KÜBA’DA DEVRİDAİM DİKTATÖRLÜĞÜN DEVRİMİ!
Ülkelerin iyi jeolojik konuma sahip olmaları, onlara bazen lanet olurken bazen lütuf olabiliyor. İlk başta aklımıza yakın coğrafyamızda bulunan Orta Doğu ülkeleri geliyor, oysa Küba’nın kaderi de bu yönden pek farklı değil.
Verimli toprakları, tarıma elverişli iklimi, jeolojik konumu Küba’nın laneti olmuş; güçlü devletlerin avı haline gelmesi için davetiye çıkarmıştı. Tarih boyunca Küba sürekli, bağımsızlığı için mücadele vermek zorunda bırakılmıştı. Halk, önce kendi topraklarında İspanyolların köleliğine mahkum edilmiş, sonra Amerika’nın sömürge devleti haline gelmişti. Devamlı ezilen toplum, başkaldırılarında zaman zaman başarılı olmuşken, zaman zaman başarısız olmuştu.
Dış müdahalelerin yanı sıra ülke, kendi içinde de birçok problemle karşı karşıyaydı. Eski bir subay olan Batista’nın yönetime gelmesiyle başta olumlu sonuçlar elde edilmişse de işler bir süre sonra çığırından çıkmıştı. ABD’nin Küba’ya müdahale hakkını anayasadan çıkarması, Batista’nın iktidarlığı boyunca en büyük başarısıydı. Fakat maalesef iş bununla bitmiyordu…
Batista yönetimi zamanları, halk için oldukça zorlu bir dönemdi. Kumardaki hileleri önlemek için mafyayla anlaşmalar yapılmış, sonuç olarak hilelerin önüne geçilmişti. Ancak, bu müdahalelere izin verilmesi, mafyalara prestijli haklar tanınmasını kabul etmek anlamına geliyordu. Kendi ülkelerinde aranan mafyalar, hakimiyetlerini ve saltanatlarını Küba’da kurmuş, kirli paralarını aklama fırsatı yakalamışlardı. Halk arasında gelir uçurumu hızla büyümüş, fakir halk bir bakıma fuhuşa zorlanmıştı. Fuhuş onlar için bir gelir kapısı konumundaydı. Genelevlerdeki olanca artışın başlıca sebebi buydu.
Bunca olanaksızlık ve adaletsizlik proletaryayı bunaltmıştı. Bunun farkında olan iktidarı, yönetimde kalamama korkusu sarmıştı. Bir önlem alınması gerektiğinin farkında olan Batista, diktatörlüğünü ilan etmişti. Karşı görüşler şiddetle bastırılmış, bir sebep göstermeksizin keyfi tutuklamalar yapılmaya başlanmıştı. Tutuklanan mahkumlar şiddete maruz kalmış ve iki bin kişi polis şiddetinden hayatını kaybetmişti. Halka gözdağı vermek için ölüler seyir arabalarından sokaklara bırakılmıştı.
Ülkede bunlar yaşanırken; İspanyol asıllı zengin bir toprak sahibinin oğlu olan Fidel Castro, baskılara yasal olarak karşı duruş sergilemenin çözüm olmayacağını fark etmişti. Batista diktatörlüğüne karşı bir zafer kazanmak adına silahlı bir mücadele başlatmanın zorunlu olduğunda karar kılmıştı.
Fidel Castro çocukluğundan beri fakir tarım işçilerinin içinde büyümüş, yoksulluğun ne derece ağır sonuçlara mal olabileceğini anlamıştı. Havana Üniversitesi’nde hukuk okumuştu. O dönemde üniversiteler, Küba hükümetine ve yozlaşmaya karşı özgür fikirler beyan edilebilen yerlerdi. Fikirlerinin çoğunu bu ortamda sağlamlaştırmıştı. Üniversiteden mezun olduktan sonra fakir insanları savunmuş ve müşterilerinden para almamıştı.
Baskılara son vermek için ufak bir grup asiyle, Santiago de Cuba’daki en büyük ikinci askeri üs olan Moncada Kışlası’na saldırdı. Amacı üste bulunan cephaneyi alıp gerçek devrimin başlangıcı için hazırlık yapmaktı. Asilerin sayı ve silah olarak dezavantajlı olmaları, onlara yıkıcı bir yenilgi getirmişti. On dokuz polis ve beş asinin öldürüldüğü başkaldırıda, ele geçirilen elli beş devrimci tutuklandığı gibi infaz edilmişti. Aralarında Fidel Castro’nun da bulunduğu yüz otuz beş kişilik isyancı gruptan geri kalanlar, yargılanmak üzere tutuklanmıştı. On beş yıl hapse mahkum edilen Castro’nun savunmasındaki “Tarih beni aklayacaktır.” sözleri halkı oldukça etkilemişti. Geçen yıllara baktığımızda fark ediyoruz ki tarih onun davasını aklıyordu. Castro iki yıl sonra, siyasi mahkumlar için çıkarılan genel aftan yararlanmıştı. Oradan Meksika’ya geçmiş, beraber yürüyeceği devrimci yoldaşı Che Guevara ile tanışmıştı.
