En Büyük Tehlike Devlet — Ortega y Gasset

Gürman
Helmuth Von Moltke
Published in
9 min readJan 4, 2017

Bir süredir Ortega y Gasset’in “Kitlelerin Ayaklanması” isimli kitabından bahsediyorum. Nedir “Kitle İnsanı”, bu terim neyi ifade ediyor? Birey kimliği olmayan, kendi ahlakı ve normları bulunmayan, ancak bir kitlenin içerisinde, sıradan, herhangi biri olarak var olabilecek, çoğunluğun bir parçası olmakla anlamlı ve bu çoğunluğu dayatan insandır kitle insanı. O bizimle aynı çağda yaşar, çağın nimetlerinden yararlanır, Iphone veya Samsung kullanır, arabalara meraklıdır, sinemaya gider ancak bütün bu nimetlerin mümkün olmasını sağlayan kurallara yabancıdır. Hiç bilmez bunları. Herhangi bir değeri yoktur. Herhangi bir hukuku bulunmaz. Kitle insanı aynı çağda yaşadığımız barbardır. Değeri de barbarlık değerleri ile aynıdır, kendisinden olmayanı yok etmek, kendisini her alanda hakim kılmak ve bunu düz fiziksel güç ile yapmak. Bu kitabın yazıldığı 1930 yılında Avrupa bu barbarlık ile karşı karşıyaydı. Naziler ve Faşizm yükseliyordu. Kitle insanının umursamazlığının bedeli ağır oldu. Milyonlarca insan savaşta öldü. İnsanlığın bundan gereken dersi almasını beklerdik. Bugün dünyanın her tarafında ve Türkiye’de yükselen sağ populizm bu dersin hala alınmadığını gösteriyor. Kitapta yer alan aşağıdaki bölümü okurken bugün yaşadığımız ülke ile çarpıcı benzerlikleri görüp şaşırmamak imkansız. HVM

— — — -

Kamusal düzenin iyi kurulmuş olduğu durumlarda, kitle kendi başına eylem koymayan varlıktır. Misyonu öyledir. Dünyaya yönetilmek, etkilenmek, temsil edilmek, başkalarınca düzenlenmek için gelmiştir — ta kitle olmaktan çıkıncaya ya da hiç değilse çıkmayı amaçlayıncaya değin. Ama tüm bunları kendi başına yapmak üzere gelmemiştir dünyaya. Yaşamını üstün bir mercie dayandırmak gereksinimindedir. Üstün nitelikli insanların kimler olduğunu dilediğiniz kadar tartışabilirsiniz; ancak onlar –ister falancalar olsun, ister filancalar– var olmasaydı, insanlık en temel varlığından yoksun kalırdı, bu noktada hiçbir kuşku kalmamasında yarar var; gel gelelim yüz yıl var ki Avrupa böylesine açık seçik bir gerçeği görmemek için devekuşu misali kafasını kuma gömmede. Çünkü sıkça rastlanan ve olası olgulara dayanan bir görüş değil bu, toplumsal “fiziğin” bir yasası, hem de Newton fiziğininkilerden çok daha şaşmaz bir yasa. Avrupa’ya yeniden sahici bir felsefenin hâkim olduğu gün –onu kurtarabilecek tek şeydir bu–, şunun farkına varacağız: İnsan, istese de istemese de, yapısı gereği bir üst merci aramaya zorunlu bir varlıktır. Eğer onu kendi başına bulmayı başarırsa, olağanüstü biri demektir, yok eğer bulamazsa kitle insanıdır ve üstünlüğe öbürünün sayesinde erişme ihtiyacındadır.

Kitlenin kendi başına etkinlikte bulunabileceğini iddia etmek, kendi yazgısına karşı ayaklanmak demektir, şimdi yaptığı da bu olduğu için ben kitlelerin ayaklanmasından söz ediyorum. Çünkü sonuç olarak özünde ve sahiden ayaklanma diye adlandırılabilecek tek şey herkesin kendi yazgısını kabullenmemesi, kendi kendine karşı ayaklanmasıdır. Bu bağlamda, başmelek Lucifer eğer Tanrı olmaya kalkışmaktansa –yazgısı o değildi– meleklerin en sonuncusu olmaya kalkışsaydı, yine aynı ölçüde başkaldırmış olacaktı. (Eğer Lucifer Tolstoy gibi Rus olsaydı, herhalde bu ikinci başkaldırı biçimini yeğlerdi, ama o da yine ününü borçlu olduğu öbür biçim kadar Tanrı’ya karşı gelmek olurdu).

