Öz Sahiplik, Mülkiyet ve Hukuk

Can Kilercioğlu
HürKirpi
Published in
8 min readFeb 1, 2022

Eğer A, bir adada tek başına yaşıyor olsaydı, onun için hiçbir hukuk kuralı ortaya çıkmazdı ve herhangi bir sınırlamaya tabi tutulması gerekmezdi. Hukuk ve mülkiyet, sadece uyuşmazlık olduğu ve kaynaklar kıt olduğu zaman ortaya çıkabilir. Aynı adaya B geldiği zaman, artık her ikisinin de düzen içinde yaşayabilmesi için hukuk kurallarının ve mülkiyetin ortaya çıkması gerekir. Fakat yine her halükarda sadece kıt kaynaklar üzerinde mülkiyet ortaya çıkmalıdır. A ve B’nin cennette yaşadığını ve cennette sınırsız elmalarının olduğunu varsayarsak, elmanın herhangi bir hukuk kuralına veya mülkiyete tabi tutulması gerekmezdi. Çünkü şu anki mevcut elmaların kullanımı bir başkasının elma kullanımını engellemediği ve gelecekteki elma arzını da etkilemediği için uyuşmazlık ortaya çıkmazdı. Birçok sınırsız kaynağa sahip olduğunu varsaydığımız cennette bile kıt kaynaklar mevcuttur ve bunlar 2 tanedir: Kişinin kendi bedeni ve o bedenin kapladığı alan. A ve B, birbirlerinin bedenleri üstünde tasarrufta bulunmak isteyebilirler; örneğin A, kendisini taşıması için B’yi kullanmak isteyebilir veya B, A’nın durduğu noktada durmak isteyebilir. O halde kıt kaynakların hukuka ve mülkiyete tabi olmasından hareketle; A ve B’nin bedenleri ve bulunduğu noktalar, mülkiyete tabi olmalıdır.

Şu durumda kıt kaynak olan bedenin mülkiyete tabi olması gerekmediği ve yine kıt kaynakların ortak kullanıma bırakılması gerektiği söylenebilir. Bu senaryo için; A, B ve C’nin bedenlerinin ortak kullanıma açıldığını varsayalım. O halde bedenlerin ortak kullanımı şöyle olabilir:

1) Herkes, herkesin bedenine sahiptir/Herkes, sadece bir başkasının bedenine sahiptir. Bu durumda A, B ve C’nin bedeni üstünde istediği tasarrufta bulunmakta özgürdür. O halde A, B ve C’yi kendisini taşıması için zorlayabilir, onları köleleştirebilir, onlara işkence veya tecavüz edebilir ve eğer isterse onları öldürebilir. Benzer işlemler B ve C tarafından A’ya veya karşılıklı olarak kendilerine uygulanabilir. Herkes, herkesin bedenine sahip olduğundan A, B ve C yapacağı tüm eylemlerde sadece kendi sahipliğini kullanmış olacaktır. O halde yapılan bütün eylemler meşru olmalıdır. Bu durum, sosyal düzenin sağlanması açısından uygun olmadığı gibi, daha sonra bahsedeceğim kişinin kendisi üstündeki egemenliğine de aykırıdır.

2) Çoğunluk, azınlığın bedeni üstünde mutlak karar vericidir. Bu durumda A ve B, ortak karara varmaları takdirde C’yi kendilerini taşıması için kullanabilir, onu köleleştirebilir, ona işkence veya tecavüz edebilir ve onu öldürebilir. Çoğunluk, azınlığın bedenine sahip olduğu bu durumda, yine yapılan tüm eylemler meşrudur. Çünkü A ve B, C üstünde tasarrufta bulunma yetkisini kullanmıştır. Bu durum da bireylerin hayatlarına devam edebilmesi ve sosyal hayatın işleyebilmesi için uygun değildir.

