Niçin Doğaya Bakamayız: Doğanın İmkanı Üzerine

berkant yılmaz
haaa.zine
Published in
5 min readFeb 26, 2020
https://en.wikipedia.org/wiki/Expulsion_from_the_Garden_of_Eden_(Cole)

Kuş cıvıltıları, ceylanları avlayan aslanlar, göğün efendileri olan kartallar, azimle çalışan arılar, tek sıra halinde yuvalarına erzak götüren karıncalar, gürül gürül akan şelaleler, ağaç dallarının rüzgarlarla yaptığı yumuşak dans… Gözünüzde her parçasının bütüne muntazam bir hizmette bulunduğu, kusursuz bir düzen içerisinde uzun yıllar boyunca ayakta duran ve içimizi neşe ile dolduran doğayı canlandırmaya çalışıyorum. Bu yazının devamında o doğayı yıkmak için uğraşacağım.

Gündemin ekolojiye yöneldiği zamanlarda kafamızda beliren doğanın, yukarıda beceriksiz olarak betimlemeye çalıştığım şekilde olduğunu düşünüyorum. Temasımızın olmadığı, kendisinden olabildiğince uzaklaştığımız, içine girerek tahrif ettiğimiz ve özlemini duyduğumuz doğa, kendisinden konuşmaya başladığımız zamanlarda, zihnimizde bu şekilde beliriyor.

Doğa birçok nesneyi ve eylemi içeren bir küme olduğundan dolayı, onu düşünce alanına sokabilmek için tezatını belirlememiz gerekmektedir. “Tezatının değili” olarak tanımlayacağımız doğa, bize kendisini daha kolay gösterecektir. Doğanın tezatı ise hiçbir zorlanma yaşamadan söyleyebileceğimiz bir kavram olan kültürdür. Çit ise kültür (culture) ile doğayı (nature) birbirinden ayırır ve ikisi arasındaki ayrımı net olarak belirtir. Düşünce sahamızdaki gözlem aracımızı çitin üzerinde tuttuğumuzda, iki farklı alanın çite en yakın olan noktalarında, diğerinden herhangi bir unsur bulamayız. Çit bir geçiş alanı içerisinden diğer alana geçtiğimizin göstergesi, formalite icabı bir tabela olmaktan öte, bir alanı diğerinden tam anlamıyla kesen ve ayıran bir unsurdur.

Yukarıda doğanın değili olarak tanımladığımız kültür bu haliyle buğulu bir görüntü vermektedir. Buğuyu ortadan kaldırmak için biraz daha kendisinden bahsetmemiz gerekmektedir. Kültür, doğanın nesnelerini çitin içerisine alarak kendisini oluşturur. Kimi zaman bunu gerçek anlamıyla yapar; doğanın ineklerini alır kültürün sütünü çıkarır, doğanın kurdunu alır ve kültürün köpeği yapar, doğanın ağacını alır ve kültürün evlerini inşa eder, doğanın taşını alır ve kendisini doğadan daha net ayırmasına yardımcı olan burjlar inşa eder. Bu durumda insanın ve dolayısıyla onun düşüncesinin konumlanacağı yeri de net olarak belirlemiş olduk. İnsan daimi bir şekilde kültürde bulunur, insanlık daima çitin içerisindedir. Kimi zaman çitin içerisindeki yapıyı kurar (inekleri, kurdu, ağacı ve taşı kültürün içerisine taşır ve onları işler) kimi zaman ise kültürün yapıp ettiklerinde işlenen şey olur (kültür ürünü olan aile, okul ve devlet onu inşa eder). İnsan, onun içine doğmak mecburiyetinde olduğu için kültürün nesneleri ile ilgilenmek zorundadır. Düşüncemizi bu istikamette ilerlettiğimizde artık metnin devamında doğa diye belirtilen şeyin ne olduğunu daha rahat görebilmekteyiz. İnşası hala devam eden bu kültürün içerisine sokamayacağımız nesne ve eylemlerin her biri doğanın bir parçasıdır.

