Kadınların Çok Gizli İyi ki Varsın Silahı

Deniz
Hikaye Arşivi
Published in
12 min readJun 13, 2019

Aramızda kalacağını umarak sizlere ilginç bir hikayemi anlatmak istiyorum güzel ablalarım. Baştan söyleyeyim; ‘Eskiden bir kız seni çok üzmüş de, sen düzgün bir adam olsan çevrende düzgün kızlar olurdu da…’ temalı sığ söylemlerinizi kendinize saklayın. Buna en son değineceğim zaten.

Fi tarihinde, Nefise isminde bir kıza aşık olmak üzereydim ki olmadım(!) Nefise ile tanışmamız, bir iş nedeniyle yurt dışına, Yunanistan’a gitmek durumunda kalmamla gerçekleşti. Öncelikle vize için karşı taraftaki şirketle yazışmalar yapıldı, konsoloslukla görüşüldü, biletler alındı. Kalacak yerler ayarlanarak iş programının detayları belli oldu. Vizemi aldım ve yolculuk günü geldi.

Yurt dışına çıkış için gümrük kapısının önüne geldiğimde uzun bir kuyrukla karşılaştım. Mecburen girdim sıraya. Sıra beklerken önümdeki ablayla aynı uçağa bineceğimizi fark ettik. Uçağı kaçırır mıyız acaba gibi endişelerimizden konuşurken tanışmış olduk. Dakikalar geçmek bilmiyor, pasaport kontrol kuyruğu çok yavaş ilerliyordu. Biz de bu sırada baya sohbet ettik. Haliyle işlerimizi, mesleğimizi konuştuk, hafif flört ediyoruz ama mesafeyi de kesinlikle aşmıyoruz. Abla da baya güzel zaten . Kocaman iri ela gözler, kiraz gibi dudaklar, bembeyaz bir ten, ısırmalık narin bir boyun…Yeme de yanında yat ablası. Fiziken beğendim tabi ama çok ürkek, çekingen, buluttan nem kapan abla karakteri de bana göre değil ki zaten yerimde başka bir adam olsa, iki dakika sonra telefonunu ister, görüşelim, buluşalım, yemek yiyelim diye ablaya yürür ancak bende öyle bir şey yok. Neden? Çünkü ben bilge bir kadın düşmanıyım ve diğer Deniz’in mutluluğu için hiçbir kadının iğrenç kibirine kuruş prim vermem. Sizin pis egonuzu, pis şımarıklıklarınızı çekmem için bana 100 milyon dolar vermeniz lazım. Bedavaya yapmam yani o işi ablalarım.

Pasaport konrol sırası Nefise’ye geldi ve kontrolden geçti. Bana da ‘hadi uçakta görüşürüz, ben uçağa yetişmeye koşacağım’ der gibi işaret yapıp gitti. Ben geçtim pasaport kontrolüne. Pasaport polisi bana baktı, adıma baktı, pasaporta baktı, bilgisayarından kontrolünü yaptı: “Vergi borcun var, böyle gümrükten geçemezsin sen, hadi geçmiş olsun.” deyip biletimi, pasaportumu elime verip (hem gerçek hem mecaz anlamda) geri gönderdi beni. Meğer rahmetli dedemden kalma ağır vergi borçları varmış, miras yoluyla bana intikal etmiş ama haberim yok. Dedemin öldüğü 19 yaşımla bu olayın yaşandığı yaşım arasındaki yüksek enflasyon ortamında, vergi borcunun ana parası komik bir düzeye düştüğü ve ölen kişinin vergi borcuna faiz ve ceza yüklemesi yapılamadığı için, borç o yıllarda büyük bir miktar olsa da yıllar sonra çerez parasına dönüşmüş. Vergi borcunu o gün bankadan çekip hemen ödedim ama uçağa da binemedim haliyle. Akşam saatlerinde başka bir uçakla gitmem için şirket yeni bilet göndermek istese de bu saatten sonra yapacağınız işi severim diyerek gitmedim Yunanistan’a. Gerçi oraya Çeşme taraflarından denize atlayıp yüzerek de gidilir. Uçağa, feribota falan gerek yok ama konumuz bu değil.

