DEĞİŞEN VE DÖNÜŞEN MEDYA

ODTÜ DPUİT
Hariciye
Published in
8 min readMar 12, 2021

ÜMİT ALAN

İletişimci yazar Ümit Alan ile Hariciye dergisinin “Yeni Dünya” dosya konulu Ocak 2021 sayısında “Değişen ve Dönüşen Medya” üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Hariciye ekibi olarak siz değerli okurlarımıza iyi okumalar diliyoruz.

Burak Tanır: Söyleşiye başlamadan önce giriş mahiyetinde Ümit Alan kimdir? Ne işlerle uğraşır?

Ümit Alan: Benim asıl profesyonel uğraşım reklamcılık. 15 yıldır reklam yazarlığı üzerine çalışıyorum. Üniversitede gazetecilik okuduğum ve yüksek lisansımı da basın-yayın çalışanlarının mutluluğu ve işlerinden tatmin olmaları üzerine yaptığım için Türkiye’nin koşullarından dolayı gazetecilik yapamamak hep içimde kalmıştı. Daha sonra İstanbul’a reklam yazarlığı yapmak için geldiğimde çok avantajlı bir konum elde ettim. Bu elde ettiğim avantajlı konum şuydu: Medyanın içinde değildim ama medyayı hem üniversitede okuduğum için hem de ilgilendiğim için biliyordum. Medyada çalışacaksanız ve bir ekonomik devamlılığı olacaksa medya eleştirisi yazmak çok zor, bunun için de Birgün gibi bağımsız bir medya kuruluşunda çok yüksek maddi beklentilerim olmadan ama bir yandan da kendi mesleğimi yaparak meslektaşlarıma göre avantajlı bir konum elde ettim. Eleştirdiğim merkez medya yok olunca; insanların el yordamıyla, analog bir şekilde keşfettiği yeni medya üzerine kafa yormaya başladım. Her dijital medya kullanıcısı içerik üretebilmeye başlayınca, kullanıcının da eleştirilmesi gerektiği ortaya çıktı. Bununla ilgili bir konuşmayı daha önce ODTÜ’ye bizzat gelip yapmıştım. Orada artık bizim sadece gazetecileri, köşe yazarlarını ve medya patronlarını değil kullanıcıları da etik olarak eleştirebileceğimiz bir pozisyonda olduğumuzu söylemiştim. Şimdi de medya ve yeni medya üzerine konuşmak üzere sizin davetinizle buraya geldim.

B.T.: Davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Değişen ve dönüşen bir kavramı incelerken kavramın ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu anlamda size soracak olursak medya nedir?

Ü.A.: Medya her şeyden önce bir araçtır. Üç işlevi yerine getirmesi beklenen bir yapıdır. Bunlar mesaj ve bilgilerin saklanması, uzaktan iletilmesi ve kültürel-siyasi pratiklerin güncelleştirilmesidir. Bu işlevleri tamamen ya da kısmen yerine getirme olanağı olan yapılara medya denir. İnsanın mağara duvarlarına çizmeye başladığından beri gelen bir pratik aslında bu. Kültürler ve dönemler değişse de bu işlevin hala aynı olduğunu görüyoruz.

B.T.: Tarihsel olarak incelediğimizde, sizin medya tarihinde kırılma noktaları olarak gördüğünüz süreçler nelerdir?