Peki, insan kültürü koruyan çitlerin dışarısına hiç çıkmaz mı? Çitlerin ve kalelerin var olduğunu bilen herkes, neredeyse hepsinin kapılarının da olduğunu bilir. Bu kapılar birbirine zıt olan iki alan arasında geçişi sağlamak için yapılmamış mıdır? Bu metnin itirazı tam olarak burada başlamaktadır. Kültürümüzün dışarısına açılan kapıdan geçtiğimizde kendimizi doğanın alanında varsayarız. Çevre katliamlarını eleştirirken veya dünyaya ekolojik bir muhafazakarlıkla bakıp her şeyin eskisi gibi olmasını temenni ederken konuşmamızın nesnesinin, kültürün kapısından çıktığımızda karşılaştığımız bir alan olarak doğa olduğunu zannederiz. Bu yanılsamadan başka bir şey değildir. İnsan o kapıdan asla dışarı çıkamaz, çitin ardına geçemez. Çit her koşulda insanın etrafını çevreler, çünkü çevrelemek zorundadır.

https://toth-illustration.com/nature-and-culture-sanoma-learning/

Çit kendi tanımı gereği bu zorunluluğu taşımaktadır. Kültür bize nesnelerin anlamlarını vermektedir. Kendisini takas edebileceğimiz herhangi bir ikamesini bulundurmaz. Elbette farklı kültürler arası takas mümkündür lakin kültürün kendisini takas edebileceğimiz bir unsur yoktur. Anlam ancak kültürün içerisinde mevcuttur. Anlamın üreticisi sadece ve sadece kültürdür. Kültürü bu anlamıyla takas edebileceğimiz tek bir şey vardır: hiçlik/anlamsızlık. Birinin diğerinin tersi olarak tanımladığımız ikililikte doğa, anlam üretemeyen bir alan olduğundan dolayı kendisini hiçlik/anlamsızlık tarafında tanımlar. Bir anlam verici olan kültür, nesnesini bazen doğadan alır bazen de kendisi yaratır. Doğa ise anlamsız nesnelere sahiptir.

Bu fikirleri netleştirmek için doğanın bir nesnesi olan ormana ve içerisindeki yaşama bakalım. Darwinci bir gözlük ile baktığımızda zayıf olanın güçlü olanın altında kaldığı vahşi bir orman ile karşılaşırız. Gözümüzün önüne alttan üste doğru canlı sayısının azaldığı bir piramit gelir. Bu piramidin üstünde yalnız başlarına yaşayan ve piramidin sahibi olan en yırtıcı hayvanlar vardır. Altında ise edilgen ve atıl hayvanlar veya bitkiler yer almaktadır. Bu vahşi ormanda hayatta kalmanın yolunun, diğerinin yok olmasından geçtiği bir düzen vardır. Darwinci gözlüğü çıkarıp yerine Kropotkin’in gözlüğünü taktığımızda ise başka bir görüntüyle karşılaşırız. Karşımıza çıkan görüntü ortakyaşamdır (simbiyoz). Simbiyotik yaşamda ise ormanda sadece birbirini yok ederek yaşanan bir hayatın olmadığını, aynı zamanda canlıların kendi hayatlarını devam ettirmesi için birbirleriyle yardımlaşmasının elzem olduğu bir düzenin de var olduğunu görürüz. Aslanın ormanın kralı olmak gibi bir gayesi yoktur. Baykuşun bilgeliğine dair orman sakinlerinin bir ortak kanısı bulunmamaktadır. Ormandaki hiçbir şey biz onlara bir ışık doğrultmadığımız takdirde kendisini bize anlamlı kılmamaktadır.

