Koronavirüs Zamanlarında Uçucu Konsantrasyon ve “Serbest” Çalışma Halleri

Lara Ozlen
İş Hayatında LGBTİ+
7 min readMay 7, 2020
Fotoğraf: Şener Yılmaz Aslan

Bu dosyanın belki de en uzun soluklu serbest çalışanı olmaya aday Leman’la Kurtuluş’ta karantina alışverişi yaparken karşılaşmamızın üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra buluşuyoruz. Aslında kendisi, eski adıyla “serbest meslek erbabı,” yeni, hip, şehirli ve disiplinlerarası adıyla “freelancer.” Çocuklarla fotoğraf atölyesi yaparken tanıştığım Leman’ı onun evinde, azami koronavirüs önlemi eşliğinde ziyaret ediyorum. Konuşmamız sık sık canı sıkılan kedisi Foça tarafından kesiliyor.

Bir süre karantinadan, sürecin nasıl geçtiğinden bahsediliyor kaçınılmaz olarak. Hep evden çalıştığını ama bu sıralar motivasyonunu toparlamakta zorlandığını söylüyor. “Uçucu bir konsantrasyon hali” diye tanımlıyor içinde bulunduğumuz durumu, “tam yakalayacakken uçup giden odaklanışlar…”

Leman 2000’den, yani İzmir’den İstanbul’a gelip İstanbul Üniversitesi’nde sanat tarihi okumaya başladığından beri görsel sanatlarla bağlantılı türlü alanlarda freelancer olarak çalışıyor, stop motion animasyon, kurgu, fotoğrafçılık, yönetmenlik yapıyor. Sanat tarihini bitirmeden Bilgi Üniversitesi’nde fotoğraf lisansı ve sinema yüksek lisansı yapmasının da tüm bu çeşitlilikte payı olabilir. Uzun süresini geçirdiği üniversitede benim de sinema okumuş olmamın getirdiği heyecanla biraz ortak konulara dalıyoruz. Hayat neredeyse normal seyrinde akıyormuş gibi oluyor bir süre: okuduğumuz okullardan, pişman olduğumuz bazı işlerden bahsedip gülüşüyoruz.

Sinema yüksek lisansı yaparken kendi tabiriyle “daha aktivist” işler yapmaya başlıyor. Kimliksiz dışarı çıkamama, yaşadığın ve taşıdığın kimlikler arasında çatışma olması meselelerine ve trans olma haline odaklanan Hükmü Yok filmini o zaman çekmeye ve SPoD’la ilişkilenmeye başlıyor.

Leman iş ortamlarında yaşadığı ayrımcılıktan ve seksizmden bahsederken na-trans bir kadın oluşunun uğradığı ayrımcılıkta LGBTİ+ komünitenin bir parçası oluşundan daha ön planda olduğunu söylüyor. Reklam, film ve dizi setleri ağır bedensel işlerin yapıldığı pek çok sektör gibi çoğunlukla na-trans erkeklerden oluşuyor. Böyle ortamlarda kadın ve yönetmen olmak, hem işi yürütmeye çalışıp hem de kendini ayrımcılıktan, tacizden ve psikolojik baskıdan koruyabilmek çok zor olabiliyor. Setlerde yaşadığı ayrımcılıkla uzun yıllar “insanlar üzerinde tahakküm kurmadan” mücadele etmeye çalışsa da bir noktadan sonra insanları değiştiremeyeceğini kabullenmiş ve sektörden uzaklaşmış: “Özellikle erkek görüntü yönetmenleri kadın bir yönetmenle çalışırken korkunçlar. Sürekli ‘sen bunu yeterince iyi yapamıyorsun, sen bu işi bilmiyorsun galiba…’ diyorlar. Benim iki üç deneyimimin hepsinde beni sette rezil etmeye çalışan, ‘yetkili o değil, benim’ hissini sete vermeye çalışan adamlar vardı.” Birbirinden saçma ve sinir bozucu anekdotlar birbirini izliyor bu noktadan sonra: “Hareketli bir kamera sistemi kurduk mesela, bir yerde takılıyor, suntalar gördüm. ‘Bir şunlarla deneyelim mi, ne dersin?’ dedim sette çalışan arkadaşa. ‘Yok denemeyelim’ dedi. ‘Peki’ deyip yere sürte sürte 80 kilo suntayı taşıyorum. Asla inanmıyor, ‘olmayacak’ diyor. ‘Deneyelim hızlıca bakalım’ diyorum ve oluyor. Bu olduktan sonra da bunun üzerine konuşulmuyor. Devam ediyoruz. Bundan sonra bir şey önerdiğimde yekten itiraz gelmez diye düşünüyorum. Ama her sorunda başa dönüyorsun. Artık ondan yorulmuştum, o mücadeleden.” Sürekli başa dönen, tekrarlanan bir Sisifos süreci gibi gerçekten bu sektörde kendini kanıtlamak, bir şeyler yapabileceğine insanları inandırmak. Reklamlarda yönetmelik yapan başka na-trans bir kadın arkadaşıyla konuştuğunda, arkadaşı ona “tabii ki yanlış yaptığını, sette bağırması gerektiğini” söylüyor.

