlı ders verdiği ve yatılı öğrencilerden sorumlu olduğu Pangaltı Lisesi’nde Ermenice ve psikoloji öğretmenliği yaparak, emekliliğine kadar çalışmayı sürdürmüş. Bir kızları var; hukukçu, İstanbul’da bir vakıf üniversitesinde öğretim üyesi, evli ve yeni anne. Paskal Törenli’nin Ankara’yla ilişkisinin kalmadığını düşünebilirsiniz. Annesini kaybettiğinde zaten iki yaşındaymış. Şimdi artık babası, teyzeleri, dayısı, geçen yıl vakitsiz giden kız kardeşi de hayatta değil. Aile büyükleri gittikçe azalmış ama hâlâ bir ayağı Ankara’da. Sık sık çeşitli vesilelerle akrabalarını ziyaret ediyor. Bu aralar bir düğün için yine Ankara’ya gitme planları var — amcasının oğlunun torununun düğünü. İlişkiler korunuyor.

Törenli de Özaydan da Ermeni, ikisi de Ankaralı ama, nesil farkı yanı sıra pek çok noktada ayrılıyorlar. “Ankara’da Ermeni var mı?”[3] diyecek kadar Ermenilerden bihaber olanlar, Ermeni cemaat(ler)inde bu kadar çeşitlilik olduğunu bilemezler elbet. Biz insanlar, ötekilerimizi genelleştiririz; kendimize tanıdığımız karmaşıklık, değişkenlik hakkını ötekimize tanımayız nedense.

Nasıl Ermeni, nasıl Hristiyan? Kamer öğrencimken Ermeni olduğunu tahmin etmekle birlikte, mezuniyetinden sonra Facebook arkadaşı oluncaya kadar, Ermeni olduğunu da, tam olarak “nasıl bir Hristiyan” olduğunu da bilmiyordum. Ermenilerin “aslen” Gregoriyen olduklarını, Ankara’nın “tarihsel olarak Katoliklerin merkez üssü”[4] olduğunu, bir kısım Ermeninin de Protestanlığa ihtida ettiğini başka bağlamlardan biliyorum ama Kamer’in Gregoriyen olduğunu yeni öğrendim. Törenli ise Ankaralı Ermeni Katolik diye biliniyor ama sadece baba tarafı Ankaralı ve Katolik; anne tarafı Gregoriyen. Ankara’ya Yozgat’tan gelmişler, “1915 sebebiyle.” Yozgat merkezden; Çıtanoğlu, Yozgat diyorlar o zaman.

Kamer Özaydanlı ile Paskal Törenli’nin ortak yanları, ikisinin de, Hrant Dink Vakfı’ndan yeni çıkan, Sessizliğin Sesi dizisinin üçüncü cildi Ankaralı Ermeniler Konuşuyor kitabının dışında kalmış olması. Kitabın hazırlıkları sırasında Kamer’in babası ve amcası ile görüşmüşler, ancak “orda daha çok Katolik Ermenilerinden bahsediliyor — biz Gregoriyeniz mezhep olarak. Gregoriyen Ermenilerinden biraz daha alt tabaka gibi, Katolik Ermenilerinden biraz daha üst tabaka, elit diye bahsediliyormuş. Babamlarla konuşulmuş ama pek yer verilmemiş” dedi, kırgın değilse de biraz buruk bir tonda. Törenli’nin kitapta yer almaması ise anonim kalmasının imkânsızlığından kaynaklanmış. Araştırmada “konuşan” Ankaralıların adını kitapta vermeme kararı almışlar. Oysa Törenli’nin hikâyesi, adını vermese de, kimliğini açık etmeye yeteceği için projenin dışında kalmış.