Kitle kendi başına harekete geçtiğinde bunu tek biçimde yapar: Linç eder

Kitle kendi başına harekete geçtiğinde, bunu ancak tek biçimde yapar, çünkü başka biçim bilmez: Linç eder. Lynch yasasının Amerikan olması pek de rastlantısal değil, öyle ya, Amerika bir bakıma kitlelerin cennetidir. Şimdilerde, kitleler zafere ulaştığında, bunun şiddetin zaferi olmasının ve şiddetin tek mantık biçimi, tek öğreti sayılmasının da hiçbir şaşılacak yanı yok. Bu şiddeti kural olarak benimseme sürecine ben çok önceleri dikkat çekmiştim. Bugün artık gelişiminin doruk noktasına ulaşmış bulunuyor, bu da hayırlı bir belirti, çünkü kendiliğinden inişe geçmeye başlayacak demektir. Günümüzde çağın retoriği artık şiddet oldu; laf cambazları, beceriksizler benimsiyorlar onu. Bir insanlık gerçeği kendi tarihini tamamladığında, bir deniz kazasına uğrayıp öldüğünde, dalgalar onu safsatanın sahiline vurur, artık orada ceset halinde uzun zaman varlığını sürdürür. Safsata insan gerçeklerinin mezarlığıdır; ya da olsa olsa sakatlar hastanesidir. Gerçek ölünce geriye adı kalır, sözden ibaret olsa bile, sonuçta dört dörtlük bir sözdür, tılsımlı gücünden bir şeyler korur her zaman.

Ama inançsızlık sonucu kural haline getirilmiş şiddetin nüfuzunun zayıflamaya başlamış olması pekâlâ mümkün de olsa, başka biçimde, yine de onun düzeninde yaşamayı sürdüreceğiz.

Bugün Avrupa uygarlığını tehdit eden en büyük tehlikeden söz ediyorum. Bu uygarlığı tehdit eden tüm diğer tehlikeler gibi o da şiddetin evladı. Dahası var: Onun şanlı eserlerinden birini oluşturuyor; çağdaş devlettir o. Yani geçen bölümde bilim üstüne söylediklerimizin bir yenisiyle karşı karşıyayız: İlkelerinin doğurganlığı onu akıl almaz bir ilerlemeye doğru itiyor; ne var ki o ilerleme uzmanlaşmayı dayatıyor ve uzmanlaşma bilimi boğma tehdidinde.

Devlette de aynı şey oluyor.

18'inci yüzyıl sonlarında Devlet az şeydi

XVIII. yüzyıl sonlarında tüm Avrupa uluslarında devlet neydi, hatırlayınız! Pek az şeydi! İlk kapitalizm ve ilk kez tekniğin, yeni, akılla düzenlenmiş tekniğin zaferi olan kapitalizmin endüstri örgütleri toplumda ilk genişlemeyi sağlamışlardı. Böylelikle daha öncekilerden sayı ve güç bakımından daha kuvvetli, yeni bir toplumsal sınıf ortaya çıktı: Burjuvazi. Bu yeni dünya burjuvazisinin her şeyden çok, her şeyden önce sahip olduğu bir şey vardı: Yetenek, beceri. Çabayı örgütlemeyi, disiplin altına almayı, sürekli kılmayı ve düzenlemeyi biliyordu. O düzenin ortasında, bir okyanusta gider gibi seyrediyordu “devlet gemisi”. Devlet gemisi burjuvazinin yeniden icat ettiği bir eğretilemeydi, öyle ya, burjuvazi kendini okyanus misali engin, her şeye kadir, fırtınalara gebe hissediyordu. O gemi fındık kabuğu gibi bir şeydi: Bir avuç askeri, bir avuç bürokratı, birazcık parası vardı. Ortaçağda burjuvalardan çok farklı bir insan sınıfı tarafından üretilmişti: Hayran olunası bir cesarete sahip soylular tarafından. Onlar olmasaydı, Avrupa ulusları da olmazdı. Gel gelelim, yüreklerindeki tüm erdemlere karşılık, soyluların akılları tamam değildi, hiçbir zaman da olmamıştır zaten. Öteki organlarına bağlı yaşıyorlardı. Zekâları pek sınırlıydı, duygusaldılar, içgüdüseldiler, seziseldiler; sözün kısası: “Akıldışıydılar”. Bu yüzdendir ki hiçbir teknik geliştiremediler, çünkü bu, işleri akla vurmaya zorlar. Barutu icat etmediler. Ondan rahatsız oldular. Yeni silahlar icat edecek yetenekten yoksun olduklarından burjuvalara meydanı boş bıraktılar –o silahları Doğu’dan ya da başka bir yerden alarak– barutu kullansınlar diye; onlar da böylece soylu savaşçıyı, aptal gibi demir zırhlara bürünmüş, cenk sırasında yerinden kımıldayamayan “şövalye”yi yendiler: Öteden beri savaşın sırrının savunma araçlarından çok, saldırı araçlarında olduğunu akıl edememişti ki (o sırrı Napolyon yeniden keşfedecekti).