Setlerde Mobbing, “Esnek” Çalışma Saatleri, Belirsiz Sınırlar

Fotoğraf: Şener Yılmaz Aslan

Öte yandan, tüm yorgunluğuna, sıkılmışlığına rağmen set maceralarından büyük bir heyecanla ve coşkuyla bahsediyor: “Senin idealin bir iş çıkarmak mesela, ‘günaydın dünya, çok güzel bi gün olacak’ diye uyanıyorsun. Sonra hemen arkasından ‘acaba bugün başıma neler gelecek?’ diye düşünüyorsun.” Bu gidiş gelişli, değişken ruh hali, setlerde çalıştığım dönemlerden bana da çok tanıdık geliyor. Koca bir kolektif emeğin sonunda bir filmin ortaya çıktığını görmek çok tatmin edici olabiliyor. Dolayısıyla aslında işin kendisini sevmeye devam ettiğin, ama çalışma koşullarından yorulduğun bir hale geliyorsun. Koşullar başka olsaydı devam eder miydi diye merak ediyorum: “Biraz düşünmeliyim bunu, daha önce etraflıca düşünmedim” deyip duraklıyor, gözü dalarak. “Ekip kurma lüksüm olsaydı, devam edebilirdim. Kadın yönetmenlerle ve ekiplerle çalışmaktan çok keyif almıştım mesela. Erkek dominasyonu pek olmuyor o setlerde ve herkesin rolü belli oluyor. Sorumluluklar konusunda herkes şeffaf oluyor ve insanlar birbirine destek oluyor. Ama bu, çalıştığım setlerin ellide dördünde olmuştur.”

Ofiste sürekli çalıştığı dönemler de olmuş. Bu dönemde de kendisinin ya da başkalarının karşılaşabileceği ayrımcılıklara karşı konuşurken bulmuş kendini. Böyle durumlarda da şaşırtıcı olmayan bir şekilde “gergin ve öfkeli feminist” oluvermiş: “İşe biri alınacağı zaman ‘kriterlerimi biliyorsunuz, kadın olmasın, reglleriyle uğraşamam’ diyebiliyorlar. Buna olay çıkardığında göze batıyorsun, kimse seninle muhabbet etmek, sosyalleşmek istemiyor. Onlar her şeyi söylemekte, yapmakta özgür ama ben buna karşı bir şey söylemekte özgür değilim.” Sesini yükselterek ve heyecanı artarak devam ediyor: “Yaptıkları şeylerin münferit olmadığını, sistematik olduğunu anlayamıyorlardı.” Ayrımcılık sadece fiziksel işlerde ve anlık olarak kendini göstermiyor tabii. Pek çok sektörde olduğu gibi film sektöründe de aynı işi yapan kadınlar ve erkekler arasında ciddi bir maaş farkı oluyor: “Aynı alanda aynı işi yapan bir erkek yönetmenle aynı kaşeyi istediğinde seninle pazarlık yapıyorlar. Biliyorum aynı işi yapıp benim yarısı kadar para aldığımı…” diyerek anlatıyor Leman durumu. Bu maaş farkı da, ayrımcılığın, ciddiye alınmamanın üzerine bu sektörde çalışmaya devam etmemek için haklı bir sebep daha ekliyor.