Hangi Ankara? Paskal Törenli’nin çocukluğunun Ankarasında “Tabakhane Mahallesi” var — Bentderesi’nin üstü, “aşağıdan Hisar görünür.” Şimdi Roma Hamamı’nın bulunduğu yerdeymiş evleri. Kardeşleri ve komşularının çocukları gibi o da Necatibey İlkokulu’na gitmiş. Sonra, Anafartalar var — yaz tatillerinde “işe koyarlarmış” akrabaların yanında. Kuyumcuda, ecza deposunda, Devrim Okulu’nun karşısında terzi malzemesi satan eniştesinin dükkânında çalışmış. Yaz tatillerinde Aktepe’ye büyük teyzesinin bağ evine giderlermiş. “Aktepe, Keçiören’in şose tarafı. Keçiören’e giderken ikiye ayrılır yol. Şose derler sağ tarafa; sola giden asfalt. Orda Dutluk durağı vardır. Ordan, indikten sonra, yürüyerek gidilirdi Aktepe’ye. Günde bir kere mi, iki kere mi gelirdi otobüs oraya da ama ekseri Dutluk’tan çok gelen otobüs olduğu için Dutluk’tan biner, gidip gelirdik. Yazın orda bağ bahçesi olan evler kiralanırdı, yazlık gibi. Elektrik yok tabii, gaz lambası var.” Paskal Törenli’nin, “hem Ermenice öğrenir, hem daha iyi okuyabilir” diye İstanbul’a gönderilmesine önayak olan Agop Dilaçar — Artayan; A. Dilaçar diye bilinir — bazı hafta sonları eşiyle Aktepe’ye gelirmiş. Bahçede oturur konuşurlarmış. Teyzesi çok marifetli; Yozgat su böreği, mantı yaparmış. Törenli İstanbul’a gittikten sonra aile Keçiören’e taşınmış. Bir kısmı hala orda oturuyor ama bir kısmı Kavaklıdere’ye, Çankaya’ya — dayısı hayattayken, Güniz Sokak’ta Süleyman Demirel’in evinin karşısında oturmuş, mesela — , bir kısmı da Çayyolu gibi, Ankara dışındaki yeni semtlere dağılmış, villalarda oturuyor.

Kamer’in kökenleri de eski Ankara’da. “Bizimkiler Ziğir’li. Sincan, Ziğir diye geçer. Bizim orda bir köyümüz varmış” — Istanoz da denilen Sincan, Ermenice Zîr. Adana’dan gelmişler Ziğir vadisi’ne, “uzun yıllar orda yaşamışlar,” dedesi savaş döneminde değirmencilik yapmış. Sonra Uğrak Lokantasında garson olarak çalışmaya başlayınca, İtfaiye Meydanı’na taşınmışlar. “Oraya Hacıdoğan der bizimkiler.” Uğrak Lokantası, hâlâ duruyor: Dışkapı’dan Ulus’a doğru, Heykel’e gelmeden sağda yer alan Vergi dairesinin yanındaki lokanta. Ziğir’de geride bıraktıkları köylerine “göçmenler” gelmiş. “Göçmenleri oraya yerleştirmişler. Nerden gelmişler bilmiyorum. Ama onlar da, ‘bunlar gayrimüslimlerin evi’ diye kullanmamışlar. Bizim evleri söküp, yıkıp, gecekondular yapmışlar. Penceresini almış, birşeyini yapmış, öyle derme çatma.” Ardından bir kooperatif katılarak Subayeveri’ne taşınmış aile: “Subayevleri’nde şimdi babamların oturduğu yerler hep garson evleriymiş.” O zamandan beri de aynı semtte oturuyorlar, Kamerler, annesi-babası, yine evli olan ağabeyi ve ailesi yanı sıra küçük bir Ermeni cemaati: “Subayevlerinde biz beş-altı aileyiz.” Annesinin cemaatten üç-beş arkadaşı var mahallede, ev hanımları, birbirlerine gidip geliyorlar; ağabeyinin oğlu mahalle okulunda okuyor. Elbet Kamer’in Ankara’sı daha geniş: Üniversite’yi okuduğu Bilkent’e, şimdiki iş yerinin bulunduğu Çankaya’ya uzanıyor. Ancak, ev merkezli bir yaşantısı var: “Akşam dışarı çıkan bir aile yapımız yok. Ben zaten hep öyle bir insandım. Evimi çok seven bir insanım. Evden çıkmasam bile olur yani.”

