GEMİ
“İnsan, bir hiç değildir.” — Ayhan Geçgin; Son adım.
Günler, fermuarlarını açıp açıp bir bir üzerimize işediler. Kendi tuvaletlerimize baktık ve bulamadık. Öylesi kalpsiz bir sidik kokusu… Güneşlerimizin üzerinde mavi yelekli adamlar tepişti. Hayal edin, ellerimiz kurudu ümitsizlikten, birbirimize evlerimizden kazaklar taşıdık.
Yemeklerimiz, yediklerimiz nasıl diyeyim; bir acayip, bir tatsız, bir sevimsizce soğuyuverdi. Zaten masalarda da, yalnız konuşmak için toplaştık. Afiyet, bal, şeker diye kanımıza karışan, akşam sigaralarıydı. Acele acele bitirip geri dönmek gerekti hep; düşünmeye ve ne yapıp edip bağırmaya, daha evvel akıl edilememiş bir isyan metnini… Tüm seslerin arasında en çok kuşları duymaya uğraştık, bazen birkaç şakımanın berisinden çocuk bağırışları… Yoksa yani, başka türlü katlanılmazdı…bir sonraki sabah yeniden uyanmaya.
Çocuk bağırışları diyorduk ya, Berkin bir gemiye binip gitti. Mehmet 10 yaşındaydı, vuruldu; şimdi 40’ına girmiş olmalı. Sokaklarda kolkola girip ağladık, birbirimize vurup bağırdık: “Ey gökdelen ırzındaki gökyüzü! Ey çayırları satılmış toprak!….ve siz, benzer bildiğimiz, dost diye kandığımız, siz bütün insanlık; bir gecede nasıl koptu bunca kötülük? Birhan Keskin yeni bir şiir bile yazdı. Bütün bu sefaletin karşı konulamaz ilhamıyla.
Çok dilimize geldi, çok kere topladık eşyaları…ama gidemiyoruz da buralardan. Çünkü Edirne’de yaşlı bir teyze, çocukların oynadığı arsaya giren belediye kepçesinin önüne oturdu. Mahkeme, arsadaki inşaatla ilgili yürütmeyi durdurdu. Gidemedik, kaldık böylece. Bir kez daha olmuştu: Fırtına Deresi’ni HES’e teslim etmek istemeyen Melahat Nine, derenin kenarında düşman bekler gibi sabahlara kadar beklediğini, iki kemik kalana dek bu davayla uğraşacağını anlatmıştı.
Kalmak yeter mi halbuki… Ölmemek de gerekir. Kalmak yetmez, ölmemek icap eder. Bir hastalığa nusubete de gerek yok üstelik; çok acıdan da ölür bile insan. Hatta sıklıkla çok acıdan… Bu yüzden oğullarını görmeye gitmediler mi Fadime Ayvalıtaş ve Hatice Can?
Kalmak yetmez, ne olacaksa hakkını vererek… Örneğin en önce, yürüyebilmek gerek! Oysa akneli kamburlar miras aldık arkamıza. Ayaklarımızdan çekiştiren şu özel harekatçılar, uzman çavuşlar, korucular, emniyet müdürleri ne olacak? OHAL’lerde kaybedilenler, kaybolanlar…O’hallerin valiliğini yapan kravatları yamuk adamlar ne olacak? Bu yamuk adamlara emir veren içerideki işlerin bakanları, adaletin bakanları, en baş bakanlar, genelkurmay başkanları ne olacak? Ellerindeki kanı silseler ne olacak? Bizim elimize kan bulaştı.
Kurşun! Kurşun! Kurşun! Kaçıyor musun? Kaçma! Hepimiz vurulduk! Hepimiz birbirimizden habersiz vuruluyoruz. Bir gün toplanmak üzere birikiyoruz. Korkuyor musun? Korkma! Yerlerden al yüzünü; al yüzünü yerlerden, toparla! Bir kadının ihanetini kaldıramayınca günlerin gecelerine giriyor ya; kusuyorsun hani uyumaktan, içmekten, sevilmemekten…ve nasıl oluyor da tek bir tüyün kıpırdamıyor devletin seni aldatınca?