Che sempatik tavırları, gülüşü, karizmasıyla güçlü bir duruş sergiliyordu. Televizyon, radyo gibi iletişim araçlarının yeni yeni yaygınlaştığı bu süreci nasıl yönetmesi gerektiğinin farkındaydı. Devrimci bakış açısını tanıtan bir televizyon kanalı açıldı (Radio Rebelde), bu kanalda devrimin amaçları önderliğinde yayın yapılmaya başlandı. Che, sadece fikirleriyle iletişim araçlarının arkasında yer almamıştı. Oldukça yakışıklı ve karizmatik olması, onu ekranlarla ve kameralarla buluşturmuştu. Saygın “TIME” dergisine de kapak olmuş, Time dergisi onu devrimin beyni olarak tanıtmıştı.
25 Ekim 1956 günü “Granma” adlı yatla Küba kıyılarına çıkarma yapmışlardı. Küba topraklarında onları bekleyen Batista baskınıyla karşı karşıya kalmışlardı. Sığındıkları Sierra Maestra Dağları artık yeni sığınakları olmuştu.
Başkent Havana’da fırtınalar esmeye devam ediyordu. Üniversite öğrencilerinin örgütlenerek kurduğu Directorio Revolucionario (Devrim Yönetimi), başkanlık sarayına bir suikast girişiminde bulundu. Suikast başarısız olmuş ve örgüt üyelerinden birçoğu ölmüştü.
ABD her geçen gün güçlenen ve artan girişimlerden rahatsız olmuş, müdahaleleri kolaylaştırmak adına Batista’dan istifasını vermesini istemişti. Ancak Batista, diktatörlüğünü başkasına devretmek niyetinde değildi. Yapılacak olan seçimleri ertelemiş, şaibeli bir seçim yaparak kendi adayı olan Andres Rivero Agüero’yu seçimlerden galip çıkarmıştı. Seçimler kimse tarafından kabul görmemişti. Bu şaibeli seçim; adeta diktatörlüğünün kendi celladı misali, kılıcı kafasına indirmişti.
Devrimciler; Mayıs 1958'de tarım reformunu uygulamaya koyarak hükümet yandaşı burjuvaların topraklarını köylüler arasında paylaştırmış, bazı bölgeleri boşaltma kararı almıştı. Castro, serbest işlemler ve sermaye yatırımlarına ılımlı bir tavır sergilemişti. Yapılan açıklamalar, ahenkli bir şekilde devrilen domino taşlarının son raddesiydi.
12 Haziran 1957’de, diktatörlüğe karşı görüşler Sierra Maestra Manifestosu’nda yayınladı. Bir taraftan sıcak savaşa hazırlanılırken, bir taraftan propagandalar yapılıyordu. Batista, Sierra Maestra’ya karşı yıkıcı bir saldırı düzenleme kararı aldı. Saldırı devrimciler tarafından alınan, kesin bir bir zaferle sonuçlandı. Batista; ordusu ve burjuvalar dahil olmak üzere yandaşlarını hızla kaybetmiş, 1 Ocak 1959 yılında Dominik Cumhuriyeti’ne kaçmıştı.
Batista yönetimi, proletaryanın da gücüyle birlikte devrilmiş ve onun yerine; Fidel Castro’nun, fakirliğin de zenginliğin de imkansız olduğu sosyalist rejimi gelmişti. Her ne kadar komünist rejimin imkansızlığından bahsedilse de Küba dünyada az sayıda bulunan sosyalist ülkelerin başını çekmektedir. Eğitim ve sağlık gibi gerçek temel ihtiyaçlarımızdan eşit şekilde herkesin yararlanabildiği bir ülkedir. Fakirin ölümüne göz yumulduğu, zenginin tedavi imkanlarından yararlandığı kapitalist düzene başkaldırıdır. Unutmayalım ki bir yapbozun bütün parçaları aynı oranda önem arz eder. Hiçbir parça diğerinden daha önemli değildir. Bunca eşitsizliği ve uçurumu geride bırakmak adına Küba’da yapılan devrim, bir yapbozun bütün parçalarını bir tutmaya örnek olmuştur.