Liberteryen Açıdan Türkiye’de Mülkiyet Hakkı ve Sözleşme Özgürlüğü

Can Kilercioğlu
HürKirpi
Published in
36 min readMar 18, 2022

Giriş

İnsanlar var oldukları müddetçe hayatlarını devam ettirmeye ve bu doğrultuda da çevresindeki malzemeleri kullanmaya çalışırlar. Tarihin her döneminde var olan, insanların hayatlarını sürdürmesini ve kendi yaşamlarını seçtikleri şekilde yönetebilmesini sağlayan şey sahiplik hakkıdır. Bu sebeple sahiplik, bireysel ve toplumsal hayatın devamlılığı için olmazsa olmazdır. İnsan hayatının devamlılığını sağlayan, hukuka konu olan, siyasi düşüncelerle üstüne teoriler geliştirilen bu sahipliğin adı mülkiyettir. ‘’Mülkiyet, kişinin eşya üzerinde hâkimiyet kurmasıyla oluşan ilişkiyi ifade etmektedir.’’ (Akça, 2019: s.543). Genel olarak, bir eşyayı kendi emeğiyle veya karşı tarafın rızasıyla elde eden kişi, gerek ahlaken gerek de hukuken o malın mülkiyetine sahip olduğu, yani o malın üstünde tasarruf etme yetkisi bulunduğu kabul edilir. Mülkiyet hakkının hemen ardından mal sahibinin diğer insanlarla, sahip olduğu mal dolayısıyla olan ilişkisi gelir. Mal sahibinin, dilediği koşul ve şartlarda karşı tarafla sözleşme yapabilmesi ve malını gönüllü olarak devredebilmesi için sözleşme özgürlüğüne sahip olması gerekir. Böylece, karşılıklı rızaya dayanan sözleşmelerle, malların mülkiyet devredilebilir.

Buraya kadar bahsedilen mülkiyet hakkı ve sözleşme özgürlüğü, ekonomik özgürlükler çatısı altında birleştirilebilir. Ekonomik özgürlüğün sağlanabilmesi için özel mülkiyet, sözleşme özgürlüğü, girişim özgürlüğü ve piyasada tam rekabet şartlarının oluşması gerekir. ‘’Piyasa ekonomisinde, sadece temel ve soyut kurallar uygulanır. Bunlar, şiddet, hırsızlık ve sahtekârlığa karşı ceza kurallarının yanı sıra genelde mülkiyet, sözleşme ve haksız fiillerle ilgili yasalardır. Bu kurallar hemen her zaman negatif kurallardır. Diğer bir deyişle, insanlara yapmaları gereken şeyleri değil, yapmamaları gereken şeyleri söylerler.’’(Boudreaux, 2017: s.44). Özel mülkiyet sayesinde malikler kendi mülkleri üzerinde kullanma, yararlanma ve tasarruf etme yetkilerine sahip olurlar. Böylelikle bireyler devletten bağımsız olarak hareket etme, diledikleri şekilde kendilerini gerçekleştirme ve kendi tercihlerini yapma imkânı bulurlar. Mülkiyet hakkını diğer haklardan ayıran temel nokta, soyut olan hakları maddileştirerek pratikte uygulanmasını sağlamasıdır. ‘’Mülkiyet ise, hayat ve özgürlük haklarının sözde kalmanın ötesine geçerek bir anlam kazanması, somut haklara dönüşebilmesi için kaçınılmaz olarak var olması gereken bir haktır.’’(Yayla, 2015, s.186).

Mülkiyet hakkı ve sözleşme özgürlüğü, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1961 ve 1982 anayasalarında tanınmış ve güvence altına alınmıştır. 1982 Anayasası’nın 35.maddesine göre ‘’ Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir’’. Aynı anayasanın 48. Maddesine göre ‘’Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir’’. Bu hakların kullanımı ise kamu yararı gibi muğlak ifadelerle sınırlandırılmaya tabi tutulmuştur. Yine benzer şekilde ‘’milli ekonomi’’ ve ‘’sosyal amaçlar’’ doğrultusunda haklara devlet tarafından yoğun bir şekilde müdahale edilebileceği anayasada belirtilmiştir. Her ne kadar özel mülkiyet ve sözleşme özgürlüğüne yapılan müdahalelerde ölçülülük şartı aransa da, devlete verilen geniş yetkiler sebebiyle bu ilke aşındırılmıştır. Sınırlamalarla beraber mal sahibine; ailesine, topluma ve devlete karşı ödevler de yüklenmiştir.

Bu yazının yazılış amacı, Türkiye’deki mülkiyet hakkı ve sözleşme özgürlüğünü, kısaca söylemek gerekirse ekonomik özgürlükleri liberteryen bir açıdan ele almaktır. Türkiye’de mülkiyet haklarının liberteryen açıdan ele alınma sebebi, ekonomik özgürlükler hemen hemen her politik düşünceye konu olmasına rağmen, hiçbir düşünce sistemi mülkiyet hakkını ve ona bağlı olan diğer hakları liberteryenizm kadar merkezine almamıştır. Böylece mülkiyet hakkı ve ona bağlı olan sözleşme özgürlüğü, Türkiye özelinde geniş bir şekilde incelenebilecektir. Dahası, mülkiyet hakkı sadece ekonomik anlamda değil, politik-siyasi sorunlar açısından da ele alınacaktır. Belirtmek gerekir ki bu yazıda liberteryenizmden anlaşılması gereken, mülkiyet hakkını merkeze alan radikal özgürlüktür. Bu bakımdan ekonomik özgürlüklere yapılan eleştiriler laissez faire çerçevesinde olacaktır. Yazının bağlamının tam olarak anlaşılması için ilk olarak liberteryenizmin mülkiyet ve devlet teorisinden bahsedilecektir. Yazının devamındaki başlıklar ise şu şekildedir: Türk Hukuku’nda mülkiyet hakları, Türkiye tarihinde mülkiyet sorunu olarak yönetim biçimleri, Türkiye’de piyasa müdahalesinin anatomisi, piyasa ilkesine karşı refah politikaları ve son olarak Türkiye’de devlet tekeli ve diğer tekeller.

1) Liberteryenizm

Bu bölümde, yazının içeriğin anlaşılması için liberteryenizm kelimesinin ne ifade ettiğini ve bu doğrultuda liberteryen felsefenin mülkiyet hakkı, sözleşme özgürlüğü ve devlet teorisinden kısaca bahsedilecektir.

Liberteryenizm, liberalizmin 19. ve 20. Yüzyıldaki gerilemesinin ardından ortaya çıkan, özgürlük ideolojisini yeniden yorumlayarak, temel noktasını radikal bir özel mülkiyet savunusundan alan görüştür. Liberteryenler, genel olarak, doğal hukuk anlayışını savunurlar ve insan haklarını temellendirmede bu görüşü esas alırlar. ‘’Doğal hukuk anlayışı, doğada her bir varlığın kendisine içkin bir doğası olduğu ve varlıkların doğalarına uygun hareket ettiği ve bunun da rasyonalist bir düzeni gerektirdiği görüşüne dayanır.’’ (Alıntılayan Yaman ve Tarhan, 2021: s.87). Doğal hukuk anlayışı; insanların doğuştan sahip olduğu, her ne kadar yazılı olmasa da insanın aklıyla ulaşabileceği, her zaman ve her yerde geçerli olan, objektif temel ilkelerin var olduğunu savunur. Liberteryenizme göre, özel mülkiyet ve onun hemen arından gelen sözleşme özgürlüğü, diğer hakların ön koşuludur ve diğer haklarla çatışması durumunda tercih edilmesi gereken haklardır.

Liberteryenizm, mülkiyet hakkını şu şekilde meşrulaştırır: İnsan kendi bedeni üstünde hakimiyet sahibidir. Bu durum, insanın kendi kendisini gerçekleştirme ve hayatını şekillendirmesinde tek söz sahibinin kendisinin olduğunun açıkça kanıtıdır. O halde her insan başkasının bedenine zarar vermeyecek şekilde dilediği gibi hareket edebilir. İkinci prensip, kullanılmayan bir şey/arazi üzerinde emek harcayan kişi, emek harcadığı şeyin sahibidir. Bir insanın bedeni kendisine ait olduğu gibi yine kendi emeği de kendisine aittir. O halde emeğini kattığı şey, yani beden mülkiyetinin bir parçası olan emeği, sahipsiz bir şeye/araziye katan kişi onun mülkiyetini kazanmış olur. Bu sebeple, dünya üzerindeki araziler/şeyler, bir insan onların üstünde hakimiyet kurana kadar sahipsizdir. Bu adalet teorisine göre doğada sahipsiz bir geyiği avlayan kişi, o etin sahibi olmuştur. Vahşi bir atı evcilleştiren kişi, yine o atın sahibi olmuştur. Bu şekilde mülkiyet kazanımı, toprak üzerinde de geçerlidir. Boş bir araziyi eken kişi, hem arazinin hem de ektiği ürünlerin sahibidir. Mallarının veya arazisinin sahibi olan bir insan, bunu karşılıklı rızaya dayanarak bir başkasına devredebilir.

Mülkiyet hakkının temele oturtulmasından sonra, bu hakkın nasıl korunacağı sorusu gündeme gelir. Liberteryenizmin minimal devletçi kısmında yer alan Ayn Rand, Robert Nozick ve Ludwig von Mises, devletin mülkiyet hakkını korumak için gerekli olduğunu savunur. Rand ve Nozick, devleti katlanılması gereken kötülük olarak adlandırır. Çünkü devlet, varlığını tek taraflı cebire dayandırdığı ve gelirlerini zor kullanarak elde ettiği için, sınırları içinde yaşayan kişilerin mülkiyetlerine karşı saldırgan olduğundan, masum bir kurum değildir. Fakat yine de özel mülkiyetin korunması için devletin varlığının gerekli olduğuna inanırlar. Mises’a göre de devlet, yaşam ve mülkiyet haklarının koruyucusudur. Fakat buna rağmen devletin faaliyetleri sınırlandırılmalı ve devlet ekonomiden soyutlanmalıdır. ‘’Mises, devletsiz toplum idealinin imkansızlığına dikkat çekerek gerektiğinde zora başvurulmadığı takdirde toplumun varlığının tehlikeye gireceğine işaret eder. …Aynı şekilde… Rand ve Nozcik’in teorilerinde de devletin gerekliliği açıkça kabul edilir.’’(Taner, 2010, s.148). Rand, Nozick ve Mises’ın bir diğer ortak noktası ise, sadece hukuk ve güvenlik hizmetlerini yerine getiren, sınırlı bir devletin varlığını savunmalarıdır. Bu bakımdan devletin zenginliği yeniden dağıtması veya sosyal yardım yapması, ekonomiye dahil olması veya asgari ücret ve ruhsatlandırma gibi piyasa regülasyonları yapması, hem ahlaki açıdan hem de faydacı açıdan yanlıştır.

Öte taraftan liberteryenizmin anarşist kısmında yer alan Rothbard ve Hoppe’ye göre devlet, kaçınılması gereken bir kötülüktür. Rothbard ve Hoppe, devleti, insanların haklarını ihlal eden organize bir suç örgütü olarak adlandırır. Bunun sebebi, devletin gönüllü bir oluşum olmaması ve sınırları içinde yaşayan herkese karşı, suçlu suçsuz ayırt etmeden şiddet kullanmasıdır. ’’Başka bireyler ve kurumlar kendi gelirlerini mal ve hizmet üretimiyle ve bu mal ve hizmetlerin başkalarına barışçıl bir şekilde ve gönüllü satımı yoluyla elde ederken, devlet kendi gelirini cebir yoluyla, yani hapishane ve silah kullanarak veya bunlarla tehdit ederek elde eder.’’ (Rothbard, 2019, ss.86–87). Onlara göre insanın sahip olduğu tek hak, kendi üstündeki mülkiyet hakkıdır. ‘’…kişinin kendi bedeni ve özgürlüğü üzerindeki hakkı, insan hakkı olduğu gibi aynı zamanda kendi varlığı üzerindeki mülkiyet hakkını da ifade etmektedir.’’ (Alıntılayan Aktan ve Eroğlu, 2019, s.117). Diğer tüm haklar, kişinin kendisine sahip olmasını ifade eden öz-sahiplikten türer. Bu bakımdan yaşam hakkı, kişinin kendi üstündeki mülkiyet hakkının bir görünüş şeklidir. Rothbard ve Hoppe, sosyal yaşamın devamlılığı için hukuk ve güvenlik hizmetlerinin gerekli olduğu konusunda hemfikirdir. Fakat devleti, mülkiyet hakkının koruyucusu olarak görmezler. Onların önerisi, her mal ve hizmette olduğu gibi hukuk ve güvenlik hizmetlerinin de serbest piyasada verilmesidir. Bu yazıda liberteryen anarşizmi, devletin varlığını savunan liberteryen görüşten ayırmak için anarko-kapitalizm kavramı kullanılacaktır.