Asimilasyon: “Yabancılarla” evlilik ve dil meselesi. “Ankara’da Ermeni var mı?” sorusunun arkasında “Ermeniler İstanbul’da olur, Ankara’da vardıysa da o eskidendi,” anlayışı yatıyor. “Azalıyorlar,” diyor Kamer, “mesela, benim eşim Müslüman. Arda’nın din hanesinde Hristiyan yazıyor ama, eşiniz Hristiyan değilse bizim mezhepte, oğlunuz vaftiz olmaz. Yani, önce benim eşimin din değiştirmesi, kilise nikâhının olması lazım, ritüel olarak. Ondan sonra benim oğlum vaftiz edilecek, mesela.” Ne olacak peki? “Benim eşime kalırsa iş, o din değiştirir açıkçası, böyle birşey için. Çok öyle Müslümanlığı yok. Ama kayınvalidem ne der, onu bilmiyorum. Vaftiz olmazsanız, bizim kendi mezarlığımıza da gömülemezsiniz. Öyle garip garip dini kurallar var. … Ha, tabii şöyle birşey var: Arda büyüdüğü zaman Hristiyanlığı seçecek mi? Değiştirebilir mi? Onu da bilmiyorum yani. Biraz onun kendi tercihi bu.” Şimdilik Arda’nın dinden bütün anladığı bayram! “Bayramları kutluyoruz. Hatta bizim Arda o açıdan çok şanslı, herşeyi duble kutluyor. Hem Müslüman bayramlarını kutluyor, hem Ermeni bayramlarını kutluyor. Biz mesela yılbaşını ayın 6’sında kutluyoruz. Paskalya var. O Arda için güzel bir ritüel, çünkü orda hep hediye geliyor.”

Paskal Törenli’ye göre, “tamamen” asimile olmamışlar ama Ankara’daki çoğu Ermeni, “Ermeniliğinin farkında değil. Biliyor, ‘Hristiyanım ben’ diyor, ‘ismim de Ermeni,’ diyor, gönülden bağlı, ama kültür yok. Dolayısıyla pek haberdar değiller.” Törenli’ye göre öyle görünüyor ki “zamanla, sayının az oluşu ve daha dışa dönük bir hayat yaşanmış olması, artan yabancı evlilikler” nedeniyle asimilasyonun kaçınılmaz olacak.

Kamer’in de eşi “Müslüman”, Törenli’lerin haftaya Ankara’da gidecekleri düğündeki gelin kız da, kendi kızlarının kocası da. Daha bireysel artık insanlar; sırf cemaatleri korumak için grup içinden evlenmiyorlar. “Aynı şey, Fransa’da, Amerika’da, şurda burda yaşayan Ermeniler için de vârit oluyor. Nerde yaşıyorsa, orda evlilikler, oranın kültürüne adaptasyon, haliyle oluyor” diyor Törenli. Gerçi Ankara Ermenileri’nin Antakya’dan “gelin alma” geleneği varmış. Samandağ’dan, bildiğim kadarıyla halen Türkiye’deki tek Ermeni köyü olan Vakıflı köyünden “Ankara’da gelinlerimiz vardır. Ordan çok alınır gelin — Vakıflı köyünden” diyor Kamer; ama “yabancılarla” evlilikler daha sık görülüyor.

Evlendiklerinde, Kamer eşiyle okula gelmişti. Eski öğrencimiz, oğlumuz, gelin getirmişti! Bölüm sekreterliğinde karşılaşmış, oturup konuşmuştuk. Eşi de “Hristiyan” mı diye merak etmiştim, ama sormamıştım o zaman. Şimdi, yıllar sonra, Müslüman olduğunu öğrenince sorma sırası geldi: “Aileden herhangi bir tepki geldi mi bir Ermeni ile evlenmediğin için?” Babası olumlu karşılamış. “Annem çok isterdi — benim ağabeyimin eşi mesela Ermeni, o İstanbul’dan gelin aldı; öyle denk geldi. Annem ilk başta çok istiyordu ama babam, ‘çocuk ne istiyorsa o olsun,’ dedi. Bizim tarafta çok sıkıntı olmadı.” Eşinin teyzelerinden birisi Alman’la evli olduğu için aile alışkınmış anlaşılan; o tarafta da sorun çıkmamış. “Öyle çok muhafazakâr bir Müslüman aile değil zaten kayınbabamlar. İskenderunlular. Kayınpederim Ankaralı ama İskenderun Demir Çelik’ten emekli. Kayınvalidem de orda Ziraat Bankası’nda çalışmış uzun yıllar. Tabii, orda belki İskenderun’un verdiği bir rahatlık olabilir.”