Zbam! Zbam! Zbam! Polisler kafalarımızın kapılarını yumrukluyor. Duyuyor musun? Açma! Çünkü psikolojik bir savaş bu! Çünkü Berkin’in bindiği gemi taaa Gazi Mahallesi’nden kalkıyordu; Roboski’den kalkıyordu, Reyhanlı’dan geçiyordu…, suyu olmayan memleketlerden toprağı yara yara, yakılan köyleri taşıyordu. Bir 28 Şubat’ta demir almış olabilirdi ama dur 12’siydi belki Eylül’ün, değilse 6’sı ya da 7’si? Biz anımsıyoruz; Nusaybin’den, Kulp’tan, Şemdinli ve Yüksekova’dan, Lice’den geçilmişti. Susurluk’ta soluklanıp; Maraş’a, Malatya’ya taziye yemekleri bırakılmış, Sivas’ta şairler dizelerinden koparılmış, Çorum’daki çocukların ayaklarından kenarı menekşeli çoraplar zorla çıkarılmıştı. Affet, tam ne zamandı sırasını şaşırabiliriz. Çünkü yaşadığı toplumun belleğinin kökü, twitter’dan önce kazınan çocuklarız biz. İşte sonra Ankara’ya gidilmişti. Uğur Mumcu’nun, Abdi İpekçi’nin, Yusuf Ekinci’nin evlerinde kalınmıştı.
Onlar kapıları çalınınca açtılar, sen açma! Anlaşılıyor ki o gemi, bir demir yığını halinde senin sokağına girene dek beklemek niyetindesin. Bir kadın seni aldattı diye dünyayı bile yakabilirken erkekliğin; sırtını hançerlemeye devam eden şu devleti belli ki mazur göreceksin. Hrant Dink’e el salla, mübadele Rumlarına…; hem iyice dikkatli bakarsan sağ güvertede bir Alevi deyişiyle dans eden Romanları görebilirsin. Ali! diye seslenirsen bütün yolcular dönüp kafasını çeviririr şimdi ve Fırtına Tepesi’nin yamacında bağıran o hidroelektrik enerji santralinin gönlümüzü yerinden çıkarıp bir kaldırım taşına nasıl fırlattığını anlatır sana Metin Lokumcu… Ah Metin Lokumcu… Yaşasaydı hislenip kalkar bir şarkı söylerdi onun için Kazım. İşte böylece karardı Karadeniz… ama bilmem ki öncesi aydınlık mıydı herhangi bir sabah bu ülkede? Ömerli, Silopi, Dargeçit, Cizre… basılan köylerde zorla kaybetmeleri birbirine ekleye ekleye, böyle namussuzca büyüdü mürettebatı bu geminin. Dersim! Dersim! Dersim!
Devlet koruması altında tecavüze uğrayan küçük kızların saçlarını örüyor Pınar Selek. Seçebildin mi; yaslandığı cam, iskeleye düşüyor. Camın arkasından Sevan Nişanyan, -hiç de bitirme telaşı duymadan- usul usul elindeki kitabı okuyor. Bıyıkları, tersanelerin taşeron boşluklarında ansızın ölüveren elleri nasırlı amcalarınkine benziyor. Birazdan işte bu tersane işçisi canına kurban amcalar da, yanlarında ölü maden işçisi başka amcalarla birlikte geliyor. Gemi kalabalıklaşıyor. Bir tanesi, okul tuvaletinde üzerine lavabo düşünce ölen Efe’ye, uzaktan horoza benzeyen bir şeker uzatıyor. Aralarında, açtıkları davaya karşılık 275 bin TL ödenen ailesini konuşuyorlar. Çocuğa duyurmamak için fısıltıyla anlaşıyorlar.
