Akın Olgun: Sokakla sınanmayan her düşünce eksiktir.

Jiyan’ın Sesi
Jiyaninsesi
Published in
11 min readJun 25, 2015

“Önemli olan başına ne geldiği değil, başına gelene nasıl tepki verdiğindir” der Epictetus. Kimi çakma mağduriyetler üzerine nefret imparatorlukları inşa etmeye çalışırken, kimi gördüğü insanlık dışı zulmü, sağduyu, empati ve insanlığa dair tükenmez bir umutla harmanlayıp, daha güzel bir dünyanın temeline harç yapar. Akın Olgun, 90'larda faşist devlet mekanizmasının çarkları arasında ezilen yüzbinlerce insandan biri. Genç yaşta işkence, sürgün ve yaşından çok ölümle tanışmış. Hayatta kalmayı başarmış, ama onulması güç yaralar almış. Yaşadığı ve tanıklık ettiği tüm kötülüklere rağmen yüreğindeki sevgiyi koruyabilmiş. Karanlık bir kin çukuruna düşmeyi reddetmiş ve çözümün bir parçası olmak için mücadelesini yazılarıyla sürdürmüş. Yaklaşık 10 senedir, kadın haklarından işçi cinayetlerine, halkların eşitliğinden inanç özgürlüğüne, toplumun canını yakan her konuda yazıyor.Yalın bir dili, özenli, incelikli bir üslubu ve hepsinden önemlisi, çok güçlü bir sol vicdanı var Akın’ın. Yazdığından çok okuyor, konuştuğundan çok dinliyor. Bu söyleşide bir istisna yapıp sözünü, sesini tutmadan anlatsın, tarihe not düşsün istedim. Uzun uzun seçimi, sokağı, HDP’yi, koalisyon olasılıklarını, kullandığım terimi beğenmese de sivil insiyatifleri ve elbette BirGün’ü konuştuk Akın Olgun’la. Bir de güzel polemik yaptık ki, o kadar olur.

  • Seçim s
akinolgun
  • onuçlarıyla başlayalım. Çok şey yazıldı, konuşuldu. Halkın şu veya bu mesajı verdiği söylendi, söyleniyor. Koalisyon tahminleri yapıldı, yapılıyor. Sen nasıl yorumluyorsun? Sürpriz oldu mu? Halk(lar)ın bir mesajı var mı?

Açıkcası, çıkan sonuç benim için sürpriz olmadı. 13 yıllık bir iktidar var. AKP iktidarı ile çürüme ve kokuşmuşluk, yukarıdan aşağıya doğru yayılarak daha görünür ve sorgulanır hale geldi. İktidar içi pasta kavgası, tüm bu kokuşmuşluğu gün yüzüne çıkardı. Ek olarak tek adam hegemonyası, hayatımızın her alanına yaptığı müdahalelerle kendini hep hissettirdi. Bugüne ait bir hikaye değil bu. Her çürüme ve kokuşmuşluğun bir geçmişi var elbette. Sağ iktidarların birbirlerine devrettikleri bir mirastır bu siyaset şekilsizliği. İktidarın aldığı yenilgiyi sağlayan en büyük etken ise, hayatın her alanında sabırla yürütülen mücadelenin kendisidir diyebiliriz. Mücadelenin ivmesi, iktidarın baskı, zor ve keyfiliğine paralel olarak gün be gün artmış ve gelişmiştir. Sokağın sesi küçümsenmemelidir. Her köşe başında biriken ve hiç duyulmadığını düşündüğünüz sesler, gün gelir tek bir damlayla dev bir koroya dönüşür ve siz ne olduğunu anlayamadan, karşınızda milyonları bulursunuz. İşte Gezi, on yıllardır sürdürülen mücadelenin biriktirdiği seslerin toplamı olmuştur. AKP iktidarı en büyük darbeyi, buradan almış, sallanmış, sendelemiş ama yıkılmamıştır. Devletin ve sistemin tehdit refleksi hızla devreye girmiş, baskı ve zoru hayata geçirip, zamana yayarak kendisini kısmen onarmıştır.