Sadece Ermeni ile evlenmek yeterli değil asimile olmamak için. Biraz da kişilik, yapı meselesi etnik kimliği korumak için çaba gösterebilmek. “Ben öyle çok cemaate bağlı olan bir insan değilim. Bizim jenerasyon da gitgide birbirinden uzaklaşıyor. Çok yakın akrabalarımla bile çok görüşmüyoruz,” diyor Kamer. Israr ediyorum: Bu cemaate bir aidiyet hissettiğine göre, üzüntü duymuyor mu bu durumdan? Birşeyler yapmak istemiyor mu bu konuda? Oğlunun din hanesine Hristiyan yazdırıyor yazdırmasına ama, “çok da çabanız var mı diye sorarsanız, yok hocam” diyor. Ağabeyi Ermeni cemaati içindeki sosyal ilişkilerine daha meraklıyken, Kamer için akrabalarını arayıp sormak bir “angarya.” Yılbaşında birkaç kuzeni ile konuşmak yetiyor: “Çok arayıp soran da bir insan değilim; belki yapım bu. Babama çekmişim biraz; babam da öyledir.” Gerçi annesinin de aileyi, akrabaları bir araya getirmek için çok çabası olduğunu düşünmüyor ya… “Hayat gailesinden mi, hayatın zorlaşmasından mı? Hayatımıza bakıyorum eşimle. Ben sabah çıkıyorum, işe gidiyorum, akşam geliyorum. Cumartesileri de çalışıyorum. Bir koşturma. Arda’nın [oğlu] geleceğinin garantisi için… Onlar mı ağır basıyor?”

Belki asimilasyon hızlanıyor ama, bir önceki nesilde Ermeni ve Müslüman çocukların mahallede birlikte oynaması sayesinde yaşadıkları kaynaşma da, orta sınıfın değişen yaşam biçimiyle zorlaşıyor gibi. Arda arkadaşının evine gidip playstation oynuyor, örneğin. Paskal Törenli’nin hatta Kamer’in çocukluğundaki gibi mahalle arkadaşları yok Arda’nın. “Çocuğu sokağa da çıkartmıyoruz ki oynasın,” diyor babası; “birşey olacak, araba çarpacak diye kapının önüne bile çıkamıyor”. Halbuki Paskal Törenli’nin çocukluğu mahallede geçmiş. Akşam babaları eve gelinceye kadar, Müslüman mı, Katolik mi, Gregoriyen mi olduklarını bilmeden, hep beraber oynarmış çocuklar. Okulda din dersi seçmeli olduğu halde, sınıftan ayrılmaz, Müslüman çocuklarla birlikte okurlarmış. Sadece haftada bir gün Hisar’daki Fransız Katolik Kilisesi’ne, Pazar okuluna gittikleri zaman Müslüman çocuklardan ayrılırlarmış.

Ankara Ermenilerinin çoğu Ermenice konuşmuyor. “Babam üç sene gitmiş Ermeni okuluna, sonra yanmış okul,” diyor Törenli. Şimdiki Hal’in bulunduğu, o zamanlar Karaoğlan dedikleri bölgede bulunan okul Karaoğlan Çarşısı yangınında yanmış. Ermenice öğrenimini sürdürememiş o zamanki çocuklar. Zaten okul dışında Türkçe hakimmiş Ankara’nın Katolik Ermenileri arasında; “aile içinde, birbirleriyle, arkadaşlıklarda falan Türkçe konuşuyorlar.” Osmanlıca yazmak zor olduğu için, bilenler, o dönem, Ermeni alfabesiyle Türkçe yazarlarmış. Hiç Ermenice bilmeyen Paskal Törenli Pangaltı Lisesi’nde az sıkıntı çekmemiş: “Hazırlık sınıfı yoktu. O şartlarda Ermenice öğrendim ama nasıl öğrendim. Türkçe kültür dersleri dışındaki bütün dersler Ermenice görülüyordu.” Türkçe derslerine sıra gelse de “bir nefes alsak” diye beklediğini hatırlıyor. Sonra, Ermenice öğretmeni olacak kadar hakim oluyor ana diline. Önce Pangaltı Lisesi’nde sekreterlik, sonra anaokulu öğretmenliği yapan eşi Seta’nın da Ermenice sıkıntısı yok. Evde karı-koca iki dilde de konuşuyorlar. Kızları Maral, İstanbul’da Fransız okulu Lycée Français Pierre Loti’ye paralel olarak devlet okulunda, Galatasaray Üniversitesi’nde ve Fransa’da okumuş, halen İstanbul’da yaşayan hukukçu, akademik, bir dünya vatandaşı. Entegre olmuş ama asimile olmamış.

