İnancın Arkeolojisi: Gökten ve Gaipten Alınan İlhamlar

Umut Can Güven
haaa.zine
Published in
4 min readDec 4, 2019

Dinler ve inanışlar, insanın dünyayı anlamlandırma çabasının iyi niyetli bir ürünüdür. Sorgulamak, kurumsallaşmış geleneksel dinler için istenilen bir davranış biçimi olmasa da dinin kaynağıdır. İnanç, meraktan mâmuldur ve merakla malüldür. Yağmurun, depremin, ölümün, yaşamın sebebini, rüzgarın esmesini, ağaçları ve göğü, karıncalar kadar çok olan karıncaları açıklamaya yetecek kadar bilimsel üretim yapamamış eski toplumlar; bu olayları hayal güçlerinin mahsülü tanrılarla açıklamaya mecbur kalmıştır. Yağmur yağsın diye dua etmişlerdir, hasatlarının bolluğu için kurban vermişlerdir, cenazeler için dini seremoniler icat etmişlerdir. Bu dönemde dinler ve inanışlar bir ihtiyaca cevap vermiştir: anlama ihtiyacı.

Bilimöncesi dönemde insanın doğayı bilme ihtiyacının ürünü olan mitler ve dinler, hukuköncesi dönemde de toplumda asayiş ve düzeni tesis etme ihtiyacına yanıt vermiştir. Bugün gelenek diye bildiğimiz yasalar, eskinin kanunlarıdır. Bu kanunlar gücünü ve meşruiyetini göklerden, dinlerden, inanışlardan almıştır. Hırsızlığın, saygısızlığın, evliliğin, iskânın, eğlencenin, iktidarın sınırları ve yaptırımları inanışlar zemininde belirlenmiştir.

Eski toplumlarda bu denli müstesna bir göreve sahip olan inanışlara şimdi niçin ihtiyaç vardır o halde? Bilim sayesinde doğayı ve evreni anlayabiliyoruz. Hukuk sistemlerimiz sayesinde, belirlenmiş kurallara göre toplum yaşayışımızı düzenleyebiliyoruz. Bu inanışlar, atalarımızdan kalan bir alışkanlığın terk etmesi zor tortusu mudur? Yoksa dinler, günümüzde hasıl olan başka bir ihtiyaca mı yanıt vermektedir? Öyleyse nedir bu ihtiyaç?

Öncelikle şunu belirteyim; bu yazı kadim dinleri eleştirmek ve incelemek için yazılmamıştır. Bereket, bu konuda bir eleştiri ve inceleme noksanlığı da yoktur. Fakat birazdan söyleyeceğimiz her düşünce, büyük antik dinlere de uygulanabilir.

Bugün, geleneksel dinlerin itibar kaybettiği bir dönemi yaşamaktayız. Özellikle gelişmiş toplumlarda kitleler, atalarının dinlerini terk etmekte ve inançsızlar arasına katılmaktadır. Dinlerden azade bir hayat tarzını benimsemekte ve benliklerini dogmalardan özgürleşmektedirler. En azından yüzeyde görünen böyledir. Derinlere indiğimizde bir başka gerçeklik ile karşılaşmaktayız: seküler dinler…

Kuantum, karma, astroloji, simülasyon, enerji ve sayamadığım daha birçokları… Çağımızın yeni insanı, yeni allahlar yaratmakta oldukça mahirdir. İçinde bulunduğu koşulları anlamak için gezegenlerin ileri geri hareketine başvurmaktadır. Yaşadığı bir sorun karşısında, evrenin sevk ve idaresinde bulunan kozmik enerjinin olay yerine intikal edeceğini düşünmektedir. Geleceğine ve geçmişine dair umut verici bir nüveyi kahve fincanın acı telvesinde görme beklentisinin çaresizliği içerisindedir. Tüm bunlarda süpermarket raflarında satılan üçüncü sınıf kitapların, medyanın, kültürün muhakkak etkisi vardır ama hakikat sanki daha başka bir yerdedir. Mütemadiyen yeni dinler icat etmemizin sebebi nedir?

İnancın rahatlatıcı olma, konfor sağlama gibi bir işlevi mevcuttur. Yaşamın bizden özge, bizden büyük ve gizil bir güç tarafından kurgulandığı inancına bağlılık birçok açıdan rahatlatıcıdır. Bu gücün kudreti, bizim kudretimizin çok ötesindedir. Yaşama, dünyaya ve evrene yön veren şey bu güçtür. Bu gücün bu denli muktedir oluşu, insanları kendi yaşamlarında inisiyatif alma imkanından mahrum bırakmaktadır ya da inisiyatif alma motivasyonunu olumsuz yönde ketlemektedir. Bu omnipotans; insanı kendi yaşamını kendi avuçlarında büyütemeyen, kendi elleriyle yaratamayan ve kendi kollarıyla inşa edemeyen acz içindeki edilgen canlılar olarak kılmaktadır. Her şey belirlenmiştir, elden rıza göstermekten başka bir şey gelmez.