2) Türk Hukukunda Mülkiyet Hakkı

a. Özel Mülkiyet

Mülkiyet hakkı, ‘’mülkiyet ilişkisinden kaynaklanan yetki ve menfaatlerin hukuk düzeni tarafından tanınıp korunmasıdır.’’ (Akça, 2019: s.552). Uluslararası bildirilerle de insan hakkı olarak tanınan mülkiyet hakkı, TC Anayasası’nın 2. Maddesinde, devletin özelliklerini nitelerken belirtilen ‘’insan haklarına saygılı’’ ibaresi, mülkiyet hakkının bu anayasada da tanındığını gösterir. Mülkiyet hakkı, anayasanın 35. Maddesinde ‘’Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.’’ şeklinde belirtilmiştir.

Mülkiyet hakkı, aslen veya devren kazanılabilir. Bir hakkın doğrudan doğruya, ilk sahibi olarak kazanılmasına, hakkın aslen kazanılması denir. Malın mülkiyeti, bir başkasının mülkiyet hakkına veya iradesine dayanmadan kazanıldığı takdirde, mülkiyet hakkı aslen kazanılmış olur. Sahipsiz bir taşınır eşyanın kazanılmasına sahiplenme, sahipsiz bir taşınmazın kazanılmasına işgal denir. Devren kazanma ise, hakkın bir kişiden diğerine geçmesi halinde, yeni hak sahibinin hakkı kazanma türüdür.

Mülkiyet hakkı, eşya üzerinde tam yetki veren ayni bir haktır. Mülkiyet hakkı, sahibine; malı kullanma, maldan yararlanma ve malı tasarruf etme yetkisi verir. Mülkiyet hakkının içeriği, Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde şöyle geçmektedir ‘’Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.’’ Mülkiyet hakkı bazen de malın sahibine ödevler ve yükümlülükler yükler. Katlanma ödevi, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere malikin tahammül etme yükümlülüğüdür. Yapma ödevi, maliki belli bir fiile zorlayan yükümlülüklerdir. Yapmama yükümlülükleri ise maliki belli bir şeyi yapmaktan alıkoyan, bazı eylemlerden kaçınma yükümlülükleridir. Mülkiyet hakkına yapılacak başkaca sınırlamalar ise kamu yararına dayanmalı, sınırlamalar anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olmalı, mülkiyet hakkının özüne dokunmamalı ve kanunla yapılmalıdır.

b. Kamu Mülkiyeti

Türk hukukunda kamu mülkiyetine dair hükümler bulunmakla beraber, devlet mallarının tanımı yapılmamıştır. Sadık Kırbaş’a göre (Alıntılayan Söyler) ‘’Devlet malları, devletin özel mülkiyetindeki malları, kamunun yararlanmasına tahsis edilen (özgülenen) hizmet malları ile kamunun ortak kullanımına ve yararlanmasına açık olan orta malları ve sahipsiz malları ifade eder.’’ (2011: s.59). Bu tanımdan hareketle devlet malları; sahipsiz mallar, orta mallar, hizmet malları ve devletin özel mallarıdır. Sahipsiz mallar, Türk Medeni Kanunu’nun 715. Maddesinde açıklanmıştır. ‘’Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait mallar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Aksi ispatlanmadıkça, yararı kamuya ait sular ile kayalar, tepeler, dağlar, buzullar gibi tarıma elverişli olmayan yerler ve bunlardan çıkan kaynaklar, kimsenin mülkiyetinde değildir ve hiçbir şekilde özel mülkiyete konu olamaz.’’. Kamu hizmeti için kullanılmaya tahsis edilen mallara orta mallar denir. Kamu hizmetinin görülmesinde kullanılan ve dolayısıyla kamu hizmetinin zorunlu bir parçasını teşkil eden mallardır. Devletin özel malları, ‘’…kamu hizmetlerinin görülmesine, kamu malları gibi doğrudan doğruya değil de sağladıkları gelirle, dolaylı yoldan katkı sağlayan mallardır.’’ (Şimşek, 2014:s.95).

Devletin bizatihi hiçbir şeye sahip olmayacağı, sadece bir başkasına ait özel mülkiyetten pay alarak varlığını sürdürdüğünden, devlet mallarının giderleri temel olarak vergilerle karşılanır. Anayasada belirtilen vergi ödevine göre ‘’Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür.’’

c. Liberteryen Görüşe Göre Türkiye’de Mülkiyet Hakkı

Liberteryen hukuk anlayışına göre mülkiyet hakkının kaynağı yasalar değildir. ‘’Hayat, özgürlük ve mülkiyet insanlar yasalar yaptığı için var değildir. Aksine, ezelden beri var olan bu unsurların kendisi insanı hukuk yapmaya sevk etmiştir.’’ (Bastiat, 2017: s.13). Bu bakımdan mülkiyet hakkının anayasada hiçbir doğal hakka atıf yapılmadan tanımlanması bir eksikliktir. Türk Hukuku’nda mülkiyet hakkının kazanımı ve liberteryen görüşteki mülkiyet hakkı teorisi birbiriyle örtüşmektedir. Liberteryen teoriye göre sahipsiz bir mala emeğini katan ilk kişi o malın sahibi olur veya malın sahibi, her iki tarafın da gönüllü olduğu bir sözleşmeyle malını karşı tarafa devredebilir. Liberteryen teoriye göre kamu malları da katlanılması gereken bir kötülüğün parçasıdır. Hukuk ve güvenlik gibi, faydası bireysel olarak bölünemeyen hizmetlerin karşılanması için devletin vergilendirme yapması meşru görülür. Fakat Rand, her halükarda devlet giderlerinin gönüllü olarak ödenmesini savunur. ‘’Tamamen özgür bir toplumda vergilendirme, gönüllülük esasına göre yapılacak olacaktır. Bir hükümetin zaruri hizmetlerine –polis, silahlı kuvvetler, mahkemeler- bireylerin ihtiyaç duyduğu su götürmez bir gerçek olduğundan ve bu hizmetler, vatandaşların çıkarlarıyla doğrudan ilgili olduğundan, vatandaşlar bu gibi hizmetlerin karşılığını tıpkı sigorta için ödeme yapar gibi ödeyeceklerdir ve ödemelilerdir.’’ (2008: s.175).

Anarko kapitalistlere göre devlet meşru bir organizasyon olmadığından, Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunları nasıl olursa olsun, kamu mülkiyeti meşru bir mülkiyet türü olarak kabul edilemez. Oppenheimer, devlet hakkında şöyle söylemişti (Alıntılayan Rothbard) ‘’…siyasi yönetimin örgütlenmesi; yani, yağmacı sürecin belli bir ülke üzerinde sistemli hale getirilmesidir. Suç arada sırada ortaya çıkar, olacağı kesin değildir… Devlet ise özel mülkiyetin yağmalanmasının yasal, düzenli ve sistematik bir kanalını sağlar…’’ (2019: s.89). Bu bakımdan vergilendirme, hırsızlıkla eş değerdir ve hırsızlık yoluyla mülkiyet kazanılamaz. Buna karşılık Türk Hukuku’nda özel mülkiyetin kazanımı, anarko kapitalist görüşle örtüşmektedir. Anarko kapitalist görüşe göre de sahipsiz bir mala emeğini katan ilk kişi, o malın sahibi olur. Malın sahibi ise malını karşı tarafın da rızasıyla beraber devredebilir.

3) Türkiye Tarihinde Mülkiyet Sorunu Olarak Yönetim Biçimi: Mutlak Monarşi ve Demokrasi

Liberteryen açıdan yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkının korunması temel değerken, devletin yönetim biçimi önemsizdir. ‘’Liberteryenler demokrasiye fiyat biçmezler. Demokrasiyi kendi başına bir amaç olarak görmezler. Demokratik katılımı ve müzakereyi en üstün hayat biçimi saymazlar. Demokrasinin, aynen bütün devlet biçimleri gibi, içsel olarak iğrenç olduğuna inanmaya meylederler.’’ (Brennan, 2015: s.114). Ana akım ekonomistlerin ve siyaset teorisyenlerinin, yönetim biçimindeki mülkiyet farklılığını tamamen görmezden gelmesinde rağmen, mülkiyet hakkının en çok etki ettiği alanlardan biri şüphesiz devletin yönetim biçimidir. Bu bölümde monarşi ve demokrasinin aslında devlet yönetimindeki mülkiyet değişimi olduğu iddia edilecek, Osmanlı ve Türkiye’de yönetim biçimi ele alınacaktır.

Her ne kadar herkesin anlaşmaya vardığı bir demokrasi tanımı olmasa da şu şartlar demokrasinin varlığını gösterir: ‘’Etkin siyasal makamlar seçimle iş başına gelmelidir, seçimler düzenli aralıklarla tekrarlanmalıdır, seçimler serbest olmalıdır, birden çok siyasal parti var olmalıdır, muhalefetin iktidar olma şansı mevcut olmalıdır…’’ (Gözler, 2018: ss.86–87). Bu noktada demokrasilerin karakteristik özelliği, devlet gelirlerinin kullanımını düzenli aralıklarla seçilen politikacılara bırakılmasıdır. Bunun dışında bahsedilen özellikler ise, örneğin adil seçimlerin olması, yönetim biçiminin özelliği değil, ‘’iyi’’ bir yönetim biçiminden beklenen özellikleridir. Gayet tabii mutlak monarşi altındaki bir yönetim de barışçıl ve başta özel mülkiyet olmak üzere, diğer hakları adil kanunlar çerçevesinde koruyabilir. Buna rağmen seçimlerin olmaması, bu yönetimi anti-demokratik kılar. Böylece iddia edilen şudur ki, demokrasinin devlet yönetimini kamu mülkiyetine açması dışında hiçbir anlamı yoktur. Bu yüzden, demokrasi için yapılacak tek tanım, devlet gelirlerinin kullanımının kamu mülkiyetine ait olmasıdır. Bu durum özel mülkiyete ters düşer. Çünkü bir özel mülkiyet sahibi, malının üstünde tasarruf yetkisine sahiptir ve malını bir başkasına devretme veya malını paylaşma zorunluluğu yoktur. Demokrasilerin aksine, mutlak monarşilerde kral ve ailesi, ülke kaynaklarının kullanımını diğer vatandaşlara kıyasla daha ayrıcalıklı bir özel mülkiyette tutar. Ayrıcalıklı özel mülkiyet vurgusu şu noktada önemlidir. Çünkü devletin gelir kaynağı vergi olduğundan, doğası gereği sınırları içinde yaşayan kişilerin mülkiyetlerine karşı saldırgan olmak zorundadır. Bu sebeple mutlak monarşilerde devletin tabi olduğu mülkiyet türü, barışçıl insanların tabi olduğu özel mülkiyetten farklıdır. Fakat yine kral ve ailesi, devletin gelirlerini herkesin kullanımına açık bir kamu mülkiyeti statüsünde kullanmadığı için ayrıcalıklı özel mülkiyet demek daha doğrudur.