Görüldüğü gibi bedenlerin ortak mülkiyete tabi olması saçma sonuçlara yol açar. Her kişi, kendi bedeni üstünde egemenliğe sahip olduğundan, herkesin kendi bedeni kendisine ait olmalıdır. Bu ilkeden hareketle A, B veya C birbirlerinin bedenine herhangi bir fiziksel müdahalede bulunduğunda, onların kendi bedenleri üstündeki hakimiyetini ihlal etmiş olacağından, hareketi meşru olmayacaktır. Rothbard, kişinin kendi bedenine sahip olması ilkesine öz sahiplik der ve bu ilke, geniş anlamda bir mülkiyet hakkıdır. Beden dokunulmazlığı ve yaşam hakkı, kişinin kendi bedeni üstündeki mülkiyet hakkı olan öz sahiplikten gelmektedir. “…kişinin kendi bedeni ve özgürlüğü üzerindeki hakkı, insan hakkı olduğu gibi aynı zamanda kendi varlığı üzerindeki mülkiyet hakkını da ifade etmektedir.” (Alıntılayan Aktan ve Eroğlu, 2019, s.117). O halde kıt bir kaynak olan beden, o bedenin kullanıcısı tarafından özel mülkiyete tabi olmalıdır.

Kıt kaynakların daha fazla olduğu dünyamıza dönersek, adada birçok kıt kaynak vardır. Kendi bedenlerinin sahipleri olan A, B ve C adadaki yaşamlarını devam ettirebilmeleri için yiyecek, barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamaları gerekir. Bu durumda kıt kaynakların kullanımı nasıl olmalıdır? Şunu kabul etmek gerekir ki, bir mal sahiplenilinceye kadar sahipsizdir. Öz sahiplikten hareketle, kendisinin sahibi olan kişi, kendi emeğinin de sahibidir. Böylece sahipsiz bir mala emeğini geçiren kişi o malın da sahibi olur. Şu durumda yine sahipsiz bir malın sahipliğinin kime ait olduğu konusunda itirazlar olabilir. Şöyle ki;

1) Sahipsiz bir mal dünyadaki herkese aittir. Bu teoriyi kabul edersek, hiçbir insanın hareket dahi etmemesi gerekir. Çünkü araziler dünyadaki herkese ait olduğundan, bir yerden bir yere gitmek isteyen kişi dünyadaki her insandan, ya da en azından çoğunluktan izin alması gerekir. Aksi halde mülkiyeti ihlal edeceğinden suçlu konumuna düşer. Veya kendi başına ev inşa eden A’nın evi, aynı zamanda B ve C’ye de ait olur. O halde malın sahipleri olan B ve C, kendi malları üstünde tasarrufta bulunabileceği için evi yıkmakta bir o kadar haklılardır. Yine aynı evde hak sahibi olan D, E ve F’nin evi kullanmaları ve evi inşa eden A’nın eve girememesi durumunda da bir sorun olmaması gerekir. Eğer bu ilke kabul edilirse, bahsettiğim durumların hiçbirinde hukukun harekete geçmemesi gerekir.

2) Mülkiyet hakkı kurulamaz. Bu ilke de ilk ilkenin bir türevi gibi görülebilir. Hiçbir mal üstünde mülkiyet kurulamazsa, o halde A’nın inşa ettiği evi B ve C istediği gibi yağmalayabilir ve yıkabilir. Benzer şekilde mülkiyet hakkı yoksa kişi kendi bedeni üstünde de hak sahibi değildir.

Sahipsiz bir mala emeğini geçiren ilk kişi onun sahibi olur. Bunun dışındaki her alternatif gerçekten açıklamaya değer olmayacak kadar gereksizdir. Bir kişinin kendi emeğiyle sahiplendiği mala başkasının el atması, kişinin hayatını devam ettirme sürecini sekteye uğratır. “…asalaklığın artması, hem üreticiyi hem de asalağı yaşatan ürünün yok olmasına yol açar. El koyma ve asalaklık toplumdaki herkes için gerekli üretim işleminin yara almasına yol açar.” (Rothbard, 2009, s.54).

