Kızılırmak Sokak Ankara’nın Leylak Haliydi…

Füsun Çiçekoğlu

Gazete Solfasol
Gazete Solfasol
10 min readApr 21, 2016

--

Evet, önümüz bahardır biliyorum

Leylâklar açacak biliyorum

Kiraz da çıkacak yakında

İyi şeyler söylemek de gerek biliyorum

Sevgilim güzelim bir tanem biliyorum da

Şimdilik bağışla.

Turgut Uyar, “Baharda”

Sokaklar da canlılar gibi doğup, yaşayıp, ölüyorlar. Ecelleriyle de değil, öldürülüyorlar. Adları, öldürüldükten sonra da tabelalarda yaşamaya devam ediyor bazen. Mezar taşları gibi… 1960’lı yıllarda çocukluğumun geçtiği Kızılırmak Sokak tabelasını şimdi her görüşümde, içimde bir mezara gelmişim duygusu… Kızılırmak Sokak tabelasına, o tabelanın şimdi işaret ettiği cansız sokağa, hoyrat bir elin benden koparıp aldığı bir sevgilinin mezarını ziyarete gelmişim gibi bakıyorum. Kederle, hasretle…

Geniş bahçelerinin Ankara taşı duvarlarından dışarı taşan leylâk dallarıyla baharı, iğdelerle akasyaların birbirine karışan kokusuyla yazı bize getiren Kızılırmak Sokak yok artık. Sonbaharla, Kızılırmak Sokak’tan Selanik Caddesi’ne dönüp aşağı yürürken Yüksel Sokak’ın köşesindeki kestaneciyi gördüğümüzde karşılaşmıyoruz ne zamandır. Kış, gelişini Mithatpaşa Caddesi’nden yukarı tırmanırken ayakları kayınca üzüldüğüm, sola Kızılırmak Sokak’a dönüp de düze çıktıklarında ferahladığım kömür arabalarına koşulmuş atların nal sesleriyle gelmiyor. Bazı kömürcüler iyi kalpli olur, atları fazla zora koşmazlardı. Yelelerini okşar, arada bir Adakale Sokak’ın köşesindeki manav Hüseyin Amca’nın onlara ayırdığı çürük elmaları yedirirlerdi hayvanlara. Kömürcülerin bazıları çok kötü kalpliydi ama… Hem arabaları çok doldurur, hem de ağızlarından köpükler gele gele Mithatpaşa yokuşunu tırmanan, bazen de buzda kayıp, tökezleyip dizlerinin üstüne çöküveren atları kıyasıya kamçılarlardı. Babam kötü kalplilerden almazdı kışlık kömürümüzü.

Arka bahçede, bulanık da olsa, evimizin en iyi göründüğü fotoğraflardan birinde babam ve ablamla

Kışlar atlatılırken, yazlar geçip gidiverirdi. Kışın ardından sevinir, yaz bitti diye üzülürdü evdekiler. Ardından sevinilenler gittiğinde atlatılmış oluyor, gitmesin istenenlerse hayattan geçip gidiveriyordu demek ki…

Her ikisinin de girişi Kızılırmak Sokak üzerinde olan iki katlı ikiz taş evlerin Mithatpaşa Caddesi’yle Kızılırmak Sokak köşesinde olanı bizim evimizdi. Babam evi ablam doğduktan sonra almış. İki komşumuz vardı bitişikte: Suzan Teyzeler ve alt katlarında oturan Mediha Teyzeler. Suzan Teyze’nin kızları Aynur ve Ayten’le arkadaştık. Mediha Teyze’nin oğulları Erol ve Ertuğrul ise, hepimizin abileriydiler. Bu “ikiz ev” olma meselesi ve evin sahibinin bir “Alman kadın” olması, evin sağlamlığını ve çevredeki diğer evlerden farkını vurgulama gereği duyulduğundan olsa gerek, hafif bir övünme tınısıyla seslendirilirdi evden bahsedilirken. Herkesçe önemsenecek zannedilen ve herkesin bilmesi istenen bir sır gibi…

16 Ocak 1961, Pazartesi. Arkasına tarih atılmış ender fotoğraflardan, ne için toplanılmış, o belli değil ama. Suzan teyzemin yanında ayakta durmuşum. Annemle babam, masanın karşısında.