Kamer’in babası da anadilini öğrenmek için İstanbul’a gidenlerden: “Uzun yıllar İstanbul’da okumuş yatılı olarak — ilkokul, orta okul. Liseye kadar.” Kamer’in Ermeni aidiyeti dilinden okunuyor: “Bizim Ermeni okullarından bir tanesinde; Karagözyan galiba. Taşradan falan gelen çocuklar orda yatılı bakılıyor. Çünkü babamın, dedemlerin, öyle çok iyi bir durumları yokmuş. Ankara’dan üç kişi gitmişler. Bir tek babam liseye kadar okumuş. O konularda … tuttuğunu koparmaya çalışmış.” Annesi zaten İstanbul’dan gelmiş. “İlkokul mezunu ama bütün okulunu İstanbul’da okumuş ve Ermeniceyi biliyormuş” diyor Kamer, yine de, “Ermenice konuşmazlardı evde.”

Peki sen Ermenice biliyor musun? diye soruyorum Kamer’e. “Çok az, evde annem babam hiç konuşmadığı için.” Niye peki? Babası o kadar meraklıymış, İstanbullara gitmiş okumak için. Annesi de biliyormuş. Neden öğretmemişler çocuklarına? Kamer’in yanıtı pragmatik: “Tercih etmemişler herhalde. Çok da kullanılmayacağını düşündükleri için.” Halbuki Ermenice öğrenmek için başka fırsatları da varmış Kamer’in: “Anneannemler eski İstanbullu. Kınalıada’lı esasında. Zaten Kınalıada bizim cemaatin olduğu yerdir. Ermenilerin yazlık evi Kınalıada’dadır — İstanbul Ermenilerinin. Anneannem Kınalıada doğumlu. Amcası papaz. Koyu bir aileden gelen bir İstanbul hanımefendisiydi. Sonra çalışmış uzun yıllar, parasını kazanmış. Matbaada çalışmış. İlginç bir kadın. Bütün yaz tatillerim onun yanında geçmiştir. Onlar da çok konuşmazlarmış ki öyle bir kulak dağarcığım yok.” Oğulları Arda’nın Ermenice öğrenme olasılığı daha da zayıf; annesi zaten Ermeni değil. Hemen fiyaka satmak için bildiğim bir kaç Ermenice kelimeyle lügat paralıyorum. “Arten, ‘zaten’ demek, biliyor musun?” diyorum. “Bak işte hiç bilmiyordum onu. Benim de bildiğim birkaç kelime vardır ama, unutuyorum kullanmadıkça… Ama isterdim,” diyor, “niye konuşmamışlar bilmiyorum.” Fiyaka satma çabalarım sonuç veriyor: “Aslında siz benden daha çok bilgiye sahipsiniz diyebilirim. Çok öyle araştırıp okuyan bir insan da değilim. Babam çok okuyan bir insanmış ama bize geçmemiş. Ağabeyim de öyle ben de. İncil’i bile çok doğru düzgün okuduğum söylenemez.”

Kamer’in de ağabeyi Murat’ın da isimleri “ele vermiyor” Ermeniliklerini — ya da Hristiyanlıklarını. Oysa bir önceki nesilde, annesi-babası gibi, kuzenlerinin de Kamer’in deyişiyle “ağır” ya da “koyu” Ermeni adları var: Kevork, Garabet, Antranik. Kamer’e dedesinin adını “göbek adı” olarak koymuşlar: Agop — ama nüfus cüzdanında yazmıyor.

Yine de, Ankaralı Ermeni cemaatinin geri dönüşü olmayan asimilasyonundan söz edemeyiz. Ağabeyi de Kamer gibi çok az Ermenice bildiği halde, İstanbullu Ermeni olan eşi sayesinde, 10 yaşındaki oğulları Aksel’le annesi, babaannesi ve anneannesi Ermenice konuşuyor. Aile, bir nesil atlasa da anadiline dönebiliyor.