Ü.A.: En büyük kırılma olarak söyleyebileceğim gelişme Gutenberg’in matbaayı bulması. Fakat matbaanın yaygınlaşması birkaç yüzyılı alıyor. Matbaa başlangıçta belirli derebeylerinin ve kilisenin kontrolünde. İkinci kırılma noktası 1750’lerden sonra başlıyor: Sınai kitabevinin bulunması ve kitabın yaygınlaşması. Daha sonra yavaş yavaş evrensel kitle iletişim araçları çıkıyor, 1870’lerden 1950’lere kadar süren bir süreçte gazete, radyo, telgraf yaygınlaşıyor. Mesela Stefan Zweig, 1930’larda yazdığı bir metinde sanki bugünlerden şikâyet ediyor. Bu kitapta dünyanın bir ucunda patlayan bir bombadan bizim daha cesetler çıkmadan haberdar olacağımıza benzer bir olgudan söz ediyor. Zamanın dışında kalamadığımızdan şikâyet ediyor ve bunu daha televizyonun bile olmadığı 1930’larda söylüyor. 1950’den sonra 1995’e kadar televizyonun altın çağı dediğimiz bir dönemden geçiyoruz. Daha sonra internet devreye giriyor ve ben bunu bizzat, tüm aşamalarıyla yaşadım. 2000’lerin başında Web 2.0 başladı, artık haberlerin altına yorumlar yazabiliyorduk. Web 3.0’da onun da ötesine geldik ve makinelerin bizi tanıdığı ve içerik üretebildiğimiz bir döneme girdik, o da sosyal medya. Facebook 2004’te kuruldu, 2007’den sonra da Türkiye’de yaygınlaştı. Bu da son büyük kırılma noktası ve hala bunun etkilerini yaşıyoruz, hayatımızı nasıl değiştirdiğini tartışıyoruz.

B.T.: Geleneksel medya ile dijital medya arasında kültürel, iktisadi büyük farklılıklar mevcut. Bu değişiklikleri göz önüne aldığımızda dijital medya ile kültürel anlamda yaşam pratikleri nasıl değişti?

Ü.A.: Bülent Ortaçgil’in bir şarkısında şu sözler geçiyor: ‘Bütün gün seni aradım, evde yoktum demeler…’. Bu sözler, kaçma şansınızın, yok olma şansınızın olduğu eski bir dönemi anlatıyor. Nerede olduğunuzun bilinmemesi gibi bir lüksünüzün olduğu bir dönemi. Yeni dalga sinema yönetmeni Goddard’ın 80’lerin başında söylediği bir söz var: Artık iletişimin sadece araçları var, kendisi yok. Daniel Kahneman isimli ekonomi Nobel’i almış bir psikolog var. En büyük tezlerinden biri insanın iki sistem olmak üzere iki düşünce tipinin olması. Birinci sistem, üzerinde düşünmeden, kafamızda kurgulamadan aldığımız kararları kapsıyor. İkinci sistem ise rasyonel, düşünülmüş kararlarımızı kapsıyor ve sosyal medya dünyasında ikinci sistemi kullanma fırsatımız olmuyor.

B.T.: Dijital medya nasıl bir iktisadi dönüşüm getirdi?