Efe bir şey duymasın elbette; ama kötü haber tez yayılır diye biliyorduk, olanları senden kim gizliyor? Örneğin Hayata Dönüş Operasyonu’dan bahseden bir gazeteyi eline aldın mı hiç? Ankara’da metro inşaatının açtığı göçüğe düşüp hayatını kaybeden Kadir için ulaştırma bakanlığı yüksek bürokratlarının ağzından, geceleri içimizde büyümeyen bir şey işittin mi? Kadir hakkında herhangi bir şey işittin mi? Bir havan mermisini rüyanda gördüğün ve sabah uyanınca hala yaşadığın oldu mu? 12 yaşındaki Ceylan gibi hiç uyanamadığın? Hep 12 yaşında kalmakla ilgili ancak acıklı olabilen bir hayal kurdun mu?
Kötü haber: Bir kadının ihanetini senin gibi depresyonda geçirmeyenler de var, örneğin bir silah edinip sevgililerini vuruyorlar. Her türlü ucubeliği gözümüze sokan bu korkunç modern zamanlar, kötü haberleri bizden gizliyorlar. Üstüne, başımıza gelen her şeyden Yahudileri sorumlu tutuyorlar. Annelerini babaları tarafından dövülürken izleyen bütün çocukları toplayalım o zaman, gemi gidiyor. Kentsel Dönüşüm mağdurları, Utku Kalı, vicdani retçiler! Biniyor musunuz? Geceleri otobanlarda saçlarından sürüklenen transeksüeller; Ethem’in, Ali İsmail’in anaları; Medeni’nin, Ahmet’in, Apocan’ın arkadaşları; Hasan Ferit’in, Mustafa’nın, Burakcan’ın sevdicekleri; siz, siz, siz! Günler üzerimize işediler bir bir fermuarlarını açıp, kocaman kasklı adamlar ekip otolarının arkalarında taciz etti yoldaşlarımızı. Bu yoğun, hadsiz idrarın çullanışından konuşamıyoruz, gemi gidiyor; geliyor musunuz? Günlerdir uyumayışımız iyi şeyleri kutlamak için olmalıydı, perişanız; düzgün konuşamıyoruz. Kaybolan tutanakları arıyoruz çöp kutularında, küçük küçük odalara yüzlerce insan doluşup rakamlar doğru mu diye bakıyoruz. Çay demliyoruz, olmuyor. Kurşun! Kurşun! Kurşun! Hatırladıkça hatırlıyoruz. Herbirimiz başka yerimizden aynı silahla vuruluyor. Vicdanımın ortasında ayı postu büyüklüğünde bir delik…! Çay koymaya gidiyoruz, olmuyor. Herbirimiz aynı yerimizden başka silahla vurulmuşuz. Hepimiz aynı gemiyle geçiyoruz susuz memleketlerin çok daha evvel yarılmış topraklarından. Ne büyük, ne onursuz bizim yenilgimiz. Öyle ki hiçbir cehennem bunca alamazdı ahımızı.
Berkin bir gemiye binip gitti. Günler ıslattı bizi. İdrarıyla. Hacet yok denizin hasretine! Sen de dök bizi toprağa, kurağa…, Berkin’in binip gittiği gemi, barındırma bizi! Ey uğursuzluk uğra bize! Uğra ki bilelim ne hafifmiş ellerin… devlet babanın şefkatli adaletinin yanında! Zbam! Zbam! Zbam! Polis kafamızın kapılarında! Açma! Açma! Açma! Çünkü psikolojik bir savaş bu. Çünkü aynı gemideysek, kalmak yetmez. Kalmak yetmeyecek. Ölmemenin bir yolunu bulmalı. Ellerimiz artık ümitsizlikten kurumamalı.
*Sevgili Berivan Eliş Türkmen’e, ilham ve enerjisi için kalpten teşekkürü borç bilirim.
Solfasol Nisan 2014 sayısında yayımlanmıştır.