Ermeni mi, Hristiyan mı? Ankaralı Ermeniler kitabının tanıtma yazısında okumuştum: “Azınlığın azınlığı” oldukları için Katolik Ermeniler kendilerini tanıtırken “Katoliğiz; Ermeni değiliz,” diyorlarmış. Paskal Törenli de, “cemaat içinde biz iki kere azınlığız” diyor. “70,000 civarında Ermeni olduğu söyleniyor. Kesin bir sayı yok tabii. Ama 2,000–2–500 Katolik var.” Törenli ailesinin “aşırı bir dindarlıkları” yokmuş, “vecibelerini gerektiği kadar” yerine getiriyorlarmış, “bayramdan bayrama.” Törenli’nin dediğine göre, Ankara’da, Gregoriyenler Ermeni Katolikleri “züppe” olarak stereotipleştirirmiş. “Kendilerini Fransız zannediyorlar” derler, pek iyi geçinmezlermiş. Katolikler de Gregoriyenlere “Ermeni” dermiş — “sanki kendileri değilmiş gibi.” Törenli’nin anlattığı birkaç hikâye bu antagonist tavrı esprili bir şekilde örnekliyor: “Bir Katolik kadın demiş ki, ‘Ermeni kilisesinin önünden geçerken ayağıma diken batsa eğilip çıkarmam.’ Eğildiği zaman Gregoriyen kilisesine saygı için eğilmiş olacak ya! Bu kadar fanatik.” Bir de Hisar’daki Fransız Katolik Kilisesi’nde yaşayan Zangoç’un hanımı var, Verjin: “O kadın için derlerdi ki, nüfus sayımında gelmiş memurlar, milliyet filan soruyorlar, ‘Katolik milleti’ diyormuş. ‘Yahu kardeşim, anladık, Katolik ama’ diyormuş memur, ‘ne Katoliği?’ ‘Sen,’ diyormuş, ‘yaz! Katolik milletinden Çöteoğlu’ Çöteoğlu mu, Çöteyan mı… Bir türlü Ermeni olduğunu söylemiyor.” Kamer, Gregoriyen — Ermeni hasımlığı konusunda herhangi birşey söylemiyor, ama doğma büyüme Ankaralı olduğu halde hiç bir Ermeni Katolik arkadaşı, hatta tanıdığı yok.

Anlaşılan “azınlığın azınlığı” olmakla ilgisi yok Hristiyanlığı ön plana çıkarmanın; çünkü “azınlığın çoğunluğu”na mensup olan Kamer de kendini Ermeni değil, Hristiyan olarak tanıtıyor: “Ben genelde “Hristiyan” derim, “Ermeniyim” demem. Çünkü Ermenilik hakikaten bizim … Şöyle bir sıkıntı var Ermenilerde: Hep piyon olmuşlar ya Osmanlı döneminde –Ermeniler ön plana sürülmüşler Haçlı Seferlerinde filan– onun için belki, Türkiye’de Ermeni dediğiniz zaman insanlar biraz daha farklı bakıyor. Ama Hristiyanız dediğiniz zaman daha geniş bakıyorlar.” Babası da, anlaşılan, dışarıya karşı Ermeni olarak görünmemesini daha uygun bulmuş. “Hatırlıyorum, benim ilk resimli hüviyetimde ‘Ermeni’ yazıyordu; … babam onu hafifçe silip ‘Hristiyan’ yazmıştı. Niye yazmıştı, onu da çok bilmiyorum işin açıkçası,” diyor.

İstanbul üzerinden Ankara Ermeniliği. Ankara’da Ermeni olmak, İstanbul’da Ermeni olmaktan çok farklı. Konu dönüp dolaşıp oraya geliyor. Ankaralılar, Ermeniliklerini İstanbul ile karşılaştırarak, İstanbul bağlantıları kurarak, hasılı İstanbul üzerinden anlatıyorlar.

Herşeyden önce, asimilasyona uğramamak için anadil öğrenimi bir önkoşul ise, bir Ankaralının yolu kaçınılmaz olarak İstanbul’dan geçiyor. Nesillerdir bu böyle olmuş; bugün de durum aynı. Ankara’da yaşadıkları sürece, Arda’nın Ermeni okuluna gitmesi söz konusu değil; öyle bir seçenek yok. “İstanbul’da da, tamam yani, dayımlar yaşıyor, akrabalarımız var ama, İstanbul çok gitmeyi düşünmediğim bir şehir. Onun için de sırf taşınır mıydın diye sorarsanız, taşınmazdım herhalde,” diyor Kamer.