Devlet bir teknik iş –kamu düzeni ve yönetim tekniği– olduğundan, “eski rejim” XVIII. yüzyıl sonlarına ulaştığında, geniş ve kargaşalı bir toplumun darbelerini dört bir yanından yiyerek hayli zayıflamıştı. Devlet gücüyle toplum gücü arasındaki orantısızlık o dönemde öylesine büyüktü ki, durumu Charlemagne zamanındakiyle karşılaştırınca XVIII. yüzyıldaki devlet bir yozlaşma örneği olarak görünüyor. Karolenj devletinin gücü XVI. Louis’ninkine kıyasla elbette ki çok daha daha azdı, ama buna karşılık onu çevreleyen toplumun gücü sıfırdı. Toplumsal güçle kamu gücü arasındaki muazzam düzey farkı devrimi, devrimleri olanaklı kılmıştır — ta 1848’e değin.

Kendine devrim havası veren her şey artık bir hükümet darbesinden ibaret

Ama devrimle birlikte kamu gücüne burjuvazi sahip çıktı ve kendi inkâr kabul etmez erdemlerini devlete uyguladı, böylece bir kuşağı biraz aşan bir sürede gücü her şeye yeten bir devlet yarattı, o da devrimlerin hesabını dürdü. 1848’den sonra, yani burjuva hükümetlerinin ikinci kuşağı işbaşına geldikten sonra Avrupa’da gerçek devrim kalmadı. Elbette ki devrim yapmak için neden kalmadığından değil, olanak kalmadığındandı bu. Devrimlere sonsuza değin elveda! Artık Avrupa’da yalnız bunun tersine yer vardı: Hükümet darbesine. Ve ondan sonra kendine devrim havaları veren her şey maskeli bir hükümet darbesinden başka hiçbir şey olmadı.

Zamanımızda ise devlet mucizevi biçimde işleyen dört dörtlük bir düzenek, araçlarının niceliği ve kesinliği bakımından harika bir yeterlikte. Toplumun orta yerine lök gibi oturmuş, bir zembereğine dokundunuz mu muazzam manivelaları harekete geçtiği gibi, toplumsal bedenin herhangi bir parçasına yıldırım hızıyla yetişiyor.

Çağdaş devlet uygarlığın en görünürdeki, en bilinen ürünüdür. Ve kitle insanının onun karşısında benimsediği tavrın üzerinde durup düşünmek aydınlatıcı olur. Kitle insanı devleti görür, ona hayrandır, onun orada olduğunu, yaşamını güvence altında tuttuğunu bilir; gel gelelim onun birtakım insanlar tarafından icat edilmiş, dün insanlarda var olmuş olan bazı erdemler ve ilkeler tarafından ayakta tutulan bir yapıt olduğunun, yarın buharlaşıp uçabileceğinin bilincinden yoksundur. Öte yandan, kitle insanı devlette adsız bir güç görür ve kendi kendini de adsız –halk– olarak gördüğünden, devleti kendi malı sayar. Herhangi bir ülkenin kamusal yaşamında herhangi bir zorluk, bir çatışma ya da sorun çıktığını düşününüz: Kitle insanı onu derhal doğrudan doğruya devletin üstlenip, karşı durulmaz devasa araçlarıyla çözümlemesini bekler.

Uygarlığı tehdit altında tutan en büyük tehlike, yaşamın devletleştirilmesidir.