İkiz evlerimizin arka bahçeleri ortaktı. Ortak bahçede bir de süs havuzu vardı Ankara taşından. Bizim tarafta arka bahçe çakıllı, komşu bahçede toprak üstüne mermerden patika. Mediha Teyze bakkaldan dönerken taze ekmeğin köşesini koparıp kime verirse en çok onu sevdiğine inanıldığı için Aynur ve Ayten’le aramızda değişik bir tür köşe kapmaca oyununa sahne olan ve Suzan Teyzelerin arka bahçesindeki kümesteki tavukların benim için yumurtladığına inandığım günler… İki evin de bahçe kapısı yeşil boyalı demirden. Üstüne binip sallanmamıza kızılan, üzerinde sallandıkça çok güzel gıcırdayan kapılar. Ön bahçenin köşesinde asmalı çardak. Mevsim sonbahara döndüğünde annemin becerikli bir el hareketiyle koparıverdiği üzümü ablam yıkamadan yemiyor. Hâlbuki tozu üzerindeyken, güneşin sıcağı içindeyken yemek lazım o üzümü. Yazları asmanın yapraklarının gölgesi, kızgın güneş altında keskin kenarlı hareler oluşturuyorsa öğle uykusu zamanı demek oluyor. Öğle uykusu da kış gibi aynı, atlatınca seviniliyor. Akşam çökmeye, gölgeler solmaya, hava birazcık serinlemeye başladığında annem bahçeyi suluyor. Hortumun ucuna ağzımı dayayıp su içmeme de izin veriyor, üzümü tozlu yememi de görmezden geliyor, iyi kalpli demek ki benim annem. Yeşilköy’deki bamya tarlalarında çember çevirdiği, koşmaktan yorulmadığı, Yeşilköy’ün en hızlı koşan kızıyken; büyüdüğünü, koşarken yavaşladığında fark eden annem, benim çocukluğumla kendini yeniden büyütüyor sanki. Ablama, arka bahçedeki gül fidanlarının dibinden başka yerde oynamasına izin vermezmiş hâlbuki, “Çalarlar seni sakın çıkma dışarı.” dediğinde ablam çıkmazmış bahçeden. Annem, “Ablan ne usluydu, sen yaramazsın hiç söz dinlemiyorsun.” derken yaramazlığıma kızar gibi konuşuyorsa da, onaylar gibi bakıyor yüzüme. Arka bahçe duvarının dibine mor, eflatun, pembe, beyaz leylâklar. Süsenlerle aslanağzı çiçekleri havuzun başına dikilmiş. Annem, aslanağzının pembe olanını seviyor en çok. Başparmağıyla işaret parmağı arasında sıkıştırıp, çeneklerini ağız gibi açıp kapattığı çiçeği bana doğru çevirip “anasına babasına pay veren” diye tekerleme söylüyor. Üstüme alınıyorum. Çok cevap veriyorum çünkü ben, en çok da anneme, dil pabuç kadar. Ablam hâlbuki, o bir hanımefendi…

Arka bahçemiz, annem ve ablamla

Arka bahçenin alçacık olan taş duvarının kenarından dallarını Mithatpaşa’ya sarkıtan, bütün kış kupkuru çalı gibi durup da, baharda bulut bulut renk olan, koku olan leylâklar… Evimiz, o duvarın üzerinde annemin yanında, babamın kucağında otururken, bir de elimde bir dal aslanağzı tutarak tek başıma ayakta dururken çekilmiş fotoğraflarda, annemlerin odasından çıkılan ikinci kat balkonunun köşesiyle kareye girebilmiş. Benim üç tekerlekli bisikletimle ön bahçede çekilmiş fotoğraflarımdan birinde üzerinde sallanıp gıcırtısıyla büyükleri sinirlendirdiğimiz yeşil bahçe kapısı, diğerinde de asmalı çardak belli belirsiz girmiş kareye. Hepsi o kadar, evin başka fotoğrafı yok. Hep duracak mı zannetmişiz, evlerin fotoğraflarını çekmeyi evler bizden gitmeye başladığında mı akıl etmişiz, bilmiyorum. Evin fotoğrafı yok diye üzülüyorum, ama Barlas Apartmanı’ndan komşumuz Rıza Amca’yla Nevruz Teyze’nin kızları, çocukluk arkadaşım Ayten’le Kızılırmak Sokak’ın geçmişini kurcaladığımızda fark ediyoruz ki, sokağın da fotoğrafı yok. Sokak da bizimle birlikte yaşayacak, beraber yaşlanacağız zannetmişiz belki de.

