Sürdürülebilirlikte Teknolojinin Payı

İrem Tutcu Işıklı
inValue
Published in
3 min readJul 1, 2019

Sürdürülebilirlik anlayışı, riskler konusunda basiretli davranarak tedbirler almayı, kaynakları en etkin biçimde kullanarak verimliliği arttırmayı ve bu yolla dünyaya ve topluma karşı olan sorumlulukları yerine getirmeyi amaçlıyor. Özellikle 2010’lara yaklaşırken dünyada popülerliği artmış ve iş dünyası tarafından göz ardı edilemez hale gelmiş olmasına karşın, hâlâ tam anlamıyla kavranabildiğini ve kabullenildiğini görmüyoruz. Şirketler tarafından sürdürülebilirlik çalışmaları “ekstra masraf” olarak görülebildiği gibi birçok insan tarafından da günümüzde sahip olduğumuz teknolojik birikime düşman olarak algılanabiliyor. Peki, bu düşünceler bir gerçeği mi yansıtıyor yoksa sadece yanlış bir algının ürünü mü?

1970’lerin başında ortaya çıkan “doğaya dönüş” akımı sonrasında birçok ekolojist, insanların doğaya etkisi ile ilgili çalışmalar yaptı ve belki de en ünlüsü Paul ve Anne Erhlich tarafından oluşturulan “Çevresel Etki Denklemi” oldu. Bu denkleme göre insanlığın doğada yarattığı tahribat popülasyon, zenginlik ve teknoloji ile doğru orantılıydı. 2000’ler öncesi teknolojisi doğadan çalan, kaynakları hunharca kullanırken çevreyi kirleten ve insan sağlığına büyük zararlar veren bir canavardı. Tüketim odaklıydı ve acımasızdı. Oysa 2000’li yıllara gelindiğinde bu durum yavaş yavaş değişmeye başladı. Yenilenebilir enerji kaynakları önem kazanmaya başladığında teknoloji de kendi dönüşümünü yaşamaya mecbur kaldı.

Photo by Alexandre Debiève on Unsplash

Günümüzde bir markadan beklenen çevresel sürdürülebilirlik politikaları da aslında bu dönüşüme dayanıyor. Dünyaca ünlü ticari karo halı üreticisi Interface’in CEO’su Ray Anderson bunu öngörmeyi başarmış ve markasına entegre etmiş bir isim. Kendisi, Erhlich denklemindeki teknolojiyi, doğa dostu yeni teknoloji anlayışı ile değiştirdi ve formülde paydaya taşıdı. Yani, doğru orantılı olduğuna inanılan teknoloji — çevresel etki ilişkisini tersine çevirerek üretimin her sürecinde teknolojik gelişmelerden yararlandı. Tüm bu uygulamalar sonunda Interface, pazar payını neredeyse %60’a çıkardı. Üstelik, petrole dayalı bir şirket olmasına karşın CO2 emisyonu, su kullanımı, petrol kaynaklı kirlilik gibi faktörlerde %50’den fazla bir azalış oranı yakaladı. Kısacası, Anderson revize ettiği denklemde teknolojiye pay vermezken sürdürülebilirlikte teknolojinin payının çok büyük olduğunu kanıtladı. Interface örneği, sürdürülebilirlik çalışmalarının bir şirketin verimliliğini arttırmasında ve büyümesinde pozitif bir rol oynadığını gözler önüne sermeyi başardı.

Son günlerde bilgiye erişim bu denli kolay oldukça tüketicinin daha bilinçli olması hiç de şaşırtıcı değil. Tüketicinin bilinçlendikçe çevresel ve sosyal uygulamalar konusunda beklentisinin artması ise şirketleri adaptasyona mecbur kılıyor, çünkü tüketici zarara uğramadan sorumlu üretim yapmanın mümkün olduğunu görüyor. Şirketlerin birçoğu adaptasyon sürecine performans avantajlarını kaybetmemek ve varlıklarını sürdürebilmek için bir zorunluluk olarak bakıyor. Oysa bu çalışmalarla topluma yararlı olurken kendilerine de yarar sağladıklarını unutmamalılar, çünkü sürdürülebilirlik çalışmaları temelde şirketlerin daha verimli çalışmasını sağlıyor. Interface örneğinde gördüğümüz bu durum, sürdürülebilir bir topluma katkıda bulunan şirketlerin ekstra masraf yerine tasarrufa odaklanabileceğini, teknolojiden vazgeçmek yerine doğru teknolojiyi kullanarak gelişebileceğini anlatıyor. Yatırımcı ve tüketicinin beklentisi açıkken seçim şirketlere kalıyor: Hangi denklemde teknolojiden paylarını alacaklar?

Öğrenerek, deneyerek yıkıcı inovasyon, inovasyon kültürü, sürdürülebilirlik ve dönüşüm uygulamaları geliştirebilmeniz için sizinle birlikte yol arkadaşlığı, çözüm ortaklığı yapan inValue’nun Linkedin sayfasını takip edin ve haftalık e-bültenimize abone olun.

--

--