Şuraya kadar bahsettiklerimden de anlaşılıyor ki, devlet yönetiminin seçimlere kapalı olması, yani tek bir ailenin ülke gelirlerini kullanması, özel mülkiyet ile bağdaşır. Buna karşılık, vergi gelirlerinin seçilebildiği takdirde herkesin kullanımına açılması, özel mülkiyetle ters düşer. Bir özel mülkiyet sahibi, malının üstünde tam hakimiyete sahip olduğundan, kralın yasama, yürütme ve yargı erkini tek başına (teoride kuvvetler birliği varken, pratikte kuvvetler ayrılığı gözükebilir ve sosyal düzenin işleyebilmesi için gözükmelidir de) kullanması doğaldır. Fakat ülkeyi kamu mülkiyetinde kullanan kiracı-politikacılar, kendi mülklerini değil, başkasının mülkünü kullandıklarından, o mal üstünde tam hakimiyete sahip olmaları ve malın göreceği zararı üstlenmemeleri halinde, o mal tamamen bir yağma objesine dönüşür. Politikacıların mal üstünde tam hakimiyete sahip olmaması için de kuvvetler ayrılığının sağlanması şarttır. Bu sebeple demokrasi, devlet yönetiminde kamu mülkiyetine sahip olduğundan, o malın kullanımı politikacılar açısından olabildiğince sınırlı tutulmalıdır. Bu teorinin Osmanlı Devleti’ne ve Türkiye Cumhuriyeti’ne uygulanışı ise şu şekildedir:

Padişah, Osmanlı Devleti’nin başıdır. Padişah olma hakkı, Osmanoğulları hanedanının erkek çocuklarına mahsustur. Bu durum, devlet yönetiminde özel mülkiyetle tamamen uyumludur. Devletin gelirlerinden pay alma şansı sadece Osmanlı hanedanında bulunduğundan ve vergiler üstünde yaşayan sınıf küçük olduğundan, devletin özel mülkiyete el atma derecesi, demokrasilere nazaran azdır. Osmanlı’nın devlet yönetimindeki özel mülkiyet, uzun süreli korunmuştur. II. Bayezid, II. Osman, Sultan İbrahim, III. Selim, IV. Mustafa ve Sultan Abdülaziz tahttan indirilmelerine rağmen, yerlerine başka bir aileden hükümdar seçilmemiştir. Padişahlar, klasik monarşi döneminde, devletin bütün fonksiyonlarını kendilerinde toplamıştır. Bir başka deyişle bütün monarşilerde olduğu gibi, kuvvetler ayrılığı değil, kuvvetler birliği prensibi vardı. Fakat uygulamada, bu kuvvetler birbirinden birbirlerinden bağımsız otoriteler tarafından vekâleten yürütülürdü. Kuvvetler birliği sistemi, bir özel mülkiyet sahibinin maliki olduğu şeyin üstünde tasarruf etme yetkisiyle uyumludur. Dahası, bir insanın kendi malına bile isteye zarar vermesi, hayatın normal akışına uygun olmayacağından, ‘’Padişah vatana hıyanet suçunun faili olamaz. …vatan padişahın mülkü, teba da ailesi gibi mütalaa edilir. vatan elden giderse, padişahlık da biteceğinden; bir insanın kendi mülküne ve ailesine hıyanet edeceği hukuken tasavvur olunamaz.’’ (Ekinci, 2019, s.245).

Tarihsel anlamda her ne kadar maddi ve teknolojik olarak sürekli bir ilerleme yaşansa da, mutlak monarşiden demokrasiye geçiş yani Osmanlı Devleti’nde vergi gelirlerini harcama yetkisinin seçilebildiği takdirde herkese tanınması, tarihi olarak bir gerilemedir. Klasik dönem Osmanlı Devleti’nde, devlet gelirlerinin harcanmasının özel mülkiyete tabi olması, devletin sınırlandırılması açısından önemliydi. Fakat özellikle 1840’dan itibaren taşralarda malî, idarî ve adlî salâhiyetlere sahip memleket meclisleri teşkil olunmuştu. Devlet organlarının fonksiyonları ile temel hak ve hürriyetlerin düzenlendiği 1876 tarihli Kanun-ı Esasi ile Osmanlı Devleti bir parlamenter monarşi hâline dönüşerek ‘’taçlı demokrasi’’ kurulmuştur. Kanuni Esasi’ye göre yürütmenin başı padişahtır. ‘’ Kanun-ı Esasi çift başlı bir yasama öngörmüştür. Buna göre Meclis-i Ayan padişahın seçtiği üyelerden, Meclis-i Mebusan ise milletin seçtiği üyelerden oluşmaktadır. Kanun-ı Esasi ile birlikte yasama yetkisi Meclis-i Umumi ve padişah arasında parlamenter rejimin genel ilkeleriyle bağdaşacak şekilde paylaştırılmıştır.’’ (Yıldız, 2015: s.167). Mebusan Meclisi, halktan kişilerin vergiyi kullanma, liberteryen açıdansa halkın oyuyla seçilen kişilerin, yasal olarak yağmalanan mallar üstünde tasarruf hakkını onaylanmasıdır. ’’Bastiat, yasal yağmanın oy hakkının yayılmasıyla birlikte toplumdaki tüm çıkar gruplarına sirayet edeceğini ve organize hale geleceğini belirtir. Bu sistem öncesi hırsızlık sayılan ve küçük bir grup tarafından yapılan davranışlar artık hukuk aracılığıyla ve toplumun büyük çoğunluğu tarafından yapılmaya başlanacaktır. Bu sayede hırsızlık bir yandan meşrulaşırken diğer yandan da çoğunluğun aynı suçu birlikte işlemeleri sebebiyle sıradanlaşır.’’ (Kalkan, 2016, s.168). Kanun-ı Esasi’yle beraber, yasal olarak yağmalanan malları kullanma hakkı, sadece Osmanlı ailesine değil, seçilebildiği takdirde herkese tanınmıştır. 1878’den sonra seçimlerin askıya alınmasına rağmen Kanun-i Esasi yürürlükte kalmıştı. 1908 yılında seçimler tekrardan yapılarak yeni bir meclis teşkil edilmiştir. ‘’II. Meşrutiye döneminde kabul edilen 1908 Anayasası ile padişahın yetkileri oldukça sınırlandırılmış… parlamenter bir sistem uygulanmaya başlanmıştı.’’ (Demir, 2016, s.17).

1923 yılında Cumhuriyet’in ilanı, artık devlet yönetiminin ev sahibi- krala bırakılmasındansa, tamamen kiracı- politikacılara geçmesinin tescilidir. Burada cumhuriyetten anlaşılması gereken anlam, devlet başkanının ırsi olmadığı yönetim şeklidir. O halde cumhuriyet, sadece demokrasilerde görülebilen bir yönetim şeklidir. Çünkü devlet başkanın oylamaya tabi olması, onun devlet gelirlerini kullanmada özel mülkiyet hakkına sahip olmadığı anlamına gelir. Cumhuriyetle beraber devlet gelirlerinin harcanması, tamamen kamuya bırakıldığından Türkiye Cumhuriyeti demokratiktir. Bu bakımdan gerek 1923–1938 tek parti dönemi, gerek 1945 sonrası çok partili dönem tam anlamıyla demokratiktir. Fakat tek parti döneminde, devlet mülkiyeti kamu mülkiyetine tabi olmasına rağmen, CHP güçler birliği ilkesiyle Türkiye’yi idare etmiştir. Yukarıda da açıklandığı gibi güçler birliği, ancak mal üstünde tam tasarruf yetkisine sahip olunduğunda, yani sadece mutlak monarşilerde uygulandığı zaman iyi sonuçlar üretir. Bu bakımdan CHP, devlet yönetiminde kiracı rolünde olmasına rağmen tam tasarruf hakkını kullanmaya çalışmıştır. Kamu mülkiyetindeki devleti idare eden CHP, toplanan vergilerin kendilerine ait olmadığı, onu dilediği gibi tasarruf edemediği ve gelecek nesillerine tam anlamıyla miras bırakamadığı için oldukça otoriter sonuçlara sebebiyet vermiştir. Benzer şekilde AKP idaresi altında olan Türkiye, Freedom House’un 2021 yılı listesine göre 32/100 puanla özgür olmayan ülkeler kategorisindedir. 2017 Anayasa değişikliği ile beraber, yönetim her ne kadar kuvvetler birliğine yaklaşsa da bu, Türkiye’nin mutlak monarşiye yakınlaştığını göstermez. Yukarıda da açıklandığı gibi mutlak monarşi ve demokrasi arasındaki fark kuvvetler ayrılığı/birliği değil, devlet gelirlerinin harcamaya yetkili kişilerin tabi olduğu mülkiyet türüdür. Bu bakımdan Türkiye hala tam anlamıyla demokratikken, doğal hukuk ilkeleri olan özgürlük ve mülkiyetten uzaklaşmaktadır. Mülkiyet hakkı doğrultusunda bir insan, kendi malı üstünde tam tasarruf yetkisine sahip olmalıdır, başkasınınkinin değil. O halde demokratik yönetime geçen Türkiye’de, politikacıların yasama, yürütme ve yargı üstündeki yetkileri olabildiğince sınırlandırılmalıdır. Doğal hukuka uygun davranılması, adil seçimler, diğer partilerin seçilme şansının olması ise kamu mülkiyetindeki devleti sınırlandırmanın yollarındandır.

Serbest piyasadaki rekabetin, devlet seçimlerine uygulanması gerektiği düşülebilir. Fakat bu hiçbir dayanağı olmayan kötü bir argümandır. Rekabet sadece ‘’iyi’’ şeyler söz konusuysa elzemdir. Üretimde, yardımlaşmada, hayır işlerinde rekabet gereklidir. Cinayet işlemekte, hırsızlık yapmada, adam kaçırmada rekabet gerekli değildir. Devlet ise, yasal olarak yağma yetkisine sahip yegane kurumdur. Hırsızlık diğer insanlar tarafından yapıldığında cezalandırılırken, devlet hukuk ve güvenlik görevlerini tek başına üstlendiğinden, kendi saldırgan davranışlarından dolayı yaptırıma uğramaz. ‘’Devlet, özel mülkiyetin yağmalanmasının yasal, düzenli ve sistematik bir kanalını sağlar; o toplumdaki asalak zümreye garantili, güvenli ve nispeten barışçı cankurtaran halatı sunar’’ (Rothbard, 2019, s.89). Bu sebeple yasal olarak yağma yapma yetkisi rekabete, yani oylamaya açılmamalı, seçimlere tabi olmayan bir aile tarafından kullanılmalıdır. . ‘’Hükümete girme ve bireysel hükümdar ve ailesinin -kral ve soylular olarak- münhasır statüsüne ilişkin bu kısıtlamalar nedeniyle, özel hükümet mülkiyetiyle yönetilen kamuoyunda açık bir sınıf bilincinin gelişimini teşvik eder ve hükümetin vergilendirme gücünün herhangi bir şekilde genişletilmesine karşı muhalefeti ve direnci teşvik eder. Az sayıdaki yönetici ile birçok yönetilen arasında kesin bir ayrım vardır ve bir kişinin bir sınıftan diğerine geçme riski veya şansı çok azdır veya hiç yoktur’’ (Hoppe, 2007, s.21). Şu durumda klasik dönem Osmanlı’da, özel mülkiyet tipi yönetim uygulanmışken, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde özel mülkiyete ters düşen, kamu mülkiyeti tipi yönetim şekli hüküm sürmüştür. Hoppe, liberteryenlerin çatışması ne Marksistlerle ne de sosyalistlerle olduğunu söyler. Ona göre ‘’Eski sosyalistleri artık eleştirmeye gerek yok. Teorik anlamda şu an ölüler zaten… Düelloda karşınızda ya sosyal demokratlar ya da sosyal liberaller var artık’’ (Alıntılayan Yaman ve Tarhan, 2021: s.108). Benzer şekilde düşünen Bastiat, seçme hakkının herkese tanındığı demokrasi tipi yönetimde, seçilen çoğunluğun, seçme hakkının sınırlı olduğu dönemlerdeki selefleri gibi yasal soygunu gözetme ilkesine bağlı kaldığını ve sosyalizm istilasının önlenebilmesi için sınırlı yasal soygunun mevcut olduğu sistemin daha tercih edilebilir olduğunu söyler. Bu bakımdan, Türkiye’deki mülkiyet haklarının güçlendirilmesi için demokrasinin kaldırılması gerekir.