Dedem öldükten yıllar sonra bile hala karşıma borç çıktığını görmek, hayatımın her anında böyle olumsuz sürprizlerle karşılaşmak eski travmalarımı ziyadesiyle kaşımıştı. Biliyorsunuz, millet çocuğuna, oğluna, torunlarına servetler bırakır, altına araba çeker, üstüne ev koyar, oğlum al sana sermaye der, en fakir aileler bile çocuğunun bir açığına, bir zorluğuna destek çıkar ama benim bütün ömrüm hayatla tek başına savaşarak geçmiş, ailemin bana en ufak desteği olmamış. Ulan ne bitmez çileymiş diye gaza geldim. Zaten tüm bu sorunlardan fırsat bulup 30 yaş bunalımı da yaşayamamışım. Bunalıma girmeye hakkım yok çünkü. En nihayetinde bu pasaport olayında patladım ve hiç zaman kaybetmeden atladım külüstür pick-up’ıma. Ege’de, sık sık kaçıp gizlendiğim balıkçı kasabasına gittim. Babası dolar milyoneri olan çocukluk arkadaşım Abdi’nin artık kullanmadığı, Muğla’daki zeytin bahçeleri içindeki köy evine yerleştim. Öfkeyle yükselmiş ruhumu biraz söndürmem, soğutmam ve kendime gelmem lazım. Kasabada iki hafta kadar vakit geçirmişken keyfim yerine geldi. Sabahları balıkçı kayıklarını alıp spor olsun diye kıyıdan kıyıdan bir saat yüksek hızlı kürek çekiyorum, terlemiş kaslı kollarım sabah güneşi altında bronz bir Roma heykeli gibi parlıyor, üçgen formlu atletik seksi bedenim, çevre tepelerde çıktığım uzun yürüyüşlerde yeniden doğuyor, doğanın içinde savaşçı ruhum yaralarını sarıp yeniden savaşa girmeye hazır hale geliyordu. Biliyorum ki ablalarım şimdi benim bu cinsel dürtüleri ortaya çıkaran bedenime sahip olmak için hayallere daldınız. Belki de kendinizi parmaklıyorsunuz ama boşuna heveslenip o modlara hiç girmeyin derim. Ben size bakmam.

Bu atmosferde biraz olsun rahatladım. Hatta bir daha İstanbul’a dönmeyi düşünmüyorum. Kendi kendime diyorum ki, yaşarım burada lan. Erken emekli kıvamında yaşarım. İstanbul’dan, İzmir’den ve çevre şehirlerden getirteceğim dilberlerle yalan aşklara da doyarım, huzura da doyarım. Oturduğum yerden işimi yapıp paramı alıyorum çünkü, internet olduğu sürece sorun yok. Mimarlıktan çok kazandığım yok ama büyük paralara da gerek yok diyorum. Büyük para aynı zamanda büyük savaşları da beraberinde getiriyor. Ben burada doğanın içinde, lezzetli balıkların, kuzuların, ege otlarının, köy terayağının, köy yumurtasının içinde yaşar giderim. Güzel köylük yer kızlarıyla maceradan maceraya atılırım diye düşlerken telefonuma gelen mail ile hayallerime ara verdim. Mailin konu başlığında şu cümleyi görünce, kimden geldiğini anladım: “Merhaba, neden uçağa gelmediniz?”