Çardakaltında oturan babam. Ön bahçeden aşağıya inen merdivenin parmaklıklarının ardında çatısı görünen kömürlük

Kocatepe Camisi’nin Kızılırmak Sokak tarafına yapılan ruhsuz parkın oradaydı, şimdi yerinde yeller bile esmeyen Barlas Apartmanı. Barlas Apartmanı’nın arkasında diş hekimi Derviş Amcaların apartmanı vardı. Ödümüz patlardı dişimiz ağrıyacak diye, Derviş Amca’nın kerpetenle diş çektiği söylentisi vardı çünkü mahallede. Ayten’in babası Rıza Amca’nın mahir elleriyle çiçeklendirdiği Barlas Apartmanı’nın bahçesi, şimdi Kocatepe Camisi’nin heyula gibi tepesinde dikildiği, vaktiyle ‘‘Su Deposu’’nun etrafındaki çayırlık olan tepelikte bir demet renk olurdu. Büyükelçiliklere Sefaret dendiği zamanlarda, Barlas Apartmanı’nın karşı komşusu, sonradan Büyük Dershane olan, Hindistan Sefareti’nin ve bizim Mithatpaşa Caddesi üzerindeki alt komşumuz Bulgar Sefareti’nin bahçe parmaklıklarından sarmaşık gülleri, menekşeler taşardı sokaklara. Ablamdan akılda kalan ilk sözler, Bulgar Sefareti’yle aramızda dikili olan kavaklara Bulgar dendiğini zannedip, kavak fidanına “şu en Bulgar” demesi.

Barlas Apartmanı’nın girişi

Barlas Apartmanı’nın alt komşusu, bizim Kızılırmak Sokak’taki karşı komşumuz olan apartmana fare rengi apartman derdik. Mahallenin az sayıdaki apartmanları adlarından çok renkleriyle anılırdı zaten. Fare rengi apartmanın en alt katında Alpaylar, onların üstündeki katta Behiceler otururdu. Annesi Ayla Abla tiz sesiyle sokaktan eve çağırdığında bizim bahçeye saklanan Alpay’la ve Behice’yle oynadığımız oyunlar, Behice’lerin bir kış sabahı ansızın evden taşınmasıyla kesiliverdi. Bana veda bile etmeden gitmişti Behice. Hâlbuki daha yeni başlamıştık Behice’yle oynamaya. Geçen gün konuşmamış mıydık hani, yazın okul tatil olduğunda “şans, talih kader kısmet 5 kuruşa” diye bağırarak. “Kader-kısmet” satacaktık onunla beraber, öyleydi kavlimiz. Ellerimizdeki toplu iğneyle parlak kâğıdı kazıyıp içinden çıkan sayıya hediye verecektik. Kâğıttan güneş gözlüğü, parlak kâğıda sarılmış en uyduruğundan gofret ve samandan yoyo en iyi hediyeler, boş çıkarsa “fos” dediğimiz, çikolatasız briket kıvamındaki gofret teselli armağanımız olacaktı. Benim tablam vardı, ona verirdim isterse şans talih kader kısmet tablamı. Ablam anneme, “Sokakta avaz avaz şans talih satıyor bu… Kocabeyoğlu’ndan daha yeni aldığınız lastik ayakkabıların altını delmiş sokakta oynamaktan!” diye beni gammazlasın varsındı. Sobanın sıcağından buğulanan camı elimle ovalayıp ağlayarak giderken Behice’yi son bir kez olsun görmeye çabalarken, ablam içeri çekmişti beni, “Sana hoşça kal bile demedi, ne ağlıyorsun?” Ablamın, bizde oynadığımızda oyuncakları toplamadan gidiyor diye kızdığı, ‘‘Behirik’’ diye ad taktığı Behice, öylece, yaz gibi geçip gitti ömrümden. Gitmelerin, bitmelerin başladığını sezmem miydi, yoksa Behice’nin vedasız gidişiyle kavlimize ihaneti miydi onca üzüldüğüm, hâlâ bilemem…