Freelancer olmanın zemininin kayganlığı iş tanımının, süresinin, ortamının değişkenliğinden kaynaklanmıyor sadece. Mobbingin ve emek hırsızlığının da kol gezdiği durumlarla çok sık karşılaşılıyor. Leman, bazı ajansların, çalışma ortamlarının “aile gibi” oluşunun ne kadar tehlikeli oluşundan bahsediyor: “Yeteneklerini keşfettikçe seni daha çok sömürebilecekleri bir ortam aslında orası, onu biliyosun. ‘Şunu da yapıversen’ diye uzuyor gidiyor liste.” Elinden çeşitli işler geliyorsa, eğer sınır koymazsan, bütün işleri kendi sırtında taşımaya başlayabiliyorsun.

Ayrımcılıkla kol kola gelen bir başka ağır meseleye dalıyoruz sonra: mobbing… Bir şeylerin adını tam koyamadığı, iş ve arkadaşlık sınırlarının sürekli bulanıklaşıp inceldiği tuhaf hallerden bahsediyor. Çekim sonrasında ertesi günün hazırlığını yapmak için yönetmenin evine gitmenin “normal” karşılandığı bu sektörde tacizin ve mobbingin sınırları da net olamayabiliyor. Aynı şeyler bir ofiste, çalışma saatleri içinde, “normal” koşullarda gerçekleşmiş olsa daha adını net olarak koyabilirdi belki.

Freelancer oluşunun doğası gereği sivil toplum, okutmanlık gibi pek çok başka iş de yapmış. Setlerden uzaklaşırken, ufak ufak ders vermeye, sivil toplum kuruluşlarının videolarına jenerik, kurgu altyazı gibi şeyler de yapmış. Reklamdan daha az kazandığından ama çok daha huzurlu çalıştığından bahsediyor: “Bugünün parasını verdik, ölsen de yapacaksın bunu gibi bir noktaya getirmiyorlar işi. Bu tavır, yaptığın işi de daha fazla sahiplenmene sebep oluyor. Seninle nasıl iletişim ve ortalıklık kuracaklarını biliyorlar.” Şimdilerde de böyle işler yapıyor ve halinden nispeten daha mutlu olduğu belli. Koronavirüs gündemi ve odaklanma zorlukları geçse, bu gerilim de ortadan kalksa çok daha hafif hissedeceği kesin.

Evden ya da proje bazlı, kısa dönem çalıştığı ve sürekli vaktini geçirdiği bir ofis ortamı, sabit iş arkadaşları olmadığı için biseksüel olduğunu özellikle birilerine açmak zorunda hissetmediğinden bahssediyor. Sosyal ortamlarda karşılaşmalar olduğunda rahat davrandığını da ekliyor: “Cinsiyet kullanmadan, ‘bir gönül yaram var’ diyorsun mesela. ‘Sen kesin oğlanın kalbini kırdın’ diyorlar. Sessizlik oluyor, halbuki cinsiyet belirtmedim ki, ne alakası var şimdi…Çok da düzeltmek istemiyorum. Ama bunun herhangi bir şiddete dönüştüğü bir deneyimim olmadı.” Heteroseksüel varsayılma hali, pek çok durumda “heteroseksüel diğerleri” ve LGBTİ+ bireyler arasında kapanmayan boşluğa işaret ediyor.

Anlattığı güvencesiz, belirsiz, zorlu koşullardan sonra freelancer olmanın iyi tarafları da olduğunu ekliyor: “En işssiz olduğum, her şeyin kötüye gittiği zaman, bir telefon gelebiliyor, yıllar öncesinden biri benimle tekrar çalışmak istiyor mesela.”

Koronavirüs ve Film Sektörü

Geleceği nasıl gördüğünü, koronavirüs gündeminin, ondan da önce zaten gelmekte olan ekonomik krize nasıl baktığını merak ediyorum. Koronavirüs sürecinde İKSV gibi büyük festivaller dahil pek çok film festivali ertelendi ya da iptal edildi; İşçi Filmleri Festivali, Filmmor ve yarın başlayacak olan Uçan Süpürge Film Festivali gibi daha küçük festivaller online gösterimlerle yoluna devam etti. Avşar Film, Fabrika Yapım, Limon Prodüksiyon ve BKM gibi büyük prodüksiyon şirketler dizi setlerine Mart ortası itibariyle ara verdiler. Devam etmeye yeltenenler de Oyuncular Sendikası ve Sinema TV Sendiksının kampanyaları sonucunda durduruldu. Mayıs ayı içinde tekrar başlamaları tehlikeli de olsa çok mümkün. Sinema salonları kapalı kalmaya devam ediyor. Dolayısıyla Leman’ın pek çok insan gibi bu sürede yapabileceği işlerin alanı da gitgide daralmış durumda.