Bizim Nefise adımdan yola çıkarak internette yaptığı araştırmada e-mail adresime ulaşmayı başarmış. Geri cevap yazdım, durumu anlattım, kendisinin yolculuğunun iyi geçip geçmediğini sordum. Böyle küçük, tatlı, kibarca, arkası yarın şeklinde devam eden bir diyalog başladı aramızda. 10 gün kadar sonra İstanbul’a döneceğini, döndüğünde benimle görüşüp karşılıklı oturup sohbet etmek istediğini yazdı. Yani; kız beni istiyor ama önce sosyal bir ortamda oturup son bir değerlendirme yapacak. Son kararını vermeden önce sosyal ortamda, bi kafede, restoranda beni bi sınava sokacak, tartacak, bakacak, hareketlerime, konuşmama, görgüme, kılığıma kıyafetime bakacak, beğenirse de akşam mail/mesaj atacak, “Çok güzel bir gündü, çok keyif aldım, sizinle vakit geçirmek çok güzel, çok teşekkür ederim, iyi ki varsınız!” yazacak.

Zaten şimdi siz sevgili ablalarım bu cümleyi okuyunca yüreğiniz heyecandan kıpır kıpır atmaya başlamıştır. O ‘iyi ki varsınız’ ifadesi; gel peşimden koş, bana çıkma teklifi et, bana evlenme teklifi et, bana sürpriz evlilik teklifi organizasyonları yap, benim için çabala, benim için kendini yırt, benim sana evet demem için kendini parala, bana yüzükler al, bana mücevherler al, beni şımart, bana çok müthiş bir düğün yap, beni prenses yap, benim için öl, geber, bana it gibi aşık ol demek olduğunu bilmeyen yoktur değil mi? Şimdi, bir erkeğin sizin o gizli ‘iyi ki varsın’ silahınızın farkında olması, bu çok gizli bilgiye sahip olması, hepinizi korkuttu değil mi? Maalesef, aslında çoğu erkek bunu biliyor da, bu yalanlara inanmayı tercih edecek kadar keriz bir karaktere sahip olduğu için sizin istediğiniz yola girmeyi farkında olmadan kabul ediyor, kimisi sizi çok arzuluyor, istiyor, sizin istediklerinizi yapmadan kadınlığınıza giremeyeceğini, sizinle evlenemeyeceğini, size çocuklarını doğurtamayacağını bildiğinden size kerizi oynuyor, aptalı oynuyor, her istediğinizi yapıyor. Kimisi de işte benim gibi size götüyle gülüyor, size değer vermiyor. Benim gibi adamlara istediklerinizi yaptıramayınca, sinir krizleri geçirip kendinizi yırtıyorsunuz. İlgisizlikten kuduruyor kancık genlerinizin size verdiği yetkiyle münasebet sınırlarını zorlayan hareketlerde bulunuyorsunuz.

Neyse ablalarım, olaya dönelim.

Nefise’ye, İstanbul’da olmadığımı ve balıkçı kasabası durumunu anlatınca atladı hemen. “Ay ben hemen oraya geliyorum, şu anda çok heyecanlandım, siz benim hayalimi yaşıyorsunuz!” Yani Türkçe’si; kız benim Ege’de bir villam olduğunu, lüks ve şatafat içinde yaşadığımı, çok zengin bir adam olduğumu düşünüyor ve gelip görmek istiyor. Geldikten ve gördükten sonra da durumu tartacak ve kendisine koca olup olmayacağıma karar verecek. Eğer şartlarımı, yaşantımı, cebimdeki parayı beğenirse, İstanbul’a döndükten sonra bana bir mesaj atacak ve “Çok güzel bir hafta sonu geçirdim, çok mutluyum, adeta ruhum dinlendi, bana o kadar iyi geldiniz ki, iyi ki varsınız!” diyecek. Peki ablalarım size bu cümlenin karşılığı olarak biri; “iyi ki var olduğumu ispatla!” dese acaba ne yapacaksınız? Ezbere hareket etmekten, var oluşunu başkalarının onayına muhtaç olan karakterinize böyle sorular sorduğum için bana kızmayın ama gerçekten çok komiksiniz. Çevrenizdeki herkesi basit bir ‘iyi ki varsın’ lafıyla kandırabileceğinize inanacak kadar salak olabilir misiniz? Evet öylesiniz. Bari her erkeği, farklı bir senaryo ile ağınıza düşürmeye çalışın. Biz de diyelim ki, abla bizim için oturmuş çalışmış, orijinal bir çakallık planlamış, bizim için emek harcamış, bizi gerçekten elde etmek, bizi gerçekten sömürmek, bizim gerçekten ebemizi s.kmek istiyor diyelim. Biraz onurlanalım, kendimizi biraz özel hissedelim. Nerdeee…