Malın sahibi olan kişi, malının üstünde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir; onu satabilir veya bağışlayabilir. Fakat yine de “bir mal üstünde ne kadar mülkiyet kurulabilir?” sorusu sorulabilir. Şu durumda farklı görüşler mevcuttur. John Locke, her ne kadar ifadesinin sınırları muğlak da olsa, bir başkasına yeterince ve iyi durumda kaynak bırakılması gerektiğini, bu yüzden de hayatı devam ettirmek için gerekli bir malın kullanımında, başkalarını dışlayacak kadar mülkiyet kurulamayacağını savunur. Aynı görüşü paylaşan Nozick’e göre, “…bir sahipsiz nesne stoku sınırlı ise, o nesneyi geliştiren kişiye o nesneye sahip olma hakkının verilemeyeceğini söyler. Çünkü o nesne sınırlı olduğundan ve başka insanların da ona ihtiyacı olabileceğinden, o nesneye sahip olmak diğerlerinin durumunu kötüleştirmek anlamına gelir.” (Erol, 2008, s.50). Yine de belirtelim ki bu ilke, sınırlı durumlar için geçerlidir. Örneğin Locke ve Nozick’e göre, çöldeki tek su kaynağı üstünde mülkiyet kuran kişi, her ne kadar o suyun sahibi de olsa, suyu satmaktan kaçınamaz veya suyu fahiş(?) fiyata satamaz. Buna karşıt görüş ise Rothbard’tan gelir. Öz sahiplikten türettiği mülkiyet teorisine bağlı kalan Rothbard, sahipsiz mallar üstünde sadece sahiplenenin hakkı olduğunu söyler. Bu sebeple çöldeki tek su kaynağına sahip olan kişi, suyu satmamakta veya istediği fiyatı vermekte özgürdür. Eğer su kaynağının sahibi kişi, suyu satmaya zorlanırsa, hem öz sahipliği hem de mülkiyet hakkı zarar görmüş olacaktır. Diğer taraftan bir geniş anlamda bir mülk olan beden, kölelik sözleşmesine konu edilip edilemeyeceği konusunda da fikir birliği yoktur. Klasik liberaller, “…hiçbir kişinin ya da grubun kendisini köle olarak satmayı içeren sözleşmelerle özgürlüğünden vazgeçmesini onaylamazlar ve bu tür sözleşmelerin uygulanmasına hukukî güvence vermezler. … Temel hakların, eşit saygıyı garanti ettikleri için, bir moral mübadele değeri olduğu ileri sürülemez. İnsanın özgürlüğünden bütünüyle vazgeçmesi ne ahlâken ne de pratik olarak mümkün olduğundan liberal toplumda siyasî iktidardan (devletten) bu tür sözleşmeleri tanıması ya da uygulaması istenemez.” (Taner ve Yayla, 2018, s.15). Şaşırtıcı bir şekilde Rothbard da kölelik sözleşmesine karşıdır, fakat gerekçesi yaşam hakkının tehlike altında olması değildir. Ona göre, kişinin kendi üzerindeki iradesi devredilemezdir. Bu sebeple, iradesini karşı tarafa geçirileceğini taahhüt eden bir sözleşme geçersizdir. Kişi her zaman kendi iradesiyle sözleşmeden çekilebilir olmalıdır. Diğer taraftan Block ve Nozick’e göre kölelik sözleşmesi meşrudur. Onlara göre kişi iradesinin sahibiyse, onu devretmekte de özgürdür. Böylelikle bir kişi; sözleşmeden hiçbir şekilde dönülmeyeceğini veya kendi iradesini karşı tarafa teslim edeceğini taahhüt edebilir ve sözleşmeyi bozmaya çalıştığı takdirde yaptırıma uğrayabilir.