Ü.A.: Bütün bir iş yapış kültürü değişti. Geleneksel medyayı bu incelemede ikiye ayırmak lazım: Bir eğlence medyası var, bir de haber medyası var. Haber medyası eskiden eğlence medyası tarafından finanse edilen bir medyaydı. Bir Star TV izleyicisi, dizisinin ardından yarışma programı, eğlence programı, film izleyebilirdi; tümünün arasında da reklam olurdu. Fakat uzun bir dönem haber bültenlerinin arasına reklam alınmazdı. Gazete, maliyetinin altında satılan bir medya aracıydı; orada da reklamla kar edilmeye çalışılırdı. Benjamin Day isimli bir 19. yüzyıl yayıncısı birçok ticari kuruluştan ilan alıp aralarına haber koymayı akıl ediyor ve böylece gazeteyi en ucuz fiyatına satabiliyor. Bu fikirle gazete yaygınlaşıyor; zengin, politik ajandası olan entelektüel kesimlerle sınırlı kalmıyor. Sosyal medyayla beraber yayın akışı dediğimiz şey parçalandı, dolayısıyla haberin finansmanı için bir mecra kalmadı; yine de birileri dijital medya haberlerini finanse etmeyi sürdürüyor. Biz de bu finanse eden kişilerin hakikatını yaşıyoruz. Dijital medyanın iktisadi olarak en büyük zararı gazeteciliğe oldu. Gazetecilik gelir kapılarını basılı gazete satılmadığı için kaybetti. Televizyon da eğlenceye ayrıldı, habersiz kanallar var artık. Önceden böyle bir şey düşünülemezdi, göstermelik de olsa haber konurdu eğlence televizyonlarına. Yani geleneksel medya bünyesinde eğlence medyası büyürken, haber medyası geleneksel medyadan dijital medyaya kaymış durumda. Bu durum yavaş yavaş aşılıyor, sosyal medyada doğru habere ulaşmak neredeyse imkansızlaştığı için özellikle ABD’de New York Times gibi medya kuruluşları yeniden hacim kazandılar. Huffington Post gibi küçük dijital haberciler bile NYT gibi geleneksel mecralara dönmeye başladılar. Sosyal medya devleri de iktisadi hacmin büyük bir kısmını kaplıyor, mesela Facebook’a çalışan haberciler var, bir tekelleşme söz konusu. Bu da medya için etik değil çünkü haberi okuyucunun finanse etmesi gerekiyor, okunmadan evvel tekeller tarafından finanse edilmemesi gerekiyor. Amerika’da bu oluşan tekellere karşı anti-tröst davaları başladı, mesela Facebook’un hem Instagram’a hem Whatsapp’a sahip olması ABD’de tartışılıyor. Bu dijital medyanın büyüyen hacminin sadece birkaç kişi tarafından kontrol edilmesinden ötürü. İnternet geldiğinde herkesin özgürleştiğini, küçük küçük medyaların büyüyeceğini bekliyorduk, bu olmadı. Ütopya değil distopya yaşıyoruz şu anda. Geleneksel medyada da maliyetin fazlalığından ötürü medya dışı sermaye rol almak zorundaydı, medyanın patronları olması gerekiyordu zaten. Şu dönemde medyada yaşadığımız durum medyanın geçmişteki zaaflarının bir sonucu. Medya-siyaset ilişkilerine girmeden medya-iktisat ilişkisini anlatmak zor.

Sinan Akyol: Dijital Medya politik hayatımızı da değiştirip dönüştürmekte. Bu dönüşümü düşündüğümüzde siyasetçilerin dijital medya kullanımı ‘post-gerçeklik’ dediğimiz hakikat sonrası olgusunu nasıl pekiştiriyor?

Ü.A.: Trump gibi birisi gelirse tam anlamıyla pekiştiriyor çünkü o apaçık yalan söyleyen birisi. Politikacının arada bir aracı olmadan hitap edebiliyor olmasının çok farklı etkileri var. Siyasetçi bir televizyon kanalında her şeyi konuşamaz ama sosyal medyada durum farklı…Yankı odalarını bulmaları da Twitter gibi mecralarda çok daha kolaylaşıyor. Bu da bir yanılsamaya dönüşüyor olabilir; Türkiye’nin muhalefet politikacıları örneğin, uzun yıllar dünyanın Twitter’da döndüğünü düşündü. 2017’de yapılan bir araştırmaya göre AKP’ye oy verenlerin Twitter’da temsil oranı yalnızca yüzde 13. Yani, sosyal medyayı fazla önemsemek politikacıları yanıltıyor. ABD politikacıları da benzer bir süreçten geçiyor. Trump’a 2016 seçimlerini kazandıranın sosyal medya olduğu korkusu yerleşti. Cambridge Analytica skandalında Rusya tarafından desteklendiği düşünülen trol fabrikalarının ABD seçmenini yalan haberlerle manipüle ettiği iddiaları ortaya çıktı. Bu sebeple Amerika 2020 seçimlerine sosyal medya devlerini sıkıştırarak girdi. Artık yalan içeriğe şirketlerin editörler gibi bir müdahale yapması bekleniyor. Sosyal medya şirketleri bütün gelirlerini veri satarak kazanıyor, korkutan bu.

S.A.: Liderlerin tavırlarını da göz önünde bulundurursak gerçeklik geleneksel medyada da bu siyasetçiler tarafından bu denli eğilip bükülebiliyor muydu?