4) Türkiye’de Piyasa Müdahalesinin Anatomisi

Özel mülkiyetin baskılanması, sadece vergilendirmeyle olmaz. Regülasyonlar da aynı şekilde bir özel mülkiyet ve sözleşme özgürlüğü ihlalidir. Hatta regülasyonlar, vergilendirmeden daha geniş yer kaplayan ve sadece devletin değil, mesleki lobicilerin de doğrudan yer aldığı düzenlemelerdir. Bu başlığın devamında, Türkiye’deki regülasyonlara değinilecektir.

a. Fiyat Kontrolleri

Fiyat kontrolleri, devletin, bir malın veya hizmetin belirlenen fiyatın altında veya üstünde satışının yasal olarak yasaklanmasıdır. Fiyat kontrolleri 2 şekilde karşımıza çıkabilir: taban fiyat ve tavan fiyat uygulaması.

a.1) Taban fiyat kontrolleri, bir mal veya hizmetin, devletin belirlediği fiyatın altında satışının yasak olmasıdır. Her ne kadar bu regülasyon üreticiyi korumak adına getirilse de, aslında korunan kısım, sermayesi yüksek olan üreticidir. Çünkü piyasaya yeni giriş yapan bir işletme, mevcut rakiplerine karşı daha az tanınır veya daha düşük sermayeye sahip olması olağandır. O halde mal satmak veya hizmet vermek için, mevcut işletmelere karşı rakip olabilmek için ya kalite ya da fiyat bakımından rakip olması gerekir. Fakat devlet, taban fiyat uygulaması getirdiğinde, daha az kaliteli olan ürününün veya hizmetinin fiyatını, olması gerekenden daha yükseğe çekeceğinden, tercih edilme olasılığı düşecektir. Ek olarak düşük bütçeye sahip alıcılar, bütçelerine uygun düşük kalite- düşük fiyat seçeneği yerine, düşük kalite- yüksek fiyat seçeneğine mahkum kalacaklardır. Fiyat kontrolleri, 2 tarafın da gönüllü olarak yapabileceği sözleşmeyi kısıtladığı için de a priori (önsel) olarak, hem tüketici hem üretici için faydasızdır. Bu bakımdan taban fiyat kontrolleri, özellikle düşük sermayeli yatırımcılar ve düşük gelirli kişiler için zararlıdır. (Piyasa fiyatının, taban fiyattan düşük olduğu durumlar varsayılmıştır).

Türkiye’de, taban fiyat uygulamasının olmadığı sektör ve mal veya hizmet hemen hemen yoktur. Meslek erbabı olanların işletmesinde uygulanacak taban fiyatlar, meslek odaları veya devlet tarafından belirlenir. Avukatlık, doktorluk, berber veya kuaför, asansör ve yürüyen merdiven bakımı, taksicilik, kuru temizleme, perde dikimi, otel ve hamamlar… gibi önemlisinden önemsizine, her meslekte tarifler vardır. Ankara Ticaret Odası, 2021 yılı gözlükçüler azami fiyat tarifesine göre plastik burunluk 6 TL, silikon burunluk 12 TL, gözlük ipi 3 TL ve kontak lens saklama kabı 17 TL’dir. Yine aynı odanın 2021 yılı ekmek azami fiyat tarifesine göre, 200 gram normal ekmek 2.25 TL, 200 gram kepekli ekmek 3,75 TL’dir. Meslek odaları tarafından belirlenen taban fiyatlar, şehirden şehre farklılık gösterebilir. İstanbul’da 1 Eylül 2021’den itibaren 230g normal ekmek 2.5 TL’dir. Benzer tarifelerin devlet tarafından belirlendiği alanlara ise telekomünikasyon ve bankacılık örnek verilebilir.

Fiyat kontrolleri bakımından asgari ücret de bir taban fiyat kontrolüdür. Asgari ücret belli bir fiyatın altına işçiye ödeme yapılamayacağı anlamına gelir. Eğer bir işçinin piyasaya fiyatı, asgari ücretten düşükse, o halde bu sözleşmenin devlet tarafından yasal sayılmayacağından, işçi ve işverenin gönüllü olarak bir sözleşme akdedememesi işsizlik yaratır. Bu sebeple asgari ücret bir çalışma yasağıdır. ‘’Serbest piyasada herkesin ücreti onun iskonto edilmiş marjinal verimlilik değerine göre belirleme eğiliminde olur. Bir asgari ücret kanunu, DMVP’si (iskonto edilmiş marjinal ürün değeri) yasal tabanın altında olan kişilerin çalışmasının engellenmesi anlamına gelir. …Bu şekilde mecburi işsizlik marjinal işçilerin rekabetini ortadan kaldırır ve geriye kalan diğer işçilerin ücret oranlarını yükseltir.’’ (Rothbard, 2009, s.947). İşsizliğin artmasıyla sermaye malı başına düşen işçi sayısı azılır ve buna bağlı olarak sermaye mallarının verimliliği düşer. Türkiye’de 2020 yılına ait asgari ücret net 2 bin 324 lirayken, 2021 yılında 2 bin 825 lira 90 kuruş oldu. Asgari ücret geçen yıla göre 500 lira artmış, yüzde 21,56 oranında yükselmiştir. 2022 yılına girmeden önce de asgari ücretin 3.500 TL civarı olması bekleniyor. Asgari ücret, her ne kadar çalışma yasağı kapsamında yargıya konu olmasa da, devletin herkese eşit davranma yükümlülüğünü delen bir yasadır. Son olarak belirtmek gerekir ki, devletin sunduğu işsizlik sayısı istatistiği, birden çok etkenin toplamını gösterir. Para politikası, siyasal durum, doğa olayları, işletmelerin başarılı olup olmaması, teknolojik gelişim, asgari ücret vb. birçok etken, işsizliğe sebep olabilir. Bu sebeple işsizlik istatistiği, işsizliğe sebep olan durumların karma bir göstergesi olup, doğrudan asgari ücretin işsizliğe sebep olup olmadığını göstermediğinden, bu bölümde istatistikten yararlanılması uygun görülmemiştir.

a.2) Tavan fiyat uygulaması, bir mal veya hizmetin, devletin belirlediği fiyatın üstünde satılamayacağı anlamına gelir. Bir malın, piyasa fiyatından daha ucuza satılması için yapılan devlet müdahalesi, o mal veya hizmette kıtlık meydana getirir. ‘’Piyasa fiyatı, sizin herhangi bir şeyi satın alma iştahınızın büyüklüğü ile üreticinin onu satmaya ne kadar istekli olduğu arasında dengededir. Bir şeyin etiket fiyatı, keyfi değildir. …Keza bir üretici iseniz, ne tür malların üretilmesine ihtiyaç duyulduğunu size piyasa fiyatları söyler.’’ (Murphy, 2019, s.28). Tavan fiyat uygulaması, arzın talepten çok daha az olduğu durumlarda getirilip fiyatlara müdahale edildiğinden, üreticilerin en çok gerek duyulan yere yatırım yaptırılması caydırılır. Böylece tavan fiyat uygulaması kıtlıklara sebep olur.

Türkiye’de 1979 yılında tüpgaz, ampül, sigara ve şeker gibi bazı mallarda devletçe belirlenen tavan fiyatlarda kıtlık yaratıp, uzun kuyruklar oluşturuyordu. Tavan fiyatın günümüze en yakın örneği ise, 2020 yılında korona sebebiyle maske fiyatlarına sınır getirilmesidir. Fiyatları 100 TL’ye kadar varan maskeler, insanların maskeye ihtiyacı olduğunu fakat maske üretiminin, maske talebine oranla düşük kaldığını gösteriyordu. Maske üreticileri, acil ihtiyaç duyulan maske talebini karşılamak için yüksek miktarda kâr etmeleri gerekmişti ki, böylece maske üretimi talebi karşılamak için hızlı bir artış göstersin. Fakat devlet maskelere 1 TL tavan fiyat koyduğunda, arz ve talebin dengelenmediğini gösteren doğal piyasa fiyatları, birden devletin arz ve talebin dengelendiğini belirten yapay fiyatlarıyla değişmiş oldu. Bu sebeple de maske üreticileri yeteri kadar kâr edemediğinden, maske üretim kapasitesi artamadı ve maske kıtlığı meydana geldi. Son olarak tavan fiyat uygulaması kıtlığa sebep olduğundan, o malların karaborsaya düşmesine sebep olur.

b. Mesleki Ruhsatlandırma

Ruhsatlandırma yasaları, sözleşme özgürlüğünü en çok kısıtlayan devlet regülasyonlarının başında gelir. Ruhsatlandırma, bilinçli olarak emek arzını kısıtlayarak, belli meslekte çalışmak ya da belli bir işi yapmak isteyen kişiler için çeşitli kurallar dayatır. Ayrıca ruhsat bedelini karşılayamayanları doğrudan piyasa dışına iter. Prosedürde katılık, etkisizlik ve değişken koşullara adapte olamama, ruhsatlandırma yasalarının temel özellikleridir. Çünkü, Avusturya İktisat Ekolü’ne göre, bir piyasayı regüle etmek için, piyasada mevcut bütün bilgilere tek merkezden toplanabilir olması gerekir. Toplumdaki mevcut bilgilerin her an değişebilen sabit bilgiler olmaması bir yana, bilgilerin merkezi bir yerde toplamak ise hiçbir zaman yapılamayacak, imkansız bir istektir.

‘’…piyasa kıt kaynakların dağılımının yapıldığı bir mekanizmadan ziyade bireylerin yaptığı tercihlerin koordinasyonunu rekabet aracılığıyla sağlayan bir keşif sürecidir. Toplumda yayılmış olan bilginin merkezi bir otorite tarafından başarılı bir şekilde toplanıp kullanıma sunulması zordur. Çünkü:

1) Toplumdaki bilgi genellikle geçici ve kısa sürelidir. Nispi fiyatlar ve müteşebbis faaliyetleri buna örnek olarak verilebilir. Bu tür bilgiler merkezi otorite tarafından toplansa bile toplanıncaya kadar geçen süre zarfında pratik değerlerini yitirirler.

2) Piyasanın topladığı bilgi yerel ve zımni niteliktedir ve ancak bir kısmı teorik olarak ifade edilebilir. Merkez planlamadan farklı olarak piyasa bu bilginin iktisadi aktörlerin tercih ve kararlarında kullanılmasına olanak sağlar.

3) Ürünler ve fırsatlar hakkında bilgi sağlamanın ötesinde başka piyasa kurumları iktisadi aktörlerin tercihleri hakkında bilgi sağlar. Buna ilaveten piyasa kurumları başka türlü mevcut olamayacak olan tercihler ve fırsatlar hakkında da bilgi oluşturmaktadır.’’ (Alıntılayan Yıldırım ve Duman, 1998: s.247).

Türkiye’de ruhsatlandırma gerekliliği hemen hemen her meslekte mevcuttur. Ruhsatlandırma talebi sadece meslekler üzerinde hakimiyet kurmak isteyen devlet yetkililerinden gelmez. Aynı zamanda meslek sahiplerinin, meslek odaları aracılığıyla mevcut veya potansiyel rakiplerini piyasa dışına itmek veya arzı kısıtlamak için hali hazırda meslek sahipleri tarafından da talep edilir. ‘’Profesör Machlup hükümetsel ruhsat verme idaresinin hemen hemen kaçınılmaz olarak ticaret üyelerinin ellerinde olduğuna vurgu yapar, ve bu düzenlemeleri ikna edici biçimde Orta Çağların ‘kendi kendilerini idare eden’ loncalarına benzetir.’’(Rothbard, 2009: s.932). Friedman’a göre ise (2018), ‘’Bir sendikanın gücünün özü, belirli bir mesleğe girişebilecek kişilerin sayısını kısıtlayabilme gücünde yatar. …Eğer ücret düzeyi bu şekilde uygulatılabilirse, iş bulabilecek kişilerin sayısı azaltılmış olacaktır.’’(s.221).

Türkiye’de fakülte eğitimi; eczacılıkta 5 yıl, doktorlukta 6 yıl, öğretmenlikte 4 yıl, mühendislikte 4 yıl, psikolojide 4 yıl… Türkiye’de 2019 yılına kadar, avukatlık ruhsatı 4 yıllık lisans eğitimini tamamlayan kişilere veriliyordu. 2019’da çıkarılan Yargı Reformu Stratejisi’ne göre, avukatlık ruhsatına sahip olabilmek için gerekli olan lisans eğitimi 1 yıl artırılarak 5 yıla çıkartılmış ve bir de avukatlık sınavını geçme şartına bağlanmıştır. Bu sınav hukuk mesleği olarak kabul edilen; hakimlik, savcılık ve noterlik mesleklerine girmek isteyenleri de kapsamaktadır. Ruhsatlandırma şartlarının daha da ağırlaştırılması, bilgi probleminden dolayı eğitimin kalitesini daha da düşürürken, eğitim süresinin uzaması ise mecburen devlet üniversitelerinin hukuk eğitimi için daha fazla zaman ve kaynak ayırmasını gerektirdiğinden vergileri artırır. ‘’Bir ruhsat her daim bir alana girişi kısıtladığı için, daima arzı düşürür ve fiyatları veya ücret oranlarını yükseltir. …çalışanlara yönelik ruhsatlar lisans sahipleri üzerine daima daha yüksek, kısıtlayıcı bir fiyat vaat eder.’’(Rothbard, 2009: ss.932–933). Ruhsatlandırma yasasının ağırlaştırılması, mesleğe yeni giriş yapanların arzını kısıtladığı için hali hazırda avukatlık yapanlar, eğitim görenlerin ve müşterilerinin aleyhine olacak şekilde fayda kazanırlar.

Türkiye’de özgürlüğün temin edilmesi ve ekonomik refahın artması için gerekli şeylerden biri, ruhsatlandırma yasasının kaldırılması ve sözleşme özgürlüğünün korunmasıdır. Sözleşme özgürlüğünün olduğu bir ülkede bilgi problemi, ‘’olmayan bir problem’’ halini alır. Çünkü sözleşme özgürlüğü, insanların dilediği fiyat ve şartlarda sözleşme yapabileceğini garanti ettiğinden, insanların birbirinden farklı amaçlarına ulaşabilmesi ve müşterilerinin tatmin edilebilmesi için olabilecek ideal şartlarda hizmeti mümkün kılar.

c. Çocuk Emeği Yasaları

Çocuk emeği yasaları, belirli yaşın altındaki çocukların yasal olarak çalışmasının engellendiği, doğal olarak zorunlu işsizlik yaratan, emek arzını kısıtlayan tarzda bir yasadır. ‘’…mecburi işsizlik, genel emek arzını azaltır ve emek piyasasının bağlantılılığı bu etkileri piyasanın her tarafına yaydıkça, ücret oranlarını kısıtlayıcı olarak yükseltir.’’ (Rothbard, 2009: s.945). Çocuk emeği yasaları, çocukların kendi hayatlarını devam ettirmesi için gerekli olan ücreti kazanma süresi geciktirir ve ailelerin çocuklarına karşı parasal sorumluluğunu uzatır.

İş Kanunu’nun 71.maddesine göre ‘’On beş yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılması yasaktır.’’ Maddenin devamında, eğitimini aksatmadığı takdirde on dört yaşını doldurmuş çocukların çalışabileceğini belirtir. Çocuk işçiliğin yasaklanması ise sadece bu kanunun özelinde ele alınmamalıdır. Ayrıca zorunlu eğitim ve ruhsatlandırma yasalarıyla, iş gücü piyasasındaki emek arzı kısıtlanmış olur. Türkiye’de zorunlu eğitim on iki yılken, ruhsatlandırma yasalarıyla beraber, çocukların kendi emeklerini satması için zorunlu olarak üniversitelere yönlendirilirler.

Çocuk emeği yasalarının var olması bir problemken, aynı zamanda Türkiye’de çocuk işçiliğinin var olması da ayrı bir problemdir. Hanehalkı İşgücü Araştırması 2020 yılı sonuçlarına göre, 15–17 yaş grubundaki çocukların işgücüne katılma oranı %16,2 oldu. ‘’Çocuk işçiliği yasal bir kararla sona ermedi, çocuk işçiliği, çocukların hayatta kalmak için ücret almaları ekonomik olarak gereksiz hale geldiğinde — ebeveynlerinin geliri onları geçindirmeye yeterli hale geldiğinde sona erdi.’’(Delgado, 2016: ss.37–38). Türkiye’de çocuk işçiliğinin azalması için özel mülkiyetin katı bir şekilde korunmasıyla beraber, sözleşme özgürlüğünün geniş bir şekilde tanınıp, regülasyonların azaltılması gerekmektedir.

d. Mecburi Askerlik

Mecburi askerlik de arz kısıtlayıcı tarzda bir devlet müdahalesidir. Mecburi askerlik de işgücünün bir kısmını emek piyasasından çekerek, arzı kısıtlarken, rekabeti azaltır. Askerlerin kıyafetleri, yiyecekleri, barınmaları ve silahları vergilerle finanse edildiğinden, toplumdaki iş gücü azalmakla beraber, aynı zamanda askerlerin giderlerinin karşılanması için de vergiler artırılır. ‘’…Bir askere hiçbir şey yapmadığı halde para ödemek ya da işçilere ürettikleri için para ödemek. İki durumda da paranın varacağı yer aynıdır; gelgelelim bu ikisi arasında bir fark vardır: İkinci durumda vatandaşlar vergisinin karşılığını alırken, birinci durumda ellerine geçen bir hiçbir. Sonuç: Bir millet için ölü yatırım.’’ (Bastiat, 2020: s.20). Sosyal harcamalar her ne kadar verimsiz bir şekilde vergi mükelleflerine dönse de, askeriye harcamaları, halka dönmediği için refahı büyük oranda baltalar.

Askerlik Kanunu’nun 8.maddesine göre ‘’Her sene yoklamaları sonucunda askere elverişli oldukları tespit edilenler, Genelkurmay Başkanlığının teklifi üzerine Millî Savunma Bakanlığınca belirlenecek celp ve sevk esaslarına göre 21 yaşına girdikleri sene askere alınmak üzere çağrılırlar’’. Askerlerin tüm giderleri ise vergiler aracılığıyla karşılanır. ‘’Askere alınan bir T.C vatandaşı askerlik yaptığı süre içerisinde kendisine ait sosyal güvenlik hizmetleri devlet tarafından yerine getirilmekte gıda, giyecek ve sağlık hizmetleri tamamen devlet tarafından karşılanmaktadır.’’ (Kantarcı, 2003: s.82). Ayrıca zorunlu askerlik; ailesinin, eşinin veya çocuklarının bakımını üstlenen kişilere, baktıkları kişiler sebebiyle ayrı bir zarar daha yükler. Bedelli askerlik ise aynı şekilde devletin, yüklü miktarda parayı, insanların talep etmediği bir alana ödemeye zorladığından ekonomik bir verimliliği sağlamaz. Türkiye’de bedelli askerlik, 2021 ocak-haziran döneminde 39 bin 788 TL’yken, 1 Temmuz’dan geçerli olmak üzere de 43 bin 150 liraya çıkmıştır.

e. Fikri Mülkiyet (!)

Fikri mülkiyet hakkı, belirli tip buluşların ilk mucitlerine, hükümet aracılığıyla, maddi ve manevi tüm hakların ve tekel imtiyazının verilmesidir. Liberteryen açıdan fikri mülkiyet, yasal bir mülkiyet türü değildir. Mülkiyet hakkının tanınabilmesi için, bir şeyin kullanımının onun mevcut veya gelecekteki arzını etkilemesi, en azından azaltması gerekir. Örneğin sınırsız muzumuz varsa ve bir muzun kullanımını, şu anki muz arzını etkilemiyor ve gelecekteki muz arzını da azaltmıyorsa, o halde muz üstünde mülkiyet kurulmamalıdır. Fikri mülkiyet ise, kullanımının şu anki ve gelecekteki bilgi arzını azaltmadığı, sınırsız şekilde çoğaltılabilen ve kopyalanabilir olan bilginin kullanımını kısıtlar. Rothbard’a göre (2009) ‘’…patentler esas olarak patent sahiplerinden sonra bu keşfi yapacak olan, bir fikri ya da bir buluşun bağımsız mucitlerinin mülkiyet haklarını ihlal eder. Bu daha sonraki buluşçuların ve yenilikçilerin kendilerine ait fikirleri ve kendilerine ait mülkü kullanmalarına zorla engel olunur.’’ (ss.963–964).

Encümen-i Daniş Nizamnamesi, Osmanlı’da telif hakkından bahsedilen ilk yasal metindir. Ayrıca, bu nizamnamede yayımına karar verilen eserler için eser sahibine telif hakkı ödenmesi hususu düzenlenmiştir. Fikri mülkiyet üzerinden mülkiyet hakkı ihlalleri; 1857 tarihli Telif Nizamnamesi, 1870 yılında Telif ve Tercüme Nizamnamesi ve son olarak 1910 tarihli Hakk-ı Telif Kanunu ile devam etmiştir. Görüldüğü gibi özellikle Tanzimat dönemiyle beraber, en azından Batı’nın amaçladığı özgür düşünmeyi ve onun yayılmasını yasaklayan fikri mülkiyet yasaları ortaya çıkmıştır. ‘’Bilgi sahibi olabilmenin koşulu da yurttaşların bilgi kaynaklarına sınırsız erişiminin mümkün olmasıdır. Bilginin, özel mülkiyet yasalarına tabi tutulması ontolojik açıdan da sorunludur. Maddi varlıkların paylaşılmasının ya da ortak mülkiyete konu olmasının varlığın niteliğinde azalmalara yol açabileceği ihtimaline karşılık, bilginin paylaşılması ya da ortak mülkiyete konu olması bilginin niteliğini azaltmaz tersine arttırır.’’ (Medin, 2017: s.63). Türkiye’de ise ‘’Prof. Dr. E. Hirsch’in hazırladığı bugünkü Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK) projesi, 1950 yılında TBMM’ye sunularak kanunlaşmış ve 1 Ocak 1952 yılında yürürlüğe girmiştir.’’ (Altıntılayan,Bozbel, 2017: s.26). Günümüzde FSEK farklı değişiklikler geçirmesine rağmen, hala özgür düşünce ve mülkiyet hakkı üstündeki ihlallerini sürdürmektedir.

f. Hükümet Harcaması Olarak Sübvansiyonlar ve Teşvikler

Hükümet harcamaları, özel üreticilerden hükümet memurlarınca tercih edilen kullanımlara aktarılan mecburi bir transferdir. Liberteryen açıdan devletin vergilendirme suretiyle yaptığı teşvikler, ahlaki olarak hırsızlıkla eş değerdir. Çünkü devlet, kendi mülkiyeti olmayan para üstünde tasarruf etmeye kalkışmıştır. Böylece hukuk artık soygunu cezalandırmaz, hatta onu yasallaştırarak iştirak eder. ‘’Hukuk, yağmacılığı önleme işlevini yağmalama hakkına dönüştürürken, meşru savunma hakkını da savunma suçu haline getirir.’’ (Bastiat, 2017: s.16). Hükümet harcamaları hırsızlıkla eş değer olmakla beraber, bu harcamaların ekonomik bir faydası yoktur. Bir şeyin değeri, onun kullanıcıların değişken isteklerine bağlı olduğundan, devletin vergilendirmeyle bir yatırım yapmaya kalkması, kullanıcıların kendi değer yargılarının devre dışı bırakılıp, politikacıların değer yargılarının hakim olacağı anlamına gelir. Böylece parasının gerçek sahibi olan bir insan, o parayı kendi dilediği gibi harcayamazken, politikacılar başkasının adına karar vermiş olur. Vergi toplayıcılarının ve vergilendirilenlerin değer yargıları birbirini tutmayacağından, devlet harcamalarının refaha katkısı yoktur.