Leman bu süreçten nasıl çıkacağına odaklanmaya çalıştığından bahsediyor: “Şu an yaptığım şeyler, 3–5 ay sonra yaptığım, yapmadığım her şey beni nasıl biri yapacak acaba diye düşünüyorum. Şu an neye ilgim varsa, neye sezgisel olarak yöneliyorsam, beni tanımlayan şey o… Neyi zorluyorsam da onun olası yok gibi düşünüyorum.” Bu deneme yanılma sürecinin keyfini çıkardığı belli olsa da, para kazanmaya ve hayatta kalmaya dair tereddütlerinin de havada salındığını söylüyor:“Kariyer, olmak istediğin yer, olabilecek projelerle ölçtüğün, ya da onların gebe kalabileceği başka ihtimallerle ölçtüğün bir şey. Bu sefer kendinle ilgili de çok kötü ve başarısız hissetmeye başlıyorsun.” Pek çok freelancer gibi o da zorlandığını itiraf ediyor. Sonra yaptığı işi, ilgilendiği şeyleri tanımlamanın ne kadar zor olduğundan bahsediyor. Öyle bir karmaşa ve birbirine değen iş alanları yumağı ki freelancer olmak, bir türlü net bir tanımı olamayabiliyor. Birilerine yaptığı işleri anlatırken yaşadığı kafa karışıklığından örnek veriyor sonra: “..Freelancer’ım. Ama nesin? Bu tam bir dönemin serbest meslek tanımına tekabül ediyor sanırım. Kendimi kurgucu-fotoğrafçı olarak tanımlıyorum ama içimden gelen ‘multidisipliner sanatçı’ demek.” Bu tanımlayamama halinin içinde insanın kendini tam olarak bir yerlere, bir şeylere ait hissedemeyişinin de olduğunu tahmin ediyorum.

Koronavirüs salgını ve karantinasında freelancer’ların evden çalışmaya, dikkat dağınıklığına, işin evde olmasına alışkın bazı meseleleri daha kolay idare edebileceğini düşündüğümü söylüyorum. Ama düşündüğümün aksine odaklanmakta zorlandığından bahsediyor Leman: “Daha önce evde çalışırken sabah kalkmak, kahve yapmak, tütününü sarıp işe oturmak çok basit bir denklemdi. Şimdi o niyetle güne başlamak, ama asla o noktaya gelememek gibi yaşıyorum. Günün sonunda dev bir suçluluk duygusu oluyor tabii.” Evden çalışan, sıklıkla konsantrasyonu dağılan herkesin empati kurabileceğini tahmin ediyorum bu zor sağlanan odaklanma haliyle. Bu sürecin başından beri gün içinde sıklıkla onu dürten bi anksiyeteyle baş etmeye çalıştığından bahsediyor. Hayatta kalma, borca harca girmeden yaşama istekleri de bu dağınık halin ve arkasından gelen anksiyetenin etken maddelerinden oluyorlar.“Çünkü mesela ya SGK’ya borçlanıyorum, ya da hiç sosyal güvencem yok. Bunlar beni korkutuyor. Devletten alınacak asgari maaş neden beni rahatlatacak ki bir yandan da düşününce. Ama bana bakacak çocuğum yok, ilişki filan onlar da olacak gibi değil. Yaşlanınca bana birileri bakmalı, o da devlet olmalı gibi düşünüyorum.” Sigortasız, güvencesiz çalışan pek çok insanın temel meselesi gelecekte nasıl yaşayacağı oluyor. Başka freelancer arkadaşlarının da benzer bir halde olduğundan, işverenlerin anlayışına güvenmekten, ummaktan başka seçenekleri olmadığından bahsediyor.

Güvencesiz, daha doğrusu tek güvenebileceğin şey kendi yetilerin, enerjin olarak çalışmak oldukça zorlayıcı olabiliyor. Tüm karanlığa ve belirsizliğe rağmen keyifli bir muhabbet etmiş olmanın mutluluğuyla maskemi suratıma çekiyorum, Kurtuluş’un karman çorman sokaklarına iniyorum. Sokaklarda dolanan köpeklerle bu gece her şey normalmiş gibi, sakin, sessiz.

--

--