Behice’lerin yanındaki Menderes Apartmanı, Adnan Menderes ailesine aitti. Diyanet Sitesi ve Kocatepe Camii’nin Adnan Menderes marifetiyle mahalleye bir kâbus gibi çöküşü ben ilkokul birinci sınıfa giderken Diyanet İşleri binasının tamamlanmasıyla hızlandı. 1960 yazında, Menderes Apartmanı’nın yanındaki yeşil apartmandaki evlerinden gözaltına alınanlara Meclis’te çalışan bir sekreterin tükürmesi, “60 İhtilâli’’ni her ne kadar sevinçle karşılamış olursa olsun, annem tarafından ayıplanmıştı. Ablamın masum ilk sözleri “en küçük Bulgar’’ken, benim hatırlanan küçüklük sözlerim, dilim dönmediğinden diktatör yerine “dikkatör’’ diye söylediğim marş olarak anılırdı: “Kahrolası dikkatörler, bu dünya size kalır mı?” Menderes Apartmanı’nın üç özelliği önemliydi benim için: Girişinin arka bahçeye bağlanan merdivene açılan pirinç tokmaklı ahşap kapısı, alt katta oturan tonton Muzaffer Amca’nın Hulusi Kentmen’e benzemesi ve mahalledeki tek araba olan turuncu Volkswagen’in sahibi olması, bir de mahallenin yegâne dört çocuklu ailesi olan “öğretmenler’’in ikinci katta kiracı olmaları. “Öğretmenler’’in ilginçliği, sadece bir ailede iki çocuktan fazlasını havsalamızın almamasında değil; bir de annesi de çalışan, üstelik de öğretmen olan bir ailenin hayatımıza dâhil olmasındaydı. Ailenin en küçüğü Faik, dili dönmediğinden, kendine Panik derdi. Titiz annemin, evde tavuk pilav piştiğinde mutlaka bize yemeğe çağırdığı, üzerine en fazla kavrulmuş dolma fıstığı serpilmiş tavuklu pilav tabağını onun önüne sürmesi yetmezmiş gibi, bir de eve ayakkabıyla girmesine izin verdiği tek çocuk olduğu için kıskandığım Faik’in bu ayrıcalığının sırrını neden sonra öğrenmiştim. Delik diye çorabının burnunu evdeki çocuk terliğini önüne uzatan annemden gizlemeye çalışınca, ayakkabıyla eve girmesine izin verildiğini öğrendiğimde kıskanmaktan vazgeçtim Faik’i.

Ön bahçe, ablam ve arkadaşı Ayşe Abla ile

İki katlı evimizin kat karşılığı müteahhite verilerek yıktırılma kararının alınması süreci sancılı geçti. Benim yıkıma ayak diremelerim ve ağlamalarım, aynı odada yattığımız ablamın “80 yaşında bir odam olduğu zaman…” sızlanmalarıyla evin yıkımından yana koyduğu tavır, iki katlı evin zorluklarını dem vuran annemin içinin evin yıkılmasına elvermemesiyle, apartman dairesinin rahatlıklarının ayartıcılığı arasında salınan ruh hali ve sonunda yıkıma karar verilmesi çocukluğun bitişiydi. Küçükken tel dolaplı mutfağın geniş pencere içine yerleştirilen taburemden sokağı seyrettiğim, yazları alt katının serin huzuruna sığındığım, bahçesinde nohutçunun “taze nohut” seslenişini, arabalı dondurmacının çıngırağının sesini beklediğim, vişneli dondurma kalmadıysa kabahat onunmuş gibi anneme surat ettiğim evimizden Mithatpaşa Caddesi üzerindeki bir apartman dairesine sürgün edildiğim 1968'de, on iki yaşındaydım. Evin yıkılışını görmemek için koltuğumun altına, artık üstüne pek sığmadığım taburemi kıstırıp, o sevimsiz apartman dairesinin en dipteki odasına kaçarak geçirdiğim cehennem sıcağı bir yaz sonrası ortaokula başladığımda bildiğim dünya yoktu artık. Yazların serin huzuru değildi mahrum kaldığım sadece. Kışları arka bahçeye bakan oturma odasındaki divandan annemin güzel koksun diye üstüne elma, portakal kabuğu koyduğu sobanın yanışını da izleyemeyecektim bundan böyle. Benden başka herkesin sevinçle karşıladığı ‘‘kaloriferli ev’’ dönemine girmiştik hayatımızın.