Türkiye’de mülkiyet hakkı, sadece devlet işletmeleriyle değil, aynı zamanda özel işletmelere sübvansiyonlar ve teşvikler vererek de ihlal edilir. Yakın tarihimizde TOGG aldığı sübvansiyonlarla, Türk otomotiv sanayisinde bugüne kadar yapılan en büyük soygun olarak tarihe geçti. 27 Aralık 2019’da cumhurbaşkanı tarafından tanıtılan projenin maliyetinin 22 milyar TL olduğu, ortakların ise 3.5 milyar TL sermaye konacağı açıklanmıştır. 18.5 milyar TL’lik devlet desteği, birkaç bakanlık bütçesine denktir. Ayrıca devletin verdiği haksız teşvikler de şu şekildedir: KDV iadesi, vergi indirimi (vergi indirim oranı %100, yatırıma katkı oranı %100, yatırım katkı tutarının yatırım döneminde kullanılabilecek oranı %100), Sigorta primi işveren hissesi desteği (10 yıl), gelir vergisi stopajı desteği (10 yıl), nitelikli personel desteği (azami 360.000.000 TL), faiz ve/veya kar payı desteği ve alım garantisi. Milli gurur olarak sunulan bu tablo, mülkiyet hakkının ve adaletin katledilmesidir. Bastiat (2017), yasal soygun hakkında şöyle demişti ‘’Hukukun doğal işlevi adaletin korumasıdır, o kadar ki halkın kafasında adeta hukukun ve adalet tek ve aynı şeydir. …Yanlış olan bu düşünce nedeniyle soygun olayı yasal hale getirilerek insanların vicdanında meşrulaştırılabilmekte, hatta kutsallaştırılabilmektedir.’’ (s.20). Devamında, yasal soygun çeşitlerini sıralayan Bastiat’a göre (2017) ‘’Yasal soygun çeşitli şekillerde yapılır. Çünkü soygunu organize eden plan ve programlar çok çeşitlidir. …tarife dışı korumalar, sübvansiyonlar, teşvikler… iş güvencesi, kâr güvencesi… faizsiz kredi… vb. işte yasal soyguna vücut veren tüm bu plan ve programlar son tahlilde sosyalizmi oluşturur.’’ (s.28). Bastiat’ın saydığı yasal soygun tiplerini içinde bulunduran TOGG, aynı zamanda yapacağı araba üretimiyle refaha bir katkı sunmayacaktır. Devlet, basit bir şekilde başkasına ait olan parayı, TOGG’a aktarmıştır. Yani, insanların alternatif olarak kullanabileceği yerlerden çekilen paralar araba üretimine aktarılmıştır. Ekonomik açıdan bir şeyin değeri, insanların ona atfettiği değer kadardır. Eğer gerçekten araba üretmek çok talep edilen bir ihtiyaç olsaydı, insanlar bunu gönüllü olarak fonlamayı tercih edebilir veya bir iş adamı araba üretmenin kârlı olacağını düşünüyorsa, kendi cebinden harcayacağı parayla kendi arabasını üretebilirdi. Fakat görünen o ki, şu zamana kadar ne araba üretmek için gönüllü olarak para toplamıştır, ne de bir grup yatırımcı araba üretmenin kârlı olacağını düşünüp araba üretmeye karar vermiştir. Görüldüğü gibi hiç kimse herhangi bir araba üretiminin eksikliğini hissetmemekte ve paralarını böyle bir projeye yatırmak istememektedir. Son tahlilde devletin sebep olduğu şeyse vergi mükelleflerinin zararına olacak şekilde araba üreticilerinin zenginleşmesidir. ‘’Bir projenin makul olup olmadığını anlamak için, faydalarını maliyetleriyle mukayese etmek zorundayız. Hükümet, kıt kaynaklarını uzay programında kullanırken somut faydalar üretiyor. Ancak, o kaynaklarla meydana getirilebilecek alternatif ürün ve hizmetlerin üretilme ihtimallerini de ortadan kaldırmış oluyor. …aslında gerçekleşen tek şey, halkın rızaya dayalı tercihlerini bir kenara atan devletin, onları siyaseten kayrılan sahalara para harcamaya zorlamasıdır.’’ (Murphy, 2019, ss.154–155). Üretim, ‘’üretim’’ olduğu için bir değer değildir. Üretim sadece insanların talep etmesi halinde bir değerdir. ‘’Bilim, sadece insan hayatını ilerlettiği, zenginleştirdiği ve koruduğu için bir değerdir. Bu anlam dışında bir değere sahip değildir. …Hiç kimseye bir fayda sağlamayan, sonsuzluğa uzanan bir ilerleme, büyük bir saçmalıktır.’’ (Rand, 2008: s.126). Bu sebeplerden dolayı her türlü sübvansiyon hem ahlaken hem de faydacı açıdan reddedilmelidir.

5) Piyasa İlkesine Karşı Refah Politikaları

Mülkiyet hakkı, hem Osmanlı’da hem de Türkiye Cumhuriyeti’nde kabul edilen, temel bir insan hakkıdır. Osmanlı’da mülkiyet hakkı, Mecelle’de şöyle geçmektedir ‘’ Herkes mülkünü dilediği gibi kullanır. Fakat, başkasının hakkına dokunursa, bu kullanması sınırlanır.’’(Mecelle, m.1192). Osmanlı’da, Tanzimat döneminde kadar insanların hayatlarını devam ettirmesinde ve yaşam kalitesini artırmasında gerekli olan hizmetler, vakıflar tarafından yerine getirilmiştir. Türkiye’de ise anayasada yer alan “Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk Devletidir.” maddesi sebebiyle, hemen hemen her hizmet silah zoruyla, bürokrasiyle sağlanmıştır. ‘’Sosyal devlet bağlamında yapılması gereken sosyal yardımlar ve sosyal güvenlik hizmetleri çeşitli kamu kurum ya da kuruluşlarınca çeşitli finansman kaynaklarından yararlanılarak yerine getirilmektedir. …Kamu kurumlarınca yapılan sosyal yardımların ve sosyal güvenlik hizmetlerinin finansman kaynakları ise daha çok vergilerle finanse edilmektedir.’’ (Türkoğlu, 2013: s.295). Bu bölümün devamında, serbest piyasa ilkesine karşı refah politikaları incelenecektir.

Vakıf, belirli bir malı, malın sahibi gerçek veya tüzel kişi/kişiler tarafından, dini veya sosyal alanlarda kullanılmak üzere süresiz şekilde tahsis etmesidir. ‘’Vakıf hizmetleri genel olarak bayındırlık, beledî işler, dinî hizmetler, eğitim, para yardımı, sosyal hizmetler, yardım hizmetleri olarak sıralanabilir.’’ (Köksal, 2014: s.345). Görüldüğü gibi vakıflar dini amaçlara hizmet etmekten çok, sosyal, ekonomik hizmetlere yönelen, insanların ihtiyaçlarını devletin bürokrasisine gerek kalmadan sağlayan, hukuki altyapısı olan, önemli kurumlardır. ‘’Bazı hükümdarlar bugün devletin görevi sayılan su tesisatı, köprü gibi bayındırlık eserlerini devlet başkanı olarak değil, bir hayırsever olarak vücuda getirmişlerdi.’’ (Alıntılayan Köksal, 2014: ss.346–347). Böylece, toplum içindeki gelirin yeniden dağıtımı, gönüllü bir şekilde olmuştur. Ayrıca vakıflar, iktisadi anlamda da oldukça faydalıydılar. Osmanlı’da, hemen hemen her şehirde vakıf ticaret hanları mevcuttu. Vakıflar aracılığıyla ‘’Şehirlerarası yollar, önemli stratejik mevkilere kervansaraylar yaptırılarak sürekli işler halde tutulmuş, böylece yolcu ve tacirlere yol güvenliği ve konaklama imkânı sağlanmıştı.’’ (Bayartan, 2008: s.162). Vakıflar, vakfedenlerin bıraktığı gelirlerle bu fonksiyonlarını yüzyıllar boyu sürdürmüşlerdir. Gönüllü mübadele sonucu varlığını sürdüren vakıflar, merkezi hükümete bağlı olmadığı için kaliteli hizmet vermekle beraber, devletin şiddet kullanma tekeline karşı sivil toplum dayanışmasını artırarak, devlet-birey ilişkisini dengelemede önemli rol oynamıştır. Vakıfların etkinliğine karşı yapılan ilk büyük müdahale, 17.yüzyılın sonlarında, toprak kayıpları ve bütçe açıklarını finanse etmek için vakıf gelirlerine doğrudan el konulmasıyla olmuştur. ‘’Birçok sultan ve vezir vakfı benzeri devasa vakfın bütçe fazlalarını merkezi hazineye aktarılmakta olduğunu biliyoruz. Ancak, hazinenin mali darlığı aşmak ve askeri seferleri finanse etmek üzere vakıfların maaş ödemelerine el koymak gibi bir uygulamaya gitmesi, 17.yy sonlarında gerçekleşmiş bir ilktir.’’ (Orbay, 2013: s.75).

Liberteryen görüşe göre, siyasi organizasyon olan devletin görevleri, insanların canını, malını ve özgürlüğünü korumaktır. Bu sebeple, devletin varlığını devam ettirmesi gereken vergiden daha yüksek bir vergi geliri toplanmamalıdır. Okul, hastane, kültür ve sanat, fakirlere yardım gibi hizmetler, devletin değil, sivil toplumun alanıdır. Muhtaç olan birine ne zaman ve ne kadar yardım edeceğini her insan kendisi bileceğinden, devlet, insanların rızası dışında onların paralarına, hayır işi için bile olsa el koymamalıdır. Malının sahibi olan bir insan, mülkiyetindeki malı kâr amacıyla kullanabileceği gibi, kâr amacı gütmeden de, hayır işleri için kullanabilir. Bu bakımdan vakıf kültürünün temelinde yatan gönüllü mübadele, liberteryen görüşle örtüşmektedir. Fakat devletin bütçe açıklarını finanse etmek için vergileri artırması ve gelirlerini, özellikle savaş gibi hiçbir maddi refah artışı sağlamayan alanlara aktarması, onun sınırlarını aşıp, bireysel özgürlüklere zarar vereceğinden, liberteryen görüşe uygun değildir.