Günümüzde uygarlığı tehdit altında tutan en büyük tehlike budur işte: Yaşamın devletleştirilmesi, devletin her şeye burnunu sokması, toplumun içinden geldiği gibi yapacağı türlü işi devletin yutması; yani sonuçta insanların yazgısını ayakta tutan, besleyen, ileri doğru iten tarihsel doğaçlamanın yok olması. Kitle bir üzüntü ya da yalnızca herhangi bir güçlü istek duyduğunda, her zaman ve güvenli bir olanağa el atma eğilimine düşer: Her şeyi sadece bir düğmeye basıp –çabasız, uğraşsız tarafından, kuşku duymaksızın, tehlikeye atılmaksızın– o müthiş düzeneği işleterek elde etmek. “Devlet benim” der kitle, ki düpedüz yanlıştır bu. Devlete ancak şu anlamda kitle denebilir: İki adama hiçbirisinin adı Juan olmadığı için aynıdırlar denebildiği anlamda. Çağdaş devletle kitlenin tek ortak yanı adsız olmalarıdır. Ama şu da var ki kitle insanı gerçekte kendisini devlet sanıyor ve devleti kendi rahatını kaçıracak her türlü yaratıcı azınlığı ezmek üzere kullanmaya olan eğilimi giderek artmada — rahatsızlık hangi bağlamda olursa olsun: Politikada, düşüncelerde, endüstride.

Bu eğilimin sonucu çok kötü olacaktır. Toplumun doğaçlama davranışları, devletin duruma el koymasıyla defalarca bastırılacaktır; hiçbir yeni tohum filizlenemeyecektir. Toplum devlet için, insan hükümetin düzeneği için yaşamak zorunda kalacaktır. Ve devlet, eninde sonunda varlığı ve bakımı çevresinde onu besleyen yaşamsallığa bağlı bulunduğundan, toplumun iliğini emip kuruttuktan sonra, sıskası çıkıp iskelete dönecek, makineler misali paslanarak ölecektir, kadavra imgesini canlı organizmanınkinden çok daha fazla akla getiren bir ölümle.

Eski uygarlığın yürek sızlatan yazgısı böyle olmuştu. Hiç kuşkusuz, Julius ve Claudius gibi imparatorların yarattıkları imparatorluk devleti hayranlık uyandıran bir makineydi, düzenek olarak patrici ailelerinin eski cumhuriyet devletinden katbekat üstündü. Ama ne garip bir rastlantıdır ki, gelişiminin doruğuna eriştiğinde toplumsal beden çökmeye başladı. Daha Antoninus’lar döneminde (II. yüzyıl), devlet boğucu bir hâkimiyetle toplumun üzerine abanmıştı. Toplum köleleştirilmeye başlanmıştı, artık devlet hizmetinin dışında bir yaşamı kalmamıştı. Yaşamın bütünü bürokrasiye bağlanmıştı. O zaman ne olmuştu? Yaşamın bürokrasiye bağlanması bütünüyle cılızlaşmasına yol açmıştı — ama her düzlemde mi, her düzlemde. Servetler küçülmüştü, kadınların doğurganlığı azalmıştı. O zaman devlet kendi gereksinimlerini karşılayabilmek amacıyla insan yaşantısını bürokrasiye daha daha sıkı bağlamanın yolunu tuttu. İkinci aşamadaki bu bürokratlaştırma toplumun askerleştirilmesi oldu. Devletin en büyük gereksinimi savaş düzeneğiydi, ordusuydu. Afrika kökenli Severus sülalesinden gelen imparatorlar dünyayı askerleştirdiler. Fakat beyhude bir uğraş oldu bu! Sefalet arttıkça arttı, rahimlerin verimliliği düştükçe düştü. Askere alınacak kimse bile bulunamaz oldu. Severus’lardan sonra orduyu artık yabancılardan toplamak gerekiyordu.

Devletçilik denilen çelişkili ve trajik sürecin ne mene bir şey olduğu görülüyor, değil mi? Toplum, kendisi daha iyi yaşamak amacıyla bir araç olarak devleti yaratıyor. Ardından devlet onun üzerine abanıyor ve topluma artık devlet için yaşamak düşüyor. Ama sonuçta devlet henüz o toplumun insanlarından oluşmakta. Ne var ki çok geçmeden devleti ayakta tutmak için onlar yeterli olmuyor ve yabancıları çağırmak gerekiyor: İlkin Dalmatları, ardından Cermenleri. Ve yabancılar devleti ele geçiriyorlar, toplumdan, ilk baştaki halktan artakalanlar onlara, yani kendileriyle hiçbir ilişkisi olmayan halklara köle olarak yaşamak zorunda kalıyorlar.58 Devletin her şeye burnunu sokması bu sonucu verir işte: Halk devlet denilen ve aslında bir düzenekten, bir makineden ibaret olan şeyi besleyen ete, una dönüşür. İskelet onu sarmalayan eti kemirir. İnşaat iskelesi evin sahibi, sakini olur çıkar.