Evimiz leylâkları, havuzu, çardağıyla beraber yıkılmış, yerine çirkin bir tümsek kalmıştı. Ablam hâyali arkadaşları Franz, Orhon ve Sinan’la geceleri hâlâ fısır fısır konuşuyor muydu, onu da bilmiyordum. Apartman dairesinde odalarımız ayrılmıştı çünkü. 80 yaşına varmadan odası olmuştu işte… Apartmanların izbe arka bahçesine bakan odasında güle güle otursundu! Sonbahar geldiğinde, benden başka herkes evimizden eski evimiz diye bahsetmeye başlamıştı. Bense, ablamın, evimizde paylaştığımız odamızın pembe üzerine beyaz papatya desenli perdesini geceleri aralayıp, peri padişahının oğluna gidiyorum tehditlerine bile razıydım. Ertesi gün oyuncaklarımı toplayacak, eve arkadaş çağırmayacak, bahçe hortumundan terli terli su içip “boğaz olmayacak”, kış geldiğinde sobaya yaklaşıp dört yaşındayken yaptığım gibi elimi yapıştırmayacaktım bir daha. Fakat hiçbir mevsimde yaramazlık etmesem de faydası yoktu artık; ev gitmiş, sokak ölmüş, mahalle bitmişti… Bazen geceleri artık yalnız başına yattığım, yan apartmanın mutfağına bakan odamda içli içli ağladığımı duyan babam yanıma gelir, “İnşaat bitince yine kendi evimize taşınacağız, üzülme.” diye beni teselli etmeye çalışırdı. O iki katlı evimizden başka hiçbir evi bir daha kendi evim diyecek kadar sevemeyeceğimin o zamandan farkındayım ben oysa. Artık Kızılırmak Sokak’ta yaz başlangıcında tepesine tırmanıp taze çiçeklerini yediğimiz akasya ağaçlarının müjdelediği yazlar, mahalle arkadaşlarıyla tahta bir merdiveni sulayıp dondurarak imal ettiğimiz uyduruk kızağın basamaklarına oturarak Mithatpaşa Caddesi’nden aşağıya kaydığımız ayazı, karı, buzu çok kışlar, leylâkların kokusuyla gelen baharlar, evimizin köşesindeki çınarın yapraklarının sararmasından anladığımız hazanlar yoktu. Mahalle bitmişti… Kızılırmak Sokak, hayatımdan bitmesin istenen bir yaz gibi, annemin akşam yemeklerini hazırlarken mırıldandığı “Ankara rüzgârı”, “Akasyalar açarken” şarkılarını da yanında götürerek geçip gitmişti…

Anasına babasına pay veren

O sonbahar, mahalledeki apartmanlardan birinin sahibinin kızı güzel Selda’nın, kalbinin de kendi gibi güzel olduğu ama bahtının öyle olmadığı için erken yaşta hayata veda ettiğini annelerimiz konuşurken duymuştum. Ailenin en iyi kalplisiymiş, aldığı peyniri beğenmediği için kapıcısını dört kere bakkala yollayan annesiyle bir tek o tartışırmış. Kapıcının işe alınma sınavı, cebine yol parası konulmadan Ulus’tan dikiş malzemesi sipariş edildiğinde, yayan olarak Ulus’a gidip gelmekmiş. Şikayetlenmeyen, iş sınavını geçermiş meğer. Kapıcılarını bu korkunç iş sınavına zorladığı için bir tek güzel Selda Abla kızarmış annesine. Mahallede başka başka hayatlar, oyunlardan dışlanmış çocuklar, o başka başka hayatlara sinmiş acılar olduğunu fark etmek için, leylâklar ve sulanan bahçelerde çardak altlarında içilen çaylar, mahallede oynadığımız misketler ve lastik atlamalardan ibaret sandığım çocukluğun bitmesi gerekmişti.