Cumhuriyet dönemiyle beraber, vakıflar sosyal hayatın tamamen dışına itilmiş, insanların hayatlarını devam ettirmesinde ve refah içinde yaşamasında gerekli olan devlet tekelinde verilmeye başlanmıştır. Özellikle Büyük Buhran sonrası ekonomik özgürlüklere büyük baskı uygulayan devletçi politikalar, dünyaya ve Türkiye’ye yön vermiştir. Buna rağmen Türkiye, müdahaleci Keynes doktrininde öngörülenden çok daha fazla piyasaya müdahale etmiş ve özel mülkiyeti tanımasına rağmen özel mülkiyetin kullanım alanını oldukça daraltmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yasal yağma, hat safhaya çıkmış ve birçok devlet işletmesi kurulmuştur. Ankara Fişek Fabrikası (1924), Gölcük Tersanesi (1924), Şakir Zümre Fabrikası (1925), Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925), Alpullu Şeker Fabrikası (1926)Uşak Şeker Fabrikası (1926)… Kurulan her devlet işletmesi, özel mülkiyetin yağmalanmasını hızlandırmıştır. Ayrıca Türkiye’nin ekonomi politikası, işsizliği azaltma eğiliminde değildir. Eğer devlet, halktan borçlanarak ve vergi alarak harcama yaparsa, bir tarafta yaratacağı istihdamdan daha fazlasını yok eder. Bastiat’ da benzer şekilde devletin memur alımını artırmasının veya azaltılmasının, memur açısından iş yaratmış olmayacağını, sadece özel kişilerden toplanan paranın kullanım yerinin değişeceğini savunur. ‘’Yüz bin askeri evinde göndermenin yüz milyon frangı ziyan etmek değil, tam tersine vergi veren vatandaşlara o parayı iade etmek anlamına geldiğini göremediniz.’’ (Bastiat, 2020: s.19). Dahası, özel mülkiyete müdahale sadece vergilerin artırılmasıyla değil, özel mülkiyetin kanunlarla baskılanmasıyla da vuku bulmuştur. ’’Önce, bürokratik yapının uzantısı gibi davranan yargı uygulamasıyla, sonra, özel kanunlarla mülkiyeti sınırlandırmış, Batı demokrasilerinde benzeri olmayan orman kanunları, mera hükümleri, sair hükümlere, memleket arzının %75’ini, devlet-kamu mülkü durumuna sokmuş, bu yönüyle Türkiye, komünist ülkeler manzarasına dahil edilmiştir.’’(Berzeg, 2019, s.155). Böylelikle insanların tek geçim kaynakları olan tarla ve bahçeler ya devlet tarafından gaspa uğramış ya da gaspa uğrama tehlikesi altına girmiştir ki geçim kaynaklarının devlet kontrolüne geçmesi, ekonomik özgürlükler ve dolaylı yoldan diğer özgürlüklerin baskılanmasına yol açmıştır. Milton Friedman ekonomik ve siyasi özgürlüklerin arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyor (2018): ‘’Ekonomik düzenlemeler özgür bir toplumun ilerlemesinde ikili rol oynar. Öncelikle, ekonomik düzenlemelerdeki özgürlük geniş anlamda özgürlüğün tamamlayıcılarından biridir, bu nedenle tek başına bir amaçtır. İkincisi ekonomik özgürlük siyasi özgürlüğe giden yolda vazgeçilmez bir araçtır.’’(s.36).

2021 Türkiye’sinde halen daha devletin ekonomideki yeri çok büyüktür. Türkiye’nin ekonomiye yaptığı müdahaleler, bu yazının ‘’Türkiye’de Piyasaya Müdahalenin Anatomisi’’ bölümünde detaylı olarak ele alındığı için tekrardan benzer müdahaleler bahsedilmeyecektir.

6) Türkiye’de Devlet Tekeli ve Diğer Tekeller

Türkiye ekonomisinde rekabetin sağlanması için farklı mevzuatlar çıkarılmış ve aynı amaçla kurumlar kurulmuştur. Örneğin rekabet hukuku, serbest piyasa ekonomisinin sürdürülmesini sağlayan, şirketlerin rekabete aykırı davranışlarını düzenleyen bir hukuk dalıdır. Benzer şekilde, Türkiye’de 1994’te kurulan Rekabet Kurumu’nun görevleri; rekabeti sınırlayan anlaşma, uyumlu eylem ve teşebbüs birliği karar ve eylemlerinin engellenmesi ve belirli şartların varlığında bu nitelikteki anlaşma, uyumlu eylem ve kararlara yönelik muafiyet verilmesi, hakim durumun kötüye kullanılmasının engellenmesi ve birleşme ve devralmaların kontrolüdür. Kurumların ve kanunların işleyişi bir yana, gerçekten de tekeller tüketici açısından kötüdür. Öyle ki potansiyel olarak yeni rekabetçilere kapalı olan bir hizmetten faydalanan tekel üreticileri, düşük kalitedeki hizmeti daha pahalı fiyata satabilir. Liberteryen açıdan da tekeller kötüdür. Fakat devletin ekonomiden ayrıldığı serbest piyasada tekel oluşmaz. Burada tekelden anlaşılması gereken anlam ise belirli bir mal veya hizmet üretiminde piyasaya girişin yasak olmasıdır. ‘’…tekeller serbest piyasada doğal olarak doğmazlar. Bir tekelin var olduğu tek zaman, hükümetin bazı firma veya firmaları rekabetten korumak için fiziksel güç başlatmayı kullanarak serbest piyasaya müdahale etmesidir.’’ (Simpson, 2010: s.5) Bu bakımdan sadece devlet piyasaya girişi yasal olarak yasaklayabildiğinden, tekelleri devlet oluşturur.

Türkiye’deki mal ve hizmetlere tekel imkanı tanıyan kanunlardan bazıları şunlardır: Tevhidi Tedrisat Kanunu, milli eğitim adı altında tüm öğrencilere devlet tekelindeki müfredata tabi olmalarını zorunlu kılar. Okullar özel olabilir, fakat müfredatta devlet tekeli vardır. Kabotaj Kanunu, denizlerde mal ve yolcu taşıma hakkını sadece devletin seçtiği kurumların yapabileceği anlamına gelir. Mesela, İstanbul’dan Balıkesir’e kara yoluyla gitmek isterseniz, birden fazla otobüs şirketi arasında seçim yapma hakkınız vardır. Fakat deniz yolunu seçerseniz, yolcu taşıma hizmeti sadece İDO’ya bahşedildiğinden, farklı bir firma kullanamazsınız. İDO’nun özelleştirme ihalesini Nisan 2011'de Tepe-Akfen-Souter-Sera Ortak Girişim Grubu kazanmasına rağmen, deniz taşımacılığında tekeldir. Birçok mesleği yapabilmek için devlet tekelindeki eğitimden geçilmesi gerekir. Örneğin, sadece mimarlık fakültesini bitiren kişiler mimar olabilir. Üniversiteler her ne kadar özel de olsa, müfredatta devlet tekeli mevcuttur. Ayrıca devlet eğitimi gerektirmeyen taksicilik mesleğinde de ruhsatlandırma zorunluluğu vardır. Son olarak devlet doğrudan tekel imtiyazı tanımasa bile; taban fiyat, asgari ücret, ruhsat zorunluluğu, kalite kontrolü vb. regülasyonlarla, düşük bütçeli yatırımcıların önünü keserek, arzı kısmaktadır.

Yukarıda bahsedilen tekeller nispeten küçük tekellerdir. Nerdeyse evrensel olarak kabul edilen ‘’tekeller tüketici açısından kötüdür’’ argümanı, devletin kendisine uygulanmaz. Her ne kadar liberteryenler sosyal yaşamın devamı için devletin varlığını gerekli görseler de, anarko-kapitalistler devletin varlığının meşru olduğuna inanmazlar. Aynı zamanda hukuk ve güvenlik hizmetlerinin olmaması durumunda sosyal hayatın devam edemeyeceğini de inanırlarken, hukuk ve güvenlik hizmetinin serbest piyasada verilmesi gerektiğini savunurlar. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendi topraklar üstünde hukuk ve güvenlik tekelidir. Hukuk ve güvenlik hizmetinde piyasaya giriş yasaktır. Ayrıca devletin bu hizmetlerini kabul etmemek veya devletin koruma hizmetinden çıkmak ise mümkün değildir. Daha kötüsü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, herhangi bir tekel gibi değildir. Örneğin bir ulaşım tekeli, her ne kadar kalitesiz ulaşım hizmetini daha pahalıya satabilme imkanına sahip olsa da, hala gelirini gönüllü olarak sağlaması gerektiğinden, bir şekilde tüketicileri çekmesi gerekmektedir. Devlet ise gelirini zor kullanarak elde eder. Bu, devleti diğer tekellerden daha kötü bir duruma sokar. Bu sebeple devletin tekel olduğu hukuk ve güvenlik, sürekli artan bir fiyatta ve azalan kalitede olacaktır. Türkiye’nin 2003 yılı Adalet Bakanlığı bütçesi 1.114.931 TL’yken, aynı bakanlığın bütçesi 2020 yılında 19.751.000 TL, 2021 yılında %21.4 artışla 23.973.000 TL’ye çıkmıştır. Tamamen devlet tekelinde olan savunma harcamaları da benzer seviyede artış göstermiştir. ‘’…eğer tüketici güvenlik hizmetini kendisini memnun eden yerden alma imkanına sahip değilse keyfi ve kötü yönetime adanmış büyük bir mesleğin birde ortaya çıktığına şahit oluruz. Adalet yavaş ve maliyetli, polis eziyet eden bir hal alır, bireysel özgürlükler ihlal edilir, güvenliğin ücreti yolsuzlukla şişer ve tüketici sınıfların gücüne ve etkisine bağlı olarak adaletsiz bir şekilde bölüşülür.’’ (Molinari, 2016, s.46). Milli Savunma Bakanlığı’nın 2002 yılındaki bütçesi 8 milyar 235 milyon TL 2021 yılı bütçesiyse 17 milyar 359 milyon TL olmuştur.

Devletin harcamalarının gönüllü olarak finanse edilmemesi, ona hesaplanması imkansız bir problem de yüklemektedir. Çünkü özel mülkiyet olmaksızın, gönüllü mübadele olamaz. Gönüllü mübadele olmazsa, fiyatlar da olmaz. Fiyatlar olmazsa, ekonomik hesaplama yapılamaz. ‘’Üretim araçlarının özel mülkiyeti olmadan, hiç bir şey (yasal bir şekilde) alınıp satılamaz. Alma satma ehliyeti olmadan hiç bir icap ve kabul ve haliyle. …alışverişin şartları üzerinde hiç bir pazarlık da söz konusu olmayacaktır. Piyasa rekabetinin sıkı pazarlığı olmadan da, tabiî ki, mübadelenin şartları üzerinde anlaşma diye bir şey de olmayacaktır. Mübadelenin şartları üzerinde bir uzlaşma olmadan ise piyasa fiyatları olmaz. Öyleyse piyasa fiyatları olmadan, merkezi planlamacılar alternatif maliyetleri ve dolayısıyla kaynaklardan hangilerinin mümkün olan en değerli kullanımlarını nasıl bileceklerdir?’’ (Mises, 2006: s.123). Şu durumda, 10.000 polis ve hakime mi ihtiyacımız var, yoksa her birinden 100.000’er adet mi? Aylık ücretleri 5.000 TL mi olsun yoksa 20.000TL mi? Mahkemeler 7/24 açık mı olmalı, yoksa belirli saatlerde mi çalışmalılar? Sayıları ne olursa olsun, var olan polisler yollarda devriye gezmek için mi yoksa fahişelik, uyuşturucu kullanımı gibi kurbansız suçlara casusluk yapmak için mi daha çok zaman harcamaları gerekir? Polis korumasını talep edildiğinde, bu koruma 1 hafta mı, 1 ay mı, yoksa 1 yıl mı olmalıdır? Cennette yaşamadığımız sürece kaynaklarımız sınırlıdır ve bir yere harcanan para ve zaman, diğer bütün alternatiflerinde kullanılamayacağı anlamına gelir. Devlet, verdiği hizmetlerde bu soruları cevaplamak zorundadır. Fakat ne yaparsa yapsın, bunu kâr ve zarar kriterine maruz kalmadan yapar. Bu sebeple Türkiye anayasası ve kanunları nasıl olursa olsun, o yasanın getireceği kâr ve zarar bilenemeyeceği için koyulan her kural keyfi olacaktır. Dolayısıyla tüketiciler açısından illa ki sayısız hatalı harcamaları içerecektir. Her mal ve hizmet serbest piyasada gönüllü olarak alınıp satılabildiği gibi, hukuk ve güvenlik hizmeti de aynı şekle tabi olmalıdır. ’’…hukuk, devlet tarafından üretilme zorunluluğu posta ya da savunma hizmetinden daha fazla olmayan bir değerli maldır. Devlet, aynen hayatın dini ve iktisadi alanlarından ayrılabildiği gibi, yasa yapma işinden de ayrılabilir. …hizmetlerinin kalitesinin, piyasada istihdam edilecek özel, rekabetçi, serbest piyasa mahkemeleri ve yargıçları tarafından takip edilip özel durumlara uyarlanabilir.’’ (Rothbard, 2019, ss.242). Ayrıca söylemek gerekir ki mutlak monarşi tipi yönetimde de hukuk ve güvenlik hizmetleri tekelci devlet tarafından sağlandığından, hiçbir devlet şekli hukuk ve güvenlik hizmetlerinin temini için alternatif değildir. Böylece Türkiye topraklarındaki tekellerin kalkmasının tek şartı, hukuk ve güvenlik hizmetlerinin rekabete açılmasıdır.