Ekolojik piramit

Kültür bu ışığın rengini, gücünü ve boyutunu sürekli değiştirmektedir. Aynı zamanda bu ışıkla kendi yaşam alanını da aydınlatmaktadır. Vahşi yaşamın varlığını doğanın bir gerçeği olarak bizlere yansıtarak vahşi kapitalizmi üretmiştir. Doğada da bunun bulunduğunu varsayarak içerisindeki insanları bir piramit içerisine sokmuştur. Hayatta kalmanın en hızlılara ve en güçlülere bahşedilen bir özellik olduğunu iddia etmiştir. Kendi gerçekliğini, anlamın ışığını doğaya çarptırıp kültürün üzerine yansıtarak kurmaya çalışmıştır. Anlamın ışığı bu kültür için ormandaki simbiyotik yaşamı aydınlatmayı tercih etmemiştir. Kropotkin’den hareketle vahşi doğadan üretilebilecek bir vahşi kapitalizmin kültür için tek gerçek olmadığı, bunun tam tersinin de mümkün olabileceği rahatlıkla söylenilebilir.

Peki, biz kültürümüzü (anlamımızı veya hiçliğin karşıtı olarak var olanı) Darwin’inin ya da Kropotkin’in gözlüğüyle olduğu gibi mi görmek zorundayız? Kültür, kendisine yansıttığı anlam ışığının kaynağını sürekli olarak doğadan mı almak zorundadır? Şüphesiz ki böyle olmak zorunda olsaydı bu metin tüm anlamını kaybederdi. Kültür günümüzde insanın yapıp edişlerini doğa üzerinden kurgulamaya çalıştığı gibi, Ahmet Arslan’ın da işaret ettiği gibi Antik Yunan’da tam tersini yapmaktaydı. Doğa üzerinde bir anlam bulabilmek için insana bakmaktaydı.

Bütün bunlar ile birlikte artık çitin dışına neden çıkılamayacağının cevabına yaklaşmış durumdayız. Kültürün çıkış kapısından geçtiğimizde büyük bir karanlık ile karşı karşıya kalmaktayız. Bu karanlıkta ilerlememize olanak sağlayacak tek enstrüman ise kültürün içinden aldığımız ışığımız olacaktır. Işığı doğanın nesnelerine tutarak yönümüzü bulmak zorundayız. Bu ışık hiçbir zaman doğanın her yerine eşit dağılmayacaktır, karanlıkta bıraktığı nesneler ve olaylar her zaman olacaktır. Işığın kendi elimizde bulunduğu durumda, doğaya insan merkezli baktığımız gibi ışığı herhangi bir yere bırakıp onun aydınlattığı yerde kendimizi konumlandırdığımızda da gerçek doğayı bize göstermeyecektir. Işığın rengi ve bu rengin değişimi doğa nesnelerinin farklı görünmesine ve kültürümüze farklı şekillerde girmesine sebebiyet verecektir. Doğaya ışıksız çıkamayız ve ışığı taşıdığımız her yere çitimiz ile beraber gideriz. Bu yüzden kapının ardına attığımız her adımda çit, bizimle beraber bizi çevreleyecek biçimde ilerlemek zorundadır.

Doğa hakkında konuşurken doğanın anlam ışığının kendi kendisini aydınlattığı ön kabulünden vazgeçmemiz gerekmektedir. Doğa ne inanılmaz güzellikler ile doludur ne kendisinden faydalanmamızı lütfeden hazineler içermektedir ne de vahşi bir hayat barındırmaktadır. O kendi nesnelerini ve olgularını kültürün araçlarıyla bize sahte bir şekilde göstermediği koşulda anlamsızlığını koruyacaktır. Bu yüzden doğa ve dolayısıyla doğa hakkındaki problemler kültürün problemleridir. Doğa kendisini kültür aracılığıyla bize göstermediği durumda ise kendi varlığını kanıtlayamamaktadır. Kültürün içine doğan her insanın da bu yönüyle tek problemi kültür problemidir.

--

--

berkant yılmaz
haaa.zine

demir balta taş baltadan daha gelişmiş bir balta değildir, sadece başka bir baltadır.