Bütün bu ilkelerden sonra, hukukun kim tarafından uygulanacağı problemine geçiyoruz. Tartışmasız olarak kabul edilen görüşe göre, hukuku devlet uygulamalıdır. Devlet ise belirli topraklar üzerinde nihai karar vericidir. Devletin 2 ana özelliği vardır: hukuk tekeli olmak ve gelirini zor kullanarak sağlamak. Fakat gelirini zor kullanarak sağlama özelliği, yukarıda bahsedilen öz sahiplik ve bir mala emeğini katan kişi o malın sahibidir ilkesine uymaz. Bir mala, o malın sahibinin rızası dışında el konulması, ahlaka aykırı olduğu gibi faydacı bir bakış açısından da üretim sürecini yavaşlatır. Diğer taraftan yine evrensel olarak kabul edilen bir ilke şudur ki, tekeller (Tekel, piyasaya girişin fiziki zor kullanma sebebiyle yasak olması anlamında kullanılmıştır) kötüdür. Her tekel, tüketici açısından kötüdür. Öyle ki potansiyel olarak yeni rekabetçilere kapalı olan bir hizmetten faydalanan tekel üreticileri, düşük kalitedeki hizmeti daha pahalı fiyata satabilir. Daha kötüsü, devlet herhangi bir tekel gibi değildir. Bir süt tekeli, her ne kadar kalitesiz sütü daha pahalıya satışa sunsa da, hala gelirini gönüllü olarak sağlaması gerektiğinden malını bir şekilde satması gerekmektedir. Devlet ise gelirini zor kullanarak elde eder. “Başka bireyler ve kurumlar kendi gelirlerini mal ve hizmet üretimiyle ve bu mal ve hizmetlerin başkalarına barışçı bir şekilde ve gönüllü satımı yoluyla elde ederken, devlet kendi gelirini cebir yoluyla, yani hapishane ve silah kullanarak veya bunlarla tehdit ederek elde eder.” (Rothbard, 2019, ss.86–87). Bu durum, herhangi bir tekelden daha kötü hizmet sonuçları yaratır. Bu sebeple devletin tekel olduğu hukuk, sürekli artan bir fiyatta ve azalan kalitede olacaktır. Ayrıca devlet, gelirini zor kullanarak elde ettiği için bir ekonomik problemle karşılaşır. Kaynaklarımız kıt olduğu sürece, bir kaynağın kullanılması diğer bir yerde kullanılmaması anlamına gelecektir. Mal ve hizmetlerin nerede kullanılması gerektiğini ise fiyatlar aracılığıyla bilebiliriz. Bunun için özel mülkiyet ve gönüllü sözleşmelerin varlığı yeterlidir. Fakat devlet özel mülkiyet ve gönüllü sözleşmelerle varlığını devam ettirmediği için, vereceği hizmetleri nasıl ve ne kadara yapacağını hesaplayamaz. Bu sebeple bir devletin, anayasası veya kanunları nasıl olursa olsun özel mülkiyetin tabi olduğu kâr ve zarara tabi olamayacağı için koyacağı her kural keyfi olacaktır. Bu durumu Hoppe (2016) de sorgular:

“Bir polise ve bir hakime mi ihtiyacımız var, yoksa her birinden 100.000’er adet mi? Aylık ücretleri 100 dolar mı olsun 10.000 dolar mı? Sayıları ne olursa olsun, var olan polisler yollarda devriye gezmek için mi yoksa fahişelik, uyuşturucu kullanımı, kaçakçılık gibi kurbansız suçlara casusluk yapmak için mi daha çok zaman harcamaları gerekir? Ve hakimler, boşanma davalarına mı, kartelleşmeyi engelleme davalarına mı daha çok zaman ve enerji harcamalıdırlar? …yenilenemezlik problemi var olduğu ve Cennet Bahçesi’nde yaşamadığımız sürece bir şeye harcanan zaman ve para başka bir şeye harcanamaz. Devlet bu soruları cevaplamak zorundadır, ama ne yaparsa yapsın, bunu kâr ve zarar kriterine maruz kalmadan yapar. Bu yüzden faaliyetleri keyfidir ve dolayısıyla tüketiciler açısından illa ki sayısız müsrif tahsisat hataları içerecektir.” (Hoppe, s.12).