Nefise atladı arabaya geldi. Yakında da bir otel tutmuş, doğrudan adamın evine gelmiyor yani. Biz bununla yedik içtik, içinde balık tenyası olmadığını umarak, balıkçıların açıklardan tutup getirdiği balıklarla ziyafetler çektik, içtik, sahilde yüryüşler yaptık, batan güneşe karşı sahilde oturduk, uzun uzun sohbetler ettik. Nefise güneş battıktan sonra ufak ufak dudaklarıma yürümeye başladı. Islanmış dudakları alt dudağımı yakalayınca, çekiştire çekiştire öpmeye başladı beni. Birbirimize nazikçe davranmaya özen gösteriyorduk ama tabi bütün gün boyunca o güzel kadının benimle flört etmesi diğer Deniz’in dayanma sınırlarını zorlamıştı. Nefise sonunda kulağıma, “Hadi sana gidelim, bu gece seni arzuluyorum.” dedi ve biz de o güzel geceyi nihayet sabaha kadar yaşadık. Ablamız sabaha kadar şehvet denizinin dev dalgaları arasında sağa sola savrula savrula dengesini kaybetti, aklı başından uçtu, kendini kaybedip tekrar buldu, bulup tekrar kaybetti. Çığlıklar içinde kalıp rahatladıktan sonra defalarca göğsümün üzerinde uyuya kaldı, uyandıktan sonra kendinden geçip çığlıklar atarak tekrar uyudu.

Sabah olduğunda Nefise’nin saçları darmadağın olmuş, fön mön kalmamış, ağzı, burnu, makyajı yaşadığı korkunç şey yüzünden sağa sola kaymıştı. Yaşadığı korkunç şeyin şokunu atlatmaya çalışırken duşunu aldı, kendine geldi ve sabah kahvaltısı için bahçeye çıktık. Gece evi karanlıkta tam seçememişti ama gün ışığında villa sandığı o bakımlı evin aslında balıkçı kasabasının yüksek bir konumunda, çevre evlerden biraz daha uzağa kurulu basit, bahçeli bir ev olduğunu fark etti. Üstelik evin kiralık olduğunu da söyleyince, hayalleri iyice yıkıldı ama öte yandan önceki gece başına gelen inanılmaz korkunç şeyin etkisinden bir türlü çıkamadı. Bahçede, güneşin öğle saatlerine doğru yükseldiği o küçük kahvaltımız sırasında kızcağızın tüm değer yargıları, tüm inanç sitemi, zengin bir adamı kafalayıp prenses olduğunda yaşayacağı müthiş haza dair ezberleri ve elbette gece yaşadığı inanılmaz doyum… Hepsi birbirine girdi. Gözlerinden zihninde ve ruhunda başlayan büyük savaşı okuyabiliyordum. Kızın kezban yanı, ‘Ay bu adam beklediğim gibi zengin değilmiş, beni prenses yapamaz bu, bırak git!’ derken içindeki gerçek kadın da, ‘Oha bu nasıl adam, ben bununla bir ömür aşk ve mutluluk bulurum!’ diye ağlıyor. Ne yapacağını şaşırmış durumda karşımda oturmuş, Ege havyarı ve tereyağı sürdüğüm, krem peynirli, domatesli ve turşulu küçük ekmek dilimlerinin lezzeti ve bergomat aromalı çayın kokusuyla, kasabayı kaplamış taze sabah toprağı kokusu içinde ne yapması gerektiğine karar vermeye çalışıyor. Sizi çok kıvrandırmadan merakınızı gidereyim kızlar. Tabi ki, kadınsı arzuları daha ağır bastı ve abla, düzenli olarak yanıma gelmeye başladı. Hatta her hafta sonu kollarıma koşuyordu. Ablayı almak için Bodrum-Milas Havaalanı’na gidip gelirken külüstür pick-up’ımla yaktığım mazota acır halde olsam da buna değer diye düşündüm. Kendini bana bıraktı, içindeki kezbanı dizginledi, zengin koca bulup prenses olma hayallerini erteledi ve manyak sevişmelerin, romantik sahil yürüyüşlerinin, unutulmaz sabah kahvaltılarının tadını çıkarmaya başladı.