İstanbul’da Ermeniliğin ifade edilebileceği ortamlar çok daha fazla. Çocukken, “hayat böyle” diyorsunuz; Paskal Törenli sonradan, geriye bakınca Ankara ile İstanbul’u karşılaştırabiliyor. “İstanbul’da Ermenice konuşan epey insan var. Gerçi beklenilen derecede değil. Türkçe daha yaygın. Ermenice bilenler git gide azalıyor, veya bilse bile Türkçe konuşuyorlar. Ama, Ermenice gazeteler var. Kiliseler var. Dernekler var — bazı kültürel faaliyetlerde bulunuyorlar. Burda Ermeni cemaatinin kendine has bir yaşam tarzı var.” Kamer de sık sık lafı İstanbul’a getiriyor: “Okullar var İstanbul’da, kiliseler var. Ve daha kozmopolit İstanbul. Ankara öyle değil.” Dış göç nedeniyle İstanbul’da da Ermeni nüfusu çok azalmış durumda ama, “Ankara’da “Gregoriyen nüfusu 200–300’ü geçmez” gibi geliyor Kamer’e. Katolikler de var tabii, ama onların sayısını pek kestiremiyor. “Ankara’da çok baskın değiliz. Mesela bizim mezhebin hiç kilisesi yok. Katoliklerin bir Kale’nin aşağısında vardır, bir de sefaretin içinde ufak bir kilise var. Ankara’da öyle ayinler falan olmaz. Herşey İstanbul’dadır.”

“Ankara’daki cemaat biraz kapalıdır,” Kamer’e göre; bunun nedeni “bürokrasi” ve ona bağlı olarak azınlıkların kontrol altında tutulmaya çalışılması: “Çok da bilmiyorum ama, ben çocukken, belli bir döneme kadar bu Ankara’daki Ermenileri sayıyorlarmış karakoldan gelip. Böyle, değişik birşeyler vardı. Çok da bana anlatılmamıştı.” Çocukken, “Asker olursan hiçbir yere gelemezsin. Belli bir kıdemden yukarı gelemezsin. Ermenilerde böyle birşey olmaz!” dendiğini hatırlıyor Kamer. Bir de, bir iş başvurusunun reddedilmesi olayı yaşamış: “Mezun olduktan iki yıl sonra TOKİ’ye başvurdum. … Mülakata çağırdılar beni. Pişkin pişkin gitmiştim, çalışıyordum çünkü. Mülakat geçti, oldu filan dediler, evraklarımı teslim ettim. Sonra, işe alınmadım bir şekilde. Hiçbir sebep de söylenmedi. … Dinden dolayı birşeyler olmuş olabilir. Çünkü AKP hükümeti baştaydı. Ama ben hiçbir zaman bir sıkıntısını ve zorluğunu yaşamadım, bizim — benim — jenerasyonda işin açıkçası.” İtiraz edecek oldum; tamam o sırada güvencedeydi, işi vardı, TOKİ’de çalışmak zorunda değildi, ama sırf Ermeni ya da Hristiyan olduğu için başvurusu reddedildiyse, “bir sıkıntı ve zorluk yaşamadığı” doğru değildi. İtirazımı kabul etmedi Kamer: “Ama şöyle bir hikâye de var. Benim ağabeyim şu anda Milli Eğitim Bakanlığı’nda devlet memuru. Sözleşmeli girmişti ama bu AKP hükümetinin son uygulamalarıyla o da devlet memuru oldu. Yani, öte taraftan bakınca da, olmasa o da olmazdı. Ama tabii, o komple bir yasaydı. Yasa geçti, onun içinde ayırabildiler mi ayıramadılar mı onu da bilmiyorum.” “Mağduriyet edebiyatı” Kamer’in tarzına uymuyor.

Bürokrasi bir yana, ailesindeki kapalılığı Ankara’ya özel bir durum olarak değil, 6–7 Eylül olayları çerçevesinde, yani İstanbul üzerinden açıklıyor. Anlatılarında, İstanbul’un sicili daha kirli: “Herhalde bu Rum tecridini yaşadığı için annemler, çok etkilenmişler. Anne tarafım. Rumlar İstanbul’dan gönderiliyorlar ya, annem onu yaşamış. Annemler benim Kumkapı’da otururlarmış. Anneannem matbaada çalışırmış. O dönemde yaşadıkları için İstanbul Ermenilerinde biraz böyle bir korku var galiba.” Kamer, “mağduriyet edebiyatı” yapmadığı gibi, Müslüman çoğunluk içinde Ermeni ve Hristiyan azınlıktan olmanın bir sıkıntısını da yaşamadığını söylüyor. Özellikle annesinin İstanbul’da yaşadığı koşullar ile kendi koşullarını karşılaştırıyor, bu “sıkıntı” yaşama konusunda. “Benim babamın adı Rupen, annemin adı Ağavni, yani koyu Ermeni isimleri. Ama soyadlarımız biraz daha ‘yan’lılardan arındırılmış. Biraz da bunun nedeni … Rumların yaşadığı tecrit … Annemin biraz korkuları vardı bence ama ben — belki okuduğum okullardan — yaşadığım çevrede etkisini görmedim hiç. Biraz da tabii babamın sağladığı imkânlardan…”