Ü.A.: Medya, Noam Chomsky’e göre hep kontrol altında tutuluyordu. Körfez Savaşı’nın en bilinen imajlarından birisi petrole bulanmış bir karabatak mesela, Saddam Hüseyin’in canavarlaştırılması için kullanılmış bir fotoğraf. Daha sonra bu fotoğrafın Irak ve İran’dan alakasız olduğu, başka bir yerde çekilmiş bir arşiv fotoğrafı olduğu ortaya çıktı. Pentagon Papers belgeleri gibi skandallarla yalanlar ifşa olurdu, olduktan sonra da kimse bedelini ödemeyebilirdi. Ronald Reagan’ın bir lafı var: Buna inandınız, çünkü inanmak istediniz. Post-truth öncesi zamanlarda da siyasette yalan vardı yani, her zaman yalanlara inanmak insanlara çekici gelmişti fakat şu anda bu yalanların artışı çok daha hızlandı. Eski dönemin yalanlarının en büyük farkı yavaş gelişmesiydi.

S.A.: Bahsettiklerinizin ışığında konuyu bir başka politik meseleye, demokrasiye, getirmek istiyorum. Sosyal medya demokratik hareketler için faydalı mı yoksa zararlı mı oldu?

Ü.A.: Sosyal medyanın demokratik hareketleri kuvvetlendirmediğini görüyoruz. Hatta kutuplaşmayla demokrasinin altının oyulmasının kolaylaştığını görüyoruz. 2008 yılında George Bush’a ayakkabı atan Iraklı gazetecinin tutuklanmasını protesto etmek amacıyla Facebook’ta bir etkinlik açtık ve 400’e yakın kişi geleceğini söyledi, bu yüzden eylemden önce medyaya haber verdik. Irak konsolosluğunun önüne eylemi düzenleyen dört kişi olarak gittiğimizde gelen kişilerin de bizden ibaret olduğunu gördük. En azından 200 kişinin gelmesini bekliyorduk, dört kişi eylem yapmak zorunda kaldık. İnsanların sosyal medyada gösterdikleri reflekslerin gerçek aktivistliğe gelince o kadar gerçek olmadığını orada gördük. Sosyal medya demokrasi getirmedi çünkü insanlar daha kolay manipüle edilebilir hale geldiler, algı yönetimine daha elverişli hale geldiler. Kutuplaşma demokrasiye katkı sağlamaz, sosyal medya da kutuplaşmayı besliyor. Yankı odaları oluştu ve insanlar kendi dünya görüşlerinden başka bir dünya görüşü olmadığını düşünmeye başladılar. Herkes sevdiği fikirleri paylaşanları takip edince yankı odalarına girildi ve bu bütün görüşlerin temsiliyetinin olduğu çoğulcu, demokratik bir platform oluşmasına engel oldu. Kendi görüşümüzden başka bir görüş olmadığı yanılsaması bizi keskinleştirdi ve demokratik ideallerden uzaklaştırdı. Otoriter ülkelerde zaten internetin musluğu kapatıldı, mesela Çin’de bizim kullandığımızdan bambaşka sosyal medya şirketleri var. 2010’ların başında, Arap Baharı’nda internetin dünyaya demokrasi, özgürlük getireceğini söyleyenler bugün özeleştiri yapıyorlar.

S.A.: Benzer bir hayal kırıklığının da sosyal medya-ifade hürriyeti konusunda yaşandığını görüyoruz. Şirketlerin ya da hükümetlerin sosyal medyaya müdahaleleri ifade özgürlüğü açısından nasıl değerlendirilebilir?

Ü.A.: İfade özgürlüğü, sınır konulmadığı zaman özgürlük olmaktan çıkıyor. Bunun sınırı ne? Yalan yaymak da ifade özgürlüğü olarak değerlendirilebiliyor. Zuckerberg, Facebook’un ilk yıllarında yalan haberleri kaldırmayı ifade özgürlüğünü gerekçe göstererek reddediyordu örneğin. İfade özgürlüğü nedir sorusunu tartışmaya başladık. İnternette anonimliğin korunması gerekiyor fakat anonimlik yalan haber yaymayı kolaylaştırıyor. Burada çok büyük bir etik tartışma söz konusu. Anonimlik, trollere giden yolu da açıyor. Sınırsızca verilen bir ifade hakkı, özgürlüğe engel oluyor. Ötekiye saldırmak, onu taciz etmek de ifade özgürlüğü sayılabiliyor o zaman. İnternetin denetimsizliği buna sebep oluyor.