Kızılırmak Sokak’ın can çekişmesi, mahallenin bitişi Kocatepe Camisi’nin inşaatından vazgeçileceği ümitlerinin suya düşmesi ve 1980 darbesi sonrası gericileşme sürecinde inşaata hız verilişiyle birlikte nihayete erdi. İçinde irtica kelimesinin geçtiği cümleler ve istimlâk söylentileriyle yaşanan uzun yıllar 1987 Ağustos’unda caminin resmi açılışını babamın ‘‘güdük’’ dediği Turgut Özal’ın yapmasıyla nihayetlendi. 1987’nin 14 Nisan’ındaki Berat Kandili gecesi, henüz resmi açılışı yapılmamış camiye akın edenlerin Mithatpaşa Caddesi’ni kaplaması babamın ölümünden bir gün öncesine denk geldi. Ticanî Tarikatı’nın şeyhini mahkûm ettirmiş olan ve hayatı boyunca irticayı en büyük düşman belleyen Cumhuriyet Savcısı Hasan Kemâl Çiçekoğlu, yokuşu tırmanan sakalı belinde cübbeli, sarıklı üç beş kişiyi dermansız eliyle bize gösterdikten sonra perdeyi kapatarak, “İşte,” demişti, “irticanın sokağa dökülmüş hali… Ben görmem ama sizi zor günler bekliyor…” Bugünleri görseydi, bu dünyanın “kahrolası dikkatörler”e kalmayacağı umudunun boşa çıktığına kim bilir ne üzülürdü…

Yedi sekiz yaşlarındayken Su Deposu’nun etrafındaki çayırlıkta yavru bir kaplumbağa bulmuştum. Baharda mahalle çocuklarının eğlencelerinden biriydi orada kaplumbağa aramak. Eve götürdüm hayvanı. Bir kutuya toprak, ot doldurup orada beslemeye başladım. Adını Cici koydum. Maydanozu seviyordu Cici, ısırdığında, minicik bir üçgen koparıyordu maydanoz yaprağından. İki üç hafta sürdü evde Cici’yi beslemem. Sonra hava alsın diye bahçeye çıkardığım bir gün karşı apartmana yeni taşınan kiracıların çocuğu üstüne basıp ezdi Cici’yi. Çocuğun boğazına yapışıp sarsaladığımda, “İçinden ne çıkacak merak ettim, bir sürü var çayırda bunlardan. Getiririm sana bir tane yarın, bırak beni deli misin be?” demişti bana. Giden, yerine konulabilir sanıyordu. Ardından mahallede ciddi savaş çıktı. Biz birkaç arkadaş örgütlenip Cici’yi ezeni ve arkadaşlarını kaldırıma yeni dökülen asfaltın artığı ziftten imal ettiğimiz topaklarla kovaladık. Çocuklardan birinin kafasına bir topak zift isabet edip, saçlarına yapışınca çocuğun annesi eline oklavayı alıp evden fırladı, bize saldırdı. Olay neden sonra yatıştı. Cici’ye şatafatlı bir cenaze töreni düzenledik, o zamanlar âdettendi böcek ölülerini bile kibrit kutusuna koyup gömer, başına bir taş dikerdik. Bir bildiğimiz varmış ki, cenaze adabını erken edinmişiz… Keşke hayvanı eve hiç getirmeseydim diye çok ağladığımda babam, “Sokakta bıraksan seveni, ardından ağlayanı olmayacaktı.” diye teselli etmişti beni.

Kızılırmak Sokak da öyle midir ki? Sokağımızın, mahallemizin ardından şimdi ağladığımda babam beni teselli edecek olsa, yine benzer şeyleri söyler miydi? Bıraksam, ardından ağlayanı olmayacağını bildiğimden mi, öldüğünü artık kabullendiğim halde hâlâ Kızılırmak Sokak’tan vazgeçemeyişim?

Nevruz Teyze, Barlas Apartmanı’nın önünde. Rıza Amca’nın ateş çiçekleri yeni açmış…

Bu yazı, 2014’ün başında, Batıkent’te durakta otobüs beklerken kaldırıma çıkan bir arabanın altında kalıp yaşamını yitiren, Barlas Apartmanı’ndaki komşumuz güzel Nevruz teyzem için. O, küçük bir kız çocuğu olarak yaşadı hayatının her dönemini, öyle güzel, öyle tatlı ve öyle de gitti…

Yazıyı hazırlarken Kızılırmak Sokak’ı birlikte dolaştığımız çocukluk arkadaşım Ayten Biggart’a hafızasında sakladıkları ve dostluğu için sonsuz teşekkürlerle…

Solfasol Nisan 2016 sayısında yayınlanmıştır.

--

--