Sonuç

Özetlemek gerekirse, bu yazıda liberteryen açıdan Türkiye’deki ve yer yer Osmanlı’daki mülkiyet hakkı ve sözleşme özgürlüğü anlatılmıştır. Liberteryenizm, mülkiyet hakkının en sıkı şekilde korunduğu ve sözleşme özgürlüğünün en geniş biçimde tanınmasını savunan bir görüş olması sebebiyle, bu yazıda da mülkiyet hakkı farklı alanlarda ele alınmıştır. Temel olarak Türk Hukuku’nda mülkiyet hakkı kazanımı, liberteryen teoriyle uyuşsa da, özel mülkiyetin sınırları sık sık çatışmaktadır. Diğer taraftan, kamu mülkiyeti noktasında Türk Hukuku ve liberteryen görüş neredeyse taban tabana zıttır. Anarko kapitalist görüşe göreyse, devlet meşru bir oluşum olmadığından, Türkiye Devleti’nin varlığının herhangi bir haklı iddiası olamaz. Türkiye, sözleşme özgürlüğü açısından her ne kadar birçok ülkede uygulanan fiyat kontrolleri, ruhsatlandırma ve fikri mülkiyet gibi regülasyonları uygulasa da, bu durum sözleşme özgürlüğüne yapılan saldırıyı hafifletmez. Gerçekten de Türkiye’de sözleşme özgürlüğü, hakkaniyetli olmayacak şekilde baskılanmaktadır. Bahsedilen birçok regülasyon, Türkiye’nin sefaletinde önemli rol oynamaktadır. Bu yazıda ana akım mutlak monarşi ve demokrasi tanımı kabul edilmemiş, demokrasi ve mutlak monarşi arasındaki ayrım devlet gelirlerinin kullanımının tabi olduğu mülkiyet türüne göre açıklanmıştır. Şu durumda devletin topladığı vergiler; sadece bir aile saltanatına bağlıysa mutlak monarşi, bütün toplumun kullanımına bağlıysa demokrasi olduğu iddia edilmiştir. Bu bakımdan özellikle 18.yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı Devleti, devlet yönetiminde tam bir ‘’ayrıcalıklı özel mülkiyet’’ kurmuştur. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde meşruti monarşiye geçmesi ve Türkiye Cumhuriyeti, devletin topladığı vergilerin kullanımını kamu kullanımına açtığı için tam anlamıyla demokratiktir. Demokrasiye karşılık mutlak monarşi, yasal olarak hırsızlık yapabilen kişilerin küçük bir aileye mensup olmasına yol açacağından, mutlak monarşi yönetimindeki Osmanlı, meşruti monarşi dönemi Osmanlı ve demokrasi-cumhuriyet yönetimindeki Türkiye’ye göre daha tercih edilebilir bir yönetim olmuştur. Ayrıca demokratik yönetimlerde devlet, her ne kadar otoriter olursa olsun, toplanan vergileri kiracı-politikacılar kullandığından, kuvvetler birliğinin demokrasilerde farklı sonuçlara sebep olacağı belirtilmiştir. Yazının sonu bölümünde ise Türkiye’deki tekellerden bahsedilmiştir. Türkiye’deki tekellerin devlet tarafından oluşturulduğu ve devletin ekonomiden çekildiği takdirde, tam bir serbest piyasada tekellerin olmayacağı ileri sürülmüştür. Anarko kapitalist görüşe göreyse, Türkiye’deki en büyük tekeli, hukuk tekeline sahip, bizatihi devletin kendisi oluşturmaktadır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti, piyasadaki herhangi bir tekel gibi gelirini gönüllü olarak elde etmediğinden, sıradan bir tekele kıyasla çok daha felaket sonuçlara sebep olacağı anlatılmıştır. Tekrarlamak gerekirse, bu yazıda Türkiye’deki özel mülkiyet ve ona bağlı olan sözleşme özgürlüğü, liberteryen açıdan incelenmiştir. Sonuç olarak şu söylenebilir ki, Türkiye’de özel mülkiyet ve sözleşme özgürlüğü, liberteryen açıdan yok denecek kadar azdır. Bu bakımdan Türkiye, gerek demokrasisi gerek insanların mallarını ve emeklerini satmasına karşı getirilen regülasyonlarla, yumuşak bir sosyalizm rejimine sahiptir.

Kaynakça

‘’ Bedelli askerlik ücreti ne kadar? Bedelli askerlik ücreti 2022’de ne kadar olur?’’, Erişim tarihi: 14 Aralık 2021, https://www.sozcu.com.tr/2021/ekonomi/bedelli-askerlik-ucreti-ne-kadar-bedelli-askerlik-ucreti-2022de-ne-kadar-olur-6741727/

‘’2021 YILI GÖZLÜKÇÜLER AZAMİ FİYAT TARİFESİ’’ Erişim Tarihi: 10 Aralık 2021, https://www.atonet.org.tr/Uploads/Birimler/Internet/Hizmetlerimiz/Azami%20Fiyat%20Tarifleri/2021_Azami%20Fiyat%20Tarifesi/2021%20G%C3%B6zl%C3%BCk%C3%A7%C3%BCler.pdf

‘’2021 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUN TEKLİFİ VE BAĞLI CETVELLER’’ Erişim Tarihi: 7 Aralık 2021, https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2020/10/2021-Yili-Merkezi-Y%C4%B1netim-Kanun_Teklifi_WEB.pdf

Akça, K. (2015). Anayasa Mahkemesi Kararlarında Mülkiyet Hakkı.

AKTAN, C. C., & EROĞLU, M. Y. MURRAY N. ROTHBARD: DEVLETİN MEŞRUİYETİNE RADİKAL BİR ELEŞTİRİ. Ekonomi Bilimleri Dergisi, 11(2), 108–130.

Bastiat, F.(2017). Hukuk. Ankara: Liberte

Bastiat, F.(2020). Ekonomi Görülen ve Görülmeyen. İstanbul: Liberus

Bayartan, M. (2008). Osmanlı şehirlerinde vakıflar ve vakıf sisteminin şehre kattığı değerler. Osmanlı Bilimi Araştırmaları, 10(1), 157–175.

Berzeg, K.(2018). Liberalizm Demokrasi Kapıkulu Geleneği. Ankara: Liberte

Boudreaux, J.(2017). Yeni Başlayanlar için Hayek. İstanbul: Liber Plus

Bozbel, S. (2015). Fikri mülkiyet hukuku. Oniki Levha Yayıncılık.

Brennan, J. (2020). Liberteryenizm. Ankara: Liberte

Delgado, R. J. (2016). Ludwig von Mises on praxeology: a defense.

DEMİR, A. OSMANLI HUKUKUNDA DEVLETİN YAPISI. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 3(1), 1–19.

Ebeling, R. M. (2006). Ludwig von Mises: Özgürlüğün Ekonomi Politikçisi. Liberal Düşünce Dergisi, (46), 115–132.

Ekinci, E.(2019). Osmanlı Hukuku. İstanbul: Arı Sanat Yayınevi

Friedman, M. (2018). Yanlış Bilinen Kapitalizm. Ankara: Eksi Kitaplar

Gözler, K.(2018). Kısa Anayasa Hukuku. Bursa: Ekin

Hoppe, H. (2007) ‘’Democracy the God Have Failed’’ Erişim Tarihi: 7 Aralık 2021, https://portalconservador.com/livros/Hans-Hermann-Hoppe-Democracy-The-God-That-Failed.pdf

Kalkan, B.(2016). Frederic Bastiat’ın Siyaset ve Devlet Anlayışı. Ankara: Liberte

KANTARCI, H. B. (2003). SOSYAL DEVLET, SOSYAL GÜVENLİK VE TÜRKİYEDE ZORUNLU ASKERLİK HİZMETİ. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 6(10), 75–85.

Köksal, A. (2014). II. Meşrutiyet Dönemi’nde vakıfların yeniden organizasyonuna dair iki eser: İsmail Sıdkı’nın “Hatırat” ı ve Hamadezade Halil Hamdi Paşa’nın layihası. Tarih Araştırmaları Dergisi, 33(56), 343–386.

Köprülü, B. (1951). EVVELKİ HUKUKUMUZDA VAKIF NEV’İYETLERİ VE İCARETEYNLİ VAKIFLAR. Journal of Istanbul University Law Faculty, 18(1–2), 215–257.

MEDİN, B. (2017). Dijitalleşen Dünyada Fikri Haklar Sorunu. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7(2), 51–68.

Molinari, G.(2016). Serbest Piyasa ve Güvenlik. İstanbul: Liber Plus

Murphy, R. (2019). Yanlış Bilinen Kapitalizm. Ankara: Liberte

Orbay, K. (2013). Vakıflar ve Merkez Arasında Gelir Aktarımları ve Savaş Finansmanı. Vakıflar Dergisi, 39, 75–88.

Rothbard, M. (2009). İnsan İktisat ve Devlet. Ankara: Liberte

Rothbard, M.(2019). Eşitlikçilik Doğaya Karşı İsyan. İstanbul: Liberus

Simpson, B. P. (2010). Two Theories of Monopoly and Competition: Implications and Applications. Journal of Applied Business & Economics, 11(2).

Türkoğlu, İ. (2013). Sosyal devlet bağlamında Türkiye’de sosyal yardım ve sosyal güvenlik. Akademik İncelemeler Dergisi, 8(3), 275–305.

Yaman S. ve Tarhan B.(2021). Liberteryenizmin Felsefi Temelleri. İstanbul: Liberus

Yayla, A.(2015). Liberalizm. Ankara: Liberte Yayınları

Yıldırım, E., & Duman, M. (1998). Hayek ve Piyasanın Kendiliğinden Düzeni. In Journal of Social Policy Conferences (№41–42, pp. 239–252).

YILDIZ, A. (2015). OSMANLI’DA YASAMA YETKİSİNİN DÖNÜŞÜMÜ. Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 10(1), 163–170.

Yüksel. E. (2021) ‘’Bütçe Dağılımı’’ Erişim Tarihi: 7 Aralık 2021, https://www.dogrulukpayi.com/bulten/2021-butce-dagilimi

‘’8 Ayda Maliyetler 700 Milyon Dolar Arttı’’ Erişim Tarihi: 15 Aralık 2021, https://www.sozcu.com.tr/2020/otomotiv/ayda-maliyeti-700-bin-dolar-artti-5976285/?utm_source=dahafazla_haber&utm_medium=free&utm_campaign=dahafazlahaber

‘’ 26/12/2019 Tarihli ve 1945 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararının Eki’’ Erişim Tarihi: 15 Aralık 2021, https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2019/12/20191227-2.pdf

Rand, A. (2007). Bencilliğin Erdemi. İstanbul: Plato

Söyler, İ. (2011). KAMU MALLARI TEORİSİ AÇISINDAN DEVLETİN HÜKÜM VE TASARRUFUNDAKİ YERLER. Sayıştay Dergisi, (83), 57–68.

ŞİMŞEK, S. (2014). KAMU MALLARININ ÖZEL MÜLKİYETE KONU OLMAMASI İLKESİNİN MÜLKİYET HUKUKUNA YANSIMALARI. Sayıştay Dergisi, (92), 93–115.

Hoppe H.(2010, 2 Ocak) ‘’Political Economy of Monarchy and Democracy’’ Erişim Tarihi: 16 Aralık 2021, https://mises.org/library/political-economy-monarchy-and -democracy

--

--

Can Kilercioğlu
HürKirpi

Make Taxation Theft Again Twitter: @cannkilercioglu