S.A.: İfade özgürlüğünü tehdit eden ve denetimsizlikten faydalanan unsurlardan birisi troller. Trollere her ne kadar günlük hayatımızda değinsek onlar hakkında çok şey bilmiyoruz. Bu anlamda bize trollerin içinde yaşadığı ekosistemi anlatabilir misiniz?

Ü.A.: Troller belirli merkezlerden yönetiliyorlar. Paylaşım başına para alanları var, toplu olarak para alanları var. Devletler bunları başka devletlerin içişlerine müdahale etmek için kullanabiliyor; örneğin Rusya, Amerika dahil dünyanın her yerinde trol çalıştırıyor. Yani, bunlar maaşlı askerler. Sosyal medyadaki akışı bir yere doğru yönlendirmeye çalışıyorlar. Trolle mücadelenin en iyi yolu ise saldırılarına yanıt vermemektir. Birisi sizi işaretliyor, bir ekibe haber veriliyor ve pek çok hesap size aynı anda saldırmaya başlıyor. Trol ekosistemi böyle işliyor. Türkiye’de trol tanımı üzerine bir kafa karışıklığı yaşanıyor. Her iktidar partisi taraftarı trol olmak zorunda olmadığı gibi her trol de iktidar partisi taraftarı olmak zorunda değildir. Bizim gibi düşünmeyen herkesi trol dile yaftalamamalıyız. Bot trolden ayrı bir şeydir mesela. Botlar bot çobanı tarafından yönetilir ve aynı içeriği bir anda bin tane paylaşabilir, troller bunu yapamaz. Trol tanımında da bir değişiklik oldu. Bizim ilk trol olarak bildiklerimiz, komik şeyler yazıp yemine düşürmeye çalışan sonra da kahkaha atan kullanıcılardı.

S.A.: Troller gibi dışsal etkenlerin yanında medyadaki problemlere sebebiyet veren içsel sorunlar da mevcut. Bu açıdan Türkiye’de medya okuryazarlığında bir nitelik eksikliği görüyoruz. Clickbait dediğimiz uygulama da bu eksikliği istismar ediyor. Clickbait’ler nasıl çalışıyor ve onlarla nasıl mücadele edebiliriz?

Ü.A.: Çok şükür clickbait artık değersizleşen ve düşmeye başlayan bir uygulama. Habercilikte itibarın önemi giderek daha iyi anlaşılıyor. Clickbait internetin ilk yıllarında sitelerin tıklanma sayısı dışında hiçbir şeyi önemsemeyen birtakım dijital medya editörlerinin sığındığı bir seydi. ‘Öyle bir laf etti ki…’ diye başlık atıyor mesela, sonra bakıyorsunuz sıradan bir şey söylemiş. Bunun en önemli sebebi rekabetti, haberciler rekabet ortamında böyle sıyrılacaklarını düşündüler. Haberciler, komik kedi videolarının olduğu bir ortamda ben de kendimi böyle tıklatacağım diyebileceklerini düşündüler ama insanlar bundan bıkmaya başlıyor. Bunun da medyada bir tahribat yarattığı doğru. Haberciliğin o şekilde finanse edilemeyeceği ortaya çıkmaya başladı, artık yalnızca iyi bir haberiniz varsa başarabiliyorsunuz. Medya kuruluşlarının iyi bir içerik sunup okuyucuyu abone etmekten başka bir çıkar yolu olmadığı artık görülüyor. Dolayısıyla şu anda gazeteciliğin en büyük mücadelesi kaliteli içerik üretebilmek.

--

--

ODTÜ DPUİT
Hariciye

ODTÜ Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Topluluğu