Aynı şekilde devletin hukuk konusunda tekel olması, devletin her istediğini yasal olarak yapabileceği anlamına gelir. Bu yüzden hukukun devletten bağımsız olması gerçekçi olmadığı gibi mümkün de değildir. Bütün mal ve hizmetlerde devletten bağımsız olmayan yegâne hizmet hukuktur. Devlet, hukuk kuralı koymakta tekeldir. Bir uyuşmazlık çıktığında devlet mahkemeleri, yine devlet tarafından seçilen hakim ve savcılar tarafından hukuku uygular. O halde devlet hukuk kuralı koymakta ve onu uygulatmakta tekel olduğundan, hukukun devletten bağımsız olması mümkün değildir.

Görüldüğü gibi temel ilkelerin gösterdiği yol ve devletin işleyiş biçimi tamamen terstir. “Doğal bir yasa her yeri her zaman kapsamalıdır, yoksa geçersiz olur. …İktisadi yasaların tıpkı doğal yasalar gibi olduğunu düşünüyor ve yerçekimi yasasına inandığım kadar iş bölümü ilkesine de inanıyorum. …Şayet durum gerçekten de böyleyse, güvenlik üretimi serbest rekabet alanından çıkartılmamalıdır; eğer çıkartılırsa toplum bir bütün olarak zarara uğrar. Şayet değilse, iktisat biliminin dayandığı bütün temeller geçersizdir.” (Molinari, 2016, s.30). Başka herhangi bir tartışmaya girmeden hukukun da aynı ilkeler doğrultusunda sağlanması gerektiğini söyleyebiliriz. Her mal ve hizmet serbest piyasada gönüllü olarak alınıp satılabildiği gibi, hukuk ve güvenlik hizmeti de aynı şekle tabi olmalıdır. “…hukuk, devlet tarafından üretilme zorunluluğu posta ya da savunma hizmetinden daha fazla olmayan bir değerli maldır. Devlet, aynen hayatın dini ve iktisadi alanlarından ayrılabildiği gibi, yasa yapma işinden de ayrılabilir. …hizmetlerinin kalitesinin, piyasada istihdam edilecek özel, rekabetçi, serbest piyasa mahkemeleri ve yargıçları tarafından takip edilip özel durumlara uyarlanabilir.” (Rothbard, 2019, ss.242–243). Böylece öz sahiplik ve mülkiyet hakkı korunmuş olacağı gibi, devletin yüzleşeceği ekonomik hesaplama problemi de ortadan kalkmış ve hangi kanunu çıkarmamız gerektiğini rasyonel bir şekilde bilebilmemizin önü açılmış olacaktır. (Anarko-kapitalizmin daha detaylı incelemesi için 9 Soruda Anarko-Kapitalizm)

Kaynakça

AKTAN, C. C., & EROĞLU, M. Y. MURRAY N. ROTHBARD: DEVLETİN MEŞRUİYETİNE RADİKAL BİR ELEŞTİRİ. Ekonomi Bilimleri Dergisi, 11(2), 108–130.

Erol, E. (2008). Robert Nozick’in özel mülkiyet anlayışına eleştirel bir bakış (Master’s thesis, Kocaeli Universitesi, Sosyal Bilimler Enstitusu).

Hoppe, H.(2016). Kapitalizm ve Sosyalizm. İstanbul: Liber Plus

Molinari, G.(2016). Serbest Piyasa ve Güvenlik. İstanbul: Liber Plus

Rothbard, M.(2019). Eşitlikçilik Doğaya Karşı İsyan. İstanbul: Liberus

Taner, A., & Yayla, A. (2018). Liberteryen teoride özgürlüğün ve siyasetin sınırları. Liberal Düşünce Dergisi, 23(91–92), 7–52.

--

--

Can Kilercioğlu
HürKirpi

Make Taxation Theft Again Twitter: @cannkilercioglu