Kadir-i mutlak güçlerin yaşamı yönlendirdiğine inanma davranışı, asıl sorunların faillerini ve sorumlularını da gizlemeye yaramaktadır. Allah, karma, evren, gezegenler, kahve telvesi, içinde yaşadığımız simülasyonun asıl gerçekliği başka bir yerdedir. Nerede olduğu bilinmez ama erişilmez olduğu bellidir. Asıl sorumlular, mistik perdelerin arkasına inananlar tarafından saklanmasaydı muhakkak onları haklamak için harekete geçmek gerekecekti. Aksiyona geçemeyen insanların dahi içinde sorumluları bilme fakat bir şey yapamamanın huzursuzluğu olacaktı. Patronuna, ebeveynlerine, öğretmenlerine, partnerlerine, hükümetine ve müesses nizama karşı yaşamını ve onurunu kurtarmak maksadıyla harekete geçtiğinde ise yaşamının bir daha aynı şekliyle sürüp gitmesi imkansıza yakın bir hale gelecektir. Yeni bir tempo kazanacaktır. Bu tempo belki yıkıcı, belki yaratıcı bir görkemle ivmelenecektir ama kesin olan şu ki pek çok şeyi değiştirecektir. Öyleyse bu inanışlar, statükoyu sürdürülebilir kılmaktadır ve isyan edememenin huzursuzluğundan insanı kurtarmaktadır. Kişiyi acizleştirmekte, yaşamına etki etmesinden alıkoymaktadır. Yaşam, üzerinde düzenleme yapılamayan kilitli bir word dosyası -maalesef- değildir.

İnanmaya duyulan bu müthiş tutkuda, dünyanın mevcut haline yönelik bir itham, bir ütopyaya hasret vardır. İnananlar, elimizdeki haliyle mevcut dünyanın adaletli bir yer olduğu konusunda kötümserdir. Bu yüzden karma inancında olduğu gibi iyi bir şey yapanın iyi şeyle karşılaşacağı, kötü şeyler yapanın kötü şeylerle karşılaşacağı; nihai sonda mutlak adaletin sağlanacağı gibi anlatılara aldanmak aslında var olan katastrofik gerçeklikten kaçışı sağlayan bir yoldur. Adalet duygusunun tatmin edilemediği gerçek dünyadan, mutlaka ilahi adaletin sağlandığı sanal dünyaya iltica eden ruhlar… Bu açıdan inanç, haksızlıkla içsel anlamda başa çıkmanın kitlesel bir yoludur.

Bu başa çıkma durumu, adaletsizliğin olumlanmasına neden olmaktadır. Bu dünyada adaletten ümit kesmek ya da adaleti gökten ve gaipten ummak düzen içindeki gerçek sorunlara gerçek çözümler bulmayı zorlaştırmaktadır. İnsanların istikbaldeki muhayyel adalete aldanıp, kaskatı bir gerçeklikle arz eden adaletsizlikleri sineye çekmesine neden olmaktadır. Göksel adalet anlayışı, insanlığı yine acziyete, tembelliğe, pasifize etmeye ve duyarsızlaştırmaya yaramaktadır. Bu dünyada hakiki bir adaleti tesis etme arzusundan alıkoymaktadır.

Bugün toplumun öncüleri, okumuşlar, aydınlar, öğrenciler, öğretmenler ne yapmalıdır? Alabildiğine mistikleştirilip, esrarlı hale getiren gündelik yaşamı yalın ve arı gerçeğe en yakın haline getirmeye çalışmalıdır. Hakikat, yüzeyde değildir ama çok derinde de değildir. Onu bulmalı, ona erişmeli ve onu kucaklamalıdır. Çünkü insanın bu naif ve çocuksu aldanışı, gerçeğe erişmesini sağlayacak kanallardan mahrum bırakılmasıyla pekiştirilmiştir. Gerçek sorunların gerçek çözümünü sağlayacak, gerçek yolları işaret etmelidir insanlığa. Onu memnun etmeyen koşulların sebebi de çözümü de bu dünyadan başka bir yerde değildir. İnanmak insana mahsustur ama ayağa kalkıp, kaderini bir yumak gibi ellerine alıp, koşulları değiştirmek ve düzeltmek için göz alıcı bir başkaldırının fitilini ateşlemek de yalnız insana mahsustur.

Belki bunların hepsi doğrudur. Astroloji, karma, evren, İslam, Afrika’daki kabile inanışları… Belki bir simülasyondayızdır. Yaşamımıza büyük, gizil, mutlak bir güç yön veriyordur. O zaman dahi yukarıda açıkladığım görüşleri savunacağım. Çünkü bunların olup olmaması değil, yaşamımız üzerindeki etkisi önemlidir. İnsan iki ayakları üzerinde doğrulmuştur ve önünde duran her şeyi değiştirecektir.

--

--