Kamer’in Ermenilikle ilişkisi, çocukluğunda olduğu gibi şimdi de, neredeyse tamamen İstanbul’la bağlantılı. “Ağabeyimin eşinin annesi, bizim okullardan birinde öğretmen ve İstanbul’da çok aktifler. Mesela kitaplar falan onlardan geldi. Çok yakın dostları var Agos’ta çalışan.” Babasının gittiği okular Karagözyan ve Tıbrevank dilinde. “Babamın çok fazla papaz arkadaşı filan var. Onlar okumuşlar. Babam devam etse belki papaz mapaz olurmuş ama öyle birşey olmamış.” Babasının eski okul yıllıklarına bakıyorlar, İstanbul’da beş yıl kadar önce toplanan eski okul arkadaşlarından bahsediyorlar: “Çoğu şimdi yurt dışında.” Mıgırdiç Margosyan’ın Tesbih Taneleri’nde[5] anlattığı, 1940’larda, 50’lerde, akşam oturmasına ev gezmelerine giden dost ve akrabaların eskiyi yadetmeleri, gidenleri anmaları geliyor gözümün önüne.

***

Törenli, “garip birşey” hatırlıyor çocukluğunun Ankarasından: “Yaşlılar, kadınlar falan kendi aralarında konuşurken, biz oynarken içeri girersek o mevzu kapatılırdı. Hissederdik, birşeyler bizden gizleniyor ama, demek o kadar merak etmezdik. Enteresan; biz de zorlayıp da sormadık, ‘Ne var? Ne oldu? Dedemiz neydi? Nerdedir? Nasıl oldu?’.”

Ankara’da azaldığımız kesin. Ama sadece Paskal Törenli gibi Ankara’dan ayrılanlar nedeniyle değil. Kamer, ailesi ve komşuları gibi, Ankara’da yaşadığı halde görünmeyenler, işitilmeyenler, kulağına fısıldayacak kadar güvenecekleri birilerini bulmazlarsa sessiz kalanlar, kendileri olarak varolamayanlar nedeniyle de.

Kaydettiğim derinlemesine görüşmelerden çıkartılabilecek çok sonuç, daha önemlisi ele alınmayı bekleyen çok konu, yöneltilebilecek çok soru var. Bir gazetenin yer sınırlılıklarını aşacak tartışmaları Ankaralı Ermeniler Konuşuyor çalışması ile ilişkilendirerek; diyaspora bağlantılarına, kripto-Ermeniliğe, sessizlik, sindirme, korku siyasetlerine, 1915 olaylarına da değinerek, Ankara’da Ermeni ve Hristiyan olmayı mercek altına almak geliyor insanın içinden. Burada bir kitap projesi mi görünüyor?

[1] Paskal Törenli ve Kamer Özaydan’a teşekkür borçluyum. Antropoloji eğitimimden gelen alışkanlık ve etik kaygıyla, adlarını açık olarak yazıp yazmama konusunu kendilerine bıraktım. Her ikisi de yazmamda bir sakınca olmadığını söylediler. İçim neden hâlâ rahat değil?

[2] Balancar, Ferda (Der.). Sessizliğin Sesi III: Ankaralı Ermeniler Konuşuyor. Hrant Dink Vakfı, İstanbul, 2013.

[3] Beyza Kural’ın, Ankaralı Ermeniler Konuşuyor hakkındaki yazısının başlığı (“Ankara’da Ermeni Var mı?” BİA Haber Merkezi, İstanbul, 30 Aralık 2013, http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/152469-ankara-da-ermeni-var-mi).

[4] Beyza Kural’ın bianet’teki yazısında alıntılamış.

[5] Altıncı baskı. Aras Yayınları, İstanbul, 2010 [2006].

Solfasol Mart 2014 sayısında yayımlanmıştır.

--

--