Bu sırada, hafta içinde bana yazdığı mektupları da etkileyici aşk mektuplarına dönüştürmeye başladı. Bir kezbandan asla beklemeyeceğiniz etkileyici, güzel, duygusal, iç döken, itiraflarla süslenmiş, aşk arayan, mutluluk arayan bir kadının bunca yıldır bastırılmış duyguları ortaya çıkmaya başladı. Pratik olarak abla aslında çok iyi eğitimli, zeki, iki yabancı dil bilen, istese kendini kezban kimliğinden kolayca kurtabilecek farkındalığa da kolayca erişebilecek bir ablamızdı ama işte biliyorsunuz, kadınların içinde yaşadığı ekosistem, onları kezban olmaya zorluyor. Bu abla da o etkilerden kendini koruyamamış. Aşkı, sevdiği adamla arasındaki mahrem bir mutluluk olarak görmek yerine kız arkadaşlarıyla paylaşıp kritik yaptığı bir futbol maçı gibi yaşamış. Haliyle, kız arkadaşları buna ‘Sana kaç paralık yüzük aldı?’ sorusunu sorduğunda utanmayacağı, yenik hissetmeyeceği bir cevap verebilmek, aşktan daha önemli olmuş. Giyeceği gelinlik, yapacağı düğün, kocasının kariyeri, parası, evi, ona aldığı mücevherler… Bunlar kızın aşk algısında her şeyden önce geliyor. Çünkü çevresi ona aşkın böyle yaşanması gerektiğini ezberletmiş.

Bu arada ‘kezban’ genellikle yanlış bilinen, doğru kullanılmayan bir terim olduğu için en basit ve doğru tanımı yapmak istiyorum. Kezban: eğitimine, zekasına, ruhuna, farkındalığına, kişisel gelişimine yatırım yapmak yerine kendini ezberlere, klişelere, mahalle baskısına teslim ederek ortalamaların insanı olmayı kabullenmiş, gösteriş düşkünü, ilgi budalası, instagram bağımlısı cahil kadınlar için kullanılan bir kavramdır. Kezbanlığın aktif/pasif cinsel hayatla, kadınların partnerlerini seçme özgürlüğüyle ilgisi yoktur. Kezbanlık ise öğrenmeden, araştırmadan, bilgiye erişmeyi gereksiz görerek, tembelce, cahilce ve ezbercilikle hareket etmek anlamına gelir. Çevremizde bu kavramları yanlış kullananları uyaralım, bilgilendirelim. Toplumumuzu da kezbanlara teslim etmeyelim diyerek olaya geri dönelim.

Şimdi bu Nefise abla mutlu olmak için ya sevdiği adamla bir arada olmayı tercih edip içinde büyüdüğü kezban ekosistemindeki sosyal hayatından, arkadaşlarından, çevresinden, hatta ailesinden dışlanacak ya da çevresinden aferin alarak, prenses olarak mutlu olmayı tercih edeceği sığ bir ilişki yaşamak üzere, ona mücevherler alacak bir kerizle evlenecek. İşte bu sorgulamalarla üç ay kadar mücadele ederek benimle her hafta sonu çılgınca sevişmelere koştu Nefise. Ama her defasında da uygun bir dille ‘sevgili’ olmadığımızın altını çizip içindeki o zengin adam isteyen kezbanın zengin bir adamla sevgili ve eş olma hayallerini canlı tutmayı başarı. İçindeki kezbanı terk edemedi ne yazık ki. Son geldiğinde biraz buruktu. İtiraf etmedi ama son kez geldiğini anlamıştım. Hatta o burukluk, sevdiği adamı aldatmış pişman kadınların burukluğudur, çok iyi tanırım. Bütün ömrüm beni terk etmeden önce o burukluğu yaşayan kızlara gülerek geçti. Muhtemelen, zengin bir oğlan bulmuştur, çok heyecanlanmıştır, onunla sevişmişlerdir ama ne o sevişmede mutlu olabilmiştir ne de seviştiği o zengin koca adayı beklediği kadar müthiş bir aşık çıkmıştır. Yani hayal kırıklığı yaşamıştır ama yine de içindeki ağır kezban ona zengin oğlanla evlenmek zorunda olduğunu söyler, abla da buna karşı çıkamaz ve buruk, üzgün, kurtarılmayı bekleyen diğer kadınla sizin yanınıza koşar. Yanınızda olduğu o son seferde size; ‘Beni kurtar, beni çek çıkar, bana el uzat’ der. ‘İçimdeki kezban bana tasmayı taktı, beni zincirledi, beni istemediğim bir adamla evlendirecek, beni köpek gibi o adama satacak. Kurtar beni’ diye yalvarır size. Kadınların yanınıza geldiği o son sevişme, aslında yardım çığlığıdır ve siz kezban ablalarım bunu çok iyi biliyorsunuz, değil mi? Ama işte sevdiğiniz adam da benim gibi bilge bir kadın düşmanıysa, sizin neden oraya geldiğinizi bilir, yardım çığlığınızı da duyar ama ‘su veren itfaiyenin hortumu’ söylemini aklına getirerek böyle bir durumu zerre umursamaz.

Nefise son olarak bir evlenme teklifi aldığını ve kabul ettiğini, daha fazla görüşemeyeceğimizi yazdığı bir mail gönderdi, cevap bile vermedim. Götümle gülerek küreğe çıksam da bir burukluk vardı içimde. Sevdiğiniz adamları, sizi kuluçka makinesine çevirmek amacıyla önünüze mücevherler döken adamlar için terk etmeye hevesli kancık genlerinizin size tasma takmasına izin vermez, içinizdeki güzel kadının sözünü dinleyerek bir yaşam sürerseniz, ‘İyi adamlar hep kapılmış!’ diye ağlamazsınız. Hayat bir savaş ama o savaşı mücevherlerle kazanamazsınız, aradığınız zafere ancak yürek ve zihin köprüleriyle birbirinize bağlandığınız bir hayat arkadaşıyla ulaşabilirsiniz. Ama o yürek, o zeka, o ruh siz de yok be kezban ablalarım. Gerçi güzel kadınlar da aramızda ama biliyorum ki onların sayısı çok az. Bu arada ‘Sen düzgün bir adam olsan çevrende düzgün kızlar olurdu, eskiden bir kız seni çok üzmüş.’ meselesine dönmek istiyorum. Cahil, beyinsiz, leş kadınların iğrenç gösteriş merakına, gelinlik, düğün tutkusuna, şizofreni belirtisi olan prenses sendromuna dair yorumlar, tespitler yapan birini gördünüz mü hemen aranızdan biri atlar; sanki bütün gün cahil anasıyla, embesil komşularıyla kısır günlerinde göt büyütürken dünyayı çözmüş, felsefe tarihini yalayıp yutmuş, varoluşçuluğun cevap bulunamayan sorularına cevap bulmuş da ömrünün geri kalanını benim gibilere şefkat göstererek geçirmeye karar vermiş gibi yapar: “Bence eskiden seni bir kız çok üzmüş.” Geri zekalı ablalarım benim. Ben de lisedeki bir orospu yüzünden böyleyim zaten.

Bu olaydan yıllar sonra bizim şirketin ortak olduğu Yunan firmasından iş teklifi aldım. Atina’da yapılacak bir stadyum projesi için önerilmişim. Teklifte yol, yemek ve barınma masrafları hariç kazanacağım parayı görünce şaşırdım. Çünkü işi oturduğum yerden değil de bizzat Atina’da yapacaktım. Düşünmeden kabul ettim teklifi. Neden mi düşünmedim? Aslında o an düşündüğüm tek şey Yunan dilberleriydi… Bunca yıllık hayatımda, kadınlarımızdan gördüğüm iğrenç muamele canıma tak etmişti. Bu ülkede yaşayıp sürekli keriz damat rolüne sokulmak için baskı görmekten, şımarık, bencil, paragöz, ruh hastası, istediklerini elde edemeyince pasif agresyonla sevgilisini hizaya sokmaya çalışan aciz mahluklardan gerçekten bıkmıştım. Yeter artık ablalarım, şu iki günlük dünyada biraz mutlu olalım, sevelim, sevilelim, aşkı yaşayalım diye sizin ömür boyu süren işkencenize, cahilliklerinize, katlanmak zorunda mıyım? Madem aklıyla, zekasıyla, yüreğiyle, ruhuyla, kültürel birikimiyle beni etkileyen bir kız çıkmıyor bu toplumdan, madem çoluk çocuğa karışıp, sevdiğim insanla hayat arkadaşı olamıyorum bari yatağımı paylaştığım kızlarda biraz zeka, eğitim, görgü, medeniyet olsun da şu dünyada biraz mutlu oldum diyebileyim. Sonuçta, binlerce yıllık medeniyetin, Pisagor’un, Sokrates’in, Platon’un, Aristoteles’in, Thales’in torunlarıyla sevişeceğim, boru mu? Bizim, davarları güttükten sonra ağaç dibine çömüp sıçan ve götünü taşa sildikten sonra ‘Rukiye suyu ısıt da sana bi sokem’ den öte bir vizyona erişememiş Süleyman Emmi’nin torunlarından hiçbir halt olmayacağını geç de olsa anladım. Bundan sonra ben Yunancıyım, kimse kusura bakmasın. Turizmdeki açığı benle değil, saraylarda düğün yapıp prenses olmaya hevesli şımarık kızlarla evlenen keriz beyaz yakalılardan çıkarın. Benim yaşanacak bir tane hayatım var, onu da kezbanların prenses sendromuna kurban etmeyeceğim. Unutmadan buradan Rum ablalara da selam ederim. Yunanistan’daki aradaşlarınızla tanışmak, kaynaşmak, sosyal ortamda flörtleşip cilveleşmek isterim. Muğla’daki ev de hala duruyor. İsterseniz haftasonları orada da kaçamak yapabiliriz. Bana ulaşın lütfen. Biliyorum, Türkiye’deki Rum cemiyetinin bireyleri olarak müslüman erkeklerle evlenmeniz yasak ama Yunanistan’daki kız arkadaşlarınız için böyle bir yasak yok. Gelin toplumlarımızın kardeşliğini pekiştirmek için ilk adımı atalım. Ben bu cahil kızlardan kurtulayım, siz de yaşadığınız ülkede yabancı konumunda kalmaktan kurtulun. Torunlarımız mutlu olsun. Geleceğimize ve torunlarımıza bu iyiliği yapalım. Hadi bir yerden başlayalım. Ne dersiniz?

Bu arada seni de unutmadım Nefise. Bir bakışın yeter, düşerim yollara, sarı sarı bileziği takarım kollarına. Dünyalar güzeli kezbanım [1] benim.

[1] Barış Manço-Kezban (1989)

Facebook | Twitter | Instagram | Slack | Kodcular | Editör | Sponsor

--

--

Deniz
Hikaye Arşivi

Chief Executive Producer | Authentic Experience Explorer | Interactive Experience Designer