Mussolini devleti eline ayağına sahip olamadan kullanmakla yetiniyor

İnsan bunları bildikten sonra, Mussolini’nin ibretlik bir çenebazlıkla bugün İtalya’da yapılmış mucizevi bir keşifmişçesine şu formülü vazettiğini işitmek üzücü oluyor: “Her şey devlet içindir; devletin dışında bir şey olamaz; devlete karşı bir şey olamaz.” Faşizmin tipik bir kitle insanı hareketi olduğunu keşfetmek için yeterli bu. Mussolini hayran olunası biçimde yapılandırılmış bir devletle karşılaşmıştı –kendi tarafından değil, tam da onun karşı çıktığı güçler ve fikirler tarafından, liberal demokrasi tarafından yapılandırılmış–. Mussolini o devleti eline ayağına sahip olamadan kullanmakla yetiniyor; ben şimdi eyleminin ayrıntılarını yargılamaya girişmeyeyim ama, bugüne değin siyasal ve yönetimsel işlev bakımından ulaştığı sonuçların liberal devletin başardıklarıyla kıyaslanamayacağı tartışma götürmez. Şayet herhangi bir sonuç elde etmişse de, öylesine ufacık, belli belirsiz ve yüzeysel ki, o makineyi gücünün son haddinde çalıştırmasına fırsat veren olağandışı güçleri kendi elinde toplamasını hiç dengelemez.

Devletçilik, kural düzeyine yükseltilmiş şiddetle doğrudan eylemin aldığı en üst biçim. Kitleler, adsız makine devleti araç gibi kullanarak bildiklerini okumaktalar.

Avrupa uluslarının önünde iç yaşamlarında büyük zorluklarla, ekonomik, hukuksal ve kamu düzeni açısından sorunlarla dolu bir dönem var. Kitlelerin hâkimiyeti altında devletin bireyin, grubun özgürlüğünü ezerek, geleceği hepten tüketmesinden korkmayalım da ne yapalım?

Güvenlik kuvvetleri kendi yararlarına işleyen düzeni dayatacaktır

Bu mekanizmanın somut bir örneğini son otuz yılın en kaygılandırıcı olgularından birinde buluyoruz: Tüm ülkelerde polis güçlerinin pek büyük ölçüde artmış olmasında. Toplumsal büyüme kaçınılmaz biçimde o noktaya getirdi. Ne kadar alışılmış bir şey olursa olsun, günümüzde bir büyük kent halkının sokaklarda rahat yürümek ve işinin başına gitmek için, çaresiz, bir polisin trafiği yönetmesine gereksinim duyması, bu durumun ruhumuza dehşet verici bir çelişki gibi gelmesini engellememeli. Ama düzeni sağlamak üzere oluşturulmuş bulunan o “güvenlik kuvvetleri”nin hep onların istedikleri şeyi dayatacaklarını düşünmek “düzen insanları”nın safdilliğidir. Eninde sonunda, dayatacakları düzeni kendilerinin belirleyip kararlaştırmaları kaçınılmazdır — o da elbette ki kendi yararlarına işleyen düzen olacaktır.

Hazır konuya değinmişken, bir kamu gereksiniminin karşısında farklı toplumların gösterebilecekleri farklı tepkilere dikkat çekmekte yarar var. 1810 yılına doğru, yeni endüstri geleneksel tiplerden daha çok suça yatkın bir insan türü –endüstri işçisi– yaratmaya başlayınca, Fransa alelacele kalabalık bir polis örgütü kurar. 1810’a doğru aynı nedenle İngiltere’de suç oranında artış görülür, o zaman İngilizler fark ederler ki polis örgütleri yoktur. Muhafazakârlar iktidardadır. Ne yapacaklardır? Polis örgütü mü kuracaklardır? Hiç de değil. Suça dayanabildikleri kadar dayanmayı yeğlerler. “Halk kargaşaya yer bırakmaya razı olur, özgürlüğün bedeli sayar onu.” John William Ward şöyle yazar: “Paris’te dehşetli bir polis örgütü var, ama yararları pahalı ödeniyor. Polisin evimi ziyaret etmesindense, gözetlenmektense, Fouché’nin tüm düzeneklerindense, her üç-dört yılda Ratcliffe Road’da yarım düzine kişinin boğazlandığını görmeyi yeğlerim.” Bunlar iki farklı devlet kavramı. İngiliz insanı devletin sınırlı olmasını istiyor.

--

--