İktidar ikinci darbesini, Kobane’de ve en etkili darbeyi ise HDP’nin ve tüm muhaliflerin önüne konan seçim barajının aşılmasıyla almıştır.

Artık bundan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Koalisyon ve restorasyon tartışmaları, ortaya atılan formüller, olasılıklar ve olasılıklar… Her sabah yeni bir formülle uyanıyor artık Türkiye. “Beni hiç ilgilendirmiyor” diyeni de, “o olsun, bu olsun, yuh olsun” diyeni de içine alan bir süreç bu. Kimileri meseleyi devrime havale ediyor, kimi reel siyasetin gerçekliğine. Buradan sadece korkunç bir kafa karışıklığı ve muhalif parçalanmalar ortaya çıkar. Bu durumun tek kazananı olur, yani iktidar. O zaman reel siyaset söylemini dillendiren ile devrime havale eden iki anlayışın sistemde açılan bu deliği, hak ve özgürlükler konusunda nasıl daha fazla büyütülebileceğini, nasıl avantaja dönüştürüp mücadeleye yansıtılacağını belirleyen ortak bir akıl yürütmesi gerekiyor. HDP’nin ve ona destek veren demokrat, sol, sosyalist, ilerici kesimler olarak, var olan kazanımın hem ana siyasette nasıl daha etkili hale getirileceği, hem de sokakta bunun nasıl örgütlenip, büyüteleceğine kafa yormamız gerektiğine inanıyorum.

Koalisyon tartışmalarında çok net görüyoruz ki sistem HDP’yi bir iktidar formülasyonu içerisinde asla görmüyor. HDP ve demokrasi güçlerinin bu zaferinin hiçleştirilmesi ve değersizleştirilmesi için her şeyi yapacaklarına tanıklık edeceğiz. HDP’nin hem reel siyasete uygun manevralar yaparak önemli bir güç ve oyuncu olduğunu hissetirmesi gerektiğini, hem de radikal muhalefet örgütleme stratejisini, ileriye dönük bir perspektifle ele alarak büyük bir toplumsal direnç göstereceğini düşünüyorum.

Mesele bizim, sokağın ve sol siyasetin buna ne kadar hazır olduğu.

Bence asıl sorunumuz burada başlıyor. Eğer bugünden ortak bir hikaye kurulamazsa, yarın karşı karşıya kalınacak olan devlet terörü ve bu terörün sokağa yansıması olan şiddetine karşı bir duruş geliştirmek zor olacaktır. Farklılıklar, pratik karşı koyuşların önüne geçtikçe sokağın gücü zayıflar. Sokak dediğimiz şey ancak karşı koyuşu örgütleyebilirseniz ‘’sokak’’ olur. Bir takvime bağlanmış eylemliklerle yol almak, takvimleştirilmiş eylemcilik anlayışını geliştirir ki buna dikkat edilmelidir. Kadın cinayetlerinden, ırkçı ve şoven saldırılara, grevlerden, iş cinayetlerine, doğa katliamlarından, yolsuzluk, hırsızlık, talana kadar gündeme yansıyan her meseleye, anında mobilize olacak bir bakış açısı ve örgütlenme modeli oluşturmak, sokağın moral gücünü koruyacak ve güçlü bir baskı aracına dönüştürecektir. Bu ise netleşmeyi sağlar. Netlik bir duruştur ve herkesi yakıştığı yere oturtur. Sokakla sınanmayan her düşünce, her zaman eksiktir. Hak ve özgürlükler mücadelesinin çok önemli bir ortak mücadele sahası olduğu vurgusunu yapmayı önemli görüyorum.

  • Koalisyon olasılıkları içinde, sence olması gereken hangisi? Önümüzdeki haftalardaki koalisyon çalışmalari için tahminin ne?

Eğer bir restarosyon düşünülüyor ve yeniden sistemsel dengeler yerli yerine oturtulmak isteniyorsa ki görünen bu, büyük ihtimalle devletin yeniden şekillendirileceği bir siyaset operasyonu, o ya da, bu şekilde gerçekleştirilecektir.

Devlet’in ve sermayenin kodları böylesi dönemlerde hızla devreye girer lakin iktidarları ve devleti bir bütün olarak göremeyiz. Çok farklı kesimlerin ve kanatların kendi formüllerini kabul ettirmek için savaştığı ve tüm bu kavgaların, sermayenin hızla el değiştirmesi üzerinde koptuğu gerçeği bence unutulmamalıdır.

“Biz gidersek her şeyinizi kaybedersiniz” söylemi, sermayeyi elinde tutan güçlere verilen bir mesajdır. Uluslararası dengeler, talepler ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler de buna eklenmelidir. Tüm bunları birlikte düşündüğümüzde, AKP’yi dengeleyecek, sermayeyi üzmeyecek ve dış politikada ABD stratejisine uygunlukta sorun çıkarmayacak bir formül işlenecek ve istenecektir.

Toplumsal talepler ise, kurulan yeni dengeler üzerine, yeniden restorasyon söylemi içerisine yedirilecek ve sus payı diyebileceğimiz çeşitli hak ve özgürlükler öne alınarak toplumsal bir kabulün önü açılacaktır. Kaos ve istikrarsızlık istemeyen geniş kesimler açısından bu durumun kabul göreceğini söylemek yanlış olmayacaktır.

  • HDP’nin önündeki en büyük fırsatlar ve engeller neler? Fırsatları değerlendirmek ve engelleri aşmak için ne yapmalı?

Bu soru, aslında artık hepimizin üzerine düşünüp cevaplar vermesi gereken bir nokta. Gerek Kürt siyasi haraketi, gerekse HDP birleşenlerinin de tartışması ve cevaplar vermesi gereken bir soru. Sanırım karşılaşılacak sorunlarla ilgili en doğru özeti, Foti Benlisoy’un baslangicdergi.org sitesinde kaleme aldığı “HDP’nin “topuğu”, yani zayıf noktası ne?” başlıklı yazısında bulabiliriz. En azından buradan yola çıkarak doğru cevaplar arayabiliriz.

HDP’nin çok fazla handikapları olduğu gerçeği çok açık. Geniş kitlelerle kurduğu örgütlenme modeli ve bu modelin Kürt özgürlük mücadelesine göre doğal olarak şekillenmiş olması, Kürt sorununun barışcıl yollarla çözümlenmesi konusundaki farklılıklar ve tarafların Ortadoğu’ya ve bölgesel meselelere yaklaşımının yarattığı açmazlar, bir bütün olarak HDP’nin siyaset yapma biçimini, ortaya koyduğu programatik söylemlerini ve ilkelerini zorlayacak bir dizi meseleyi önümüze getirebilir. Daha özetle söylersek “Türkiyeleşme” modeli ile HDP içerisine alınan farklı söylem ve temsiliyetlerin, bölgesel gelişmeler ve alınan tavırlar üzerinde bütünlüklü bir duruş sergileyebilmesini zorlayacaktır.

Kürdistan özelinde yaşanan her sorun, doğal olarak HDP’de bir karşılık bulacak ve içerisinde yer alan değişik kesimlerin reflekslerini dışarıya taşıracaktır. Sistem siyasetinin baskılaması ve kuşatarak düzen içi sınırlara hapsetme hamleleri ile boğuşmayı da buna eklemeliyiz -ki burasının nasıl kaygan bir zemin olduğunu hepimiz biliyoruz.

Elbetteki HDP’yi oluşturan bileşenler bunun farkındalar.

Yola çıkılırken tüm bunların hesaplanmadığını düşünmek sanırım saflık olur lakin bilmek ile karşılaşmak arasında çok fark var. BDP’nin bir bölge partisi olarak çok rahat ve net bir şekilde yaptığı siyaseti, HDP’de yapabilmesi zor olacaktır. BDP’nin Türkiyeleşme gibi refleksi yoktu, asıl olarak Kürt haraketinin bakış açısı ile uyumlu oluşu, hızlı refleks geliştirmesini ve söylem birliğinin diri tutulmasını sağlıyordu. HDP’nin yumuşak karnı bu yanıyla ironik olarak “Türkiyeleşme” diyebiliriz.

Eğer HDP, sokak, emek ve özgürlükler siyasetini ve buna uygun bir örgütlenme modelini aşağıdan yukarıya ve oradan siyasetin damarlarına taşıyabilecek bir hat kurabilmeyi başarabilirse -ki bunu gerçekleştirebilecek bir birikime, mücadele aklına ve ahlakına sahip- “Türkiyeleşme” söylemi, başta Kürt sorununun barışcıl yollarla çözümlenmesi dahil, bir çok meselede, daha rahat bir radikal muhalef yapabilmesini sağlayacaktır.

Parti içi dengeler, kişilerin ve yapıların refleksleri vb gibi bir çok şey, genel politika ile uyuşmayabilir. Gidişler ve yeni gelişler yaşanabilir. Meclis içi denklemleri etkileyecek yeni formüller karşımıza çıkabilir. Meclis içinde iki grup olarak yer alma ve toplumsal sorumlulukları kendi içinde paylaşma gibi formüller de gündeme gelebilir. Bu olasalıkların hepsi, erken seçim gündemiyle başka bir boyuta da geçebilir. Neler olabileceğini bugünden kestirmek kolay değil. Olasılıkların hepsi, düşünülen formülleri etkileyecektir. HDP açısından etkilenilmeyecek tek şey, hak ve özgürlükler mücadelesi, Kürt sorunun barışçıl çözümüne dair duruştur.

HDP ve tüm dost güçlerin seçim barajını aşarak kazandığı zafer, hak ve özgürlükler mücadelesinde önemli bir sıçramadır. Bu sıçramayı, sokağı ve mücadeleyi örgütleyecek kanallar yoluyla hızla inşa edebilirsek, sol söylem ve değerler karşılık bulacaktır. Sistemin zoruna karşı, sokağın zorunu çıkarmak, büyük bir basınç yaratarak, hak ve özgürlükler mücadelesini yükseltmek, mücadelenin moral üstünlüğünü koruyarak, sağ siyasetin ilerlediği kulvarları tıkamak artık siyaset iddiası olanların elindedir.

Kimse, HDP’nin aldığı sonucu küçümsememeli. Artık meclis içerisinde temsil ve mücadele gücü yüksek bir alan var. Bu alanı “parlamenterizm” eleştirileri ile hafifletmeye ve içini boşaltmaya çalışmak ve bunun karşıtlığı üzerinde konumlanmak kimseye bir şey kazandırmaz.

  • Son seçimde sivil insiyatiflerin daha önceki seçimlerden çok daha aktif ve etkin olduklarını gördük. Bu oluşumlar arasında sence en başarılı olan hangisiydi? Bu insiyatiflerin harekete geçirdikleri güç seçim sonrasında nasıl kullanılabilir?

Buna “sivil insiyatif” demek ne kadar doğru, tartışılır. Öncelikle, bağımsız olarak HDP’nin seçim barajını aşma noktasında ortaya irade koyan, bunu tarihsel bir sorumluluk ile ele alan, koyduğu iradeyi örgütleyen, geçmişi, kökleri ve mücadele geleneği olan örgütlenmeler bunlar.

Örneğin, Halkevleri aktif siyaset ve çalışma yürütenlerdendir. Barajın aşılmasının, hak ve özgürlükler mücadelesinin bir parçası olduğu gerçeğini, bulunduğu her alanda örgütleyen yapılardandır.

Keza “Artı1” diyerek bu mücadeleye destek veren arkadaşlar da öyle.

Burada sanırım en özgün olanı 10danSonra haraketidir. Başlangıç dergisi cevresinin yeni bir model ile çok farklı katmanlardan insanları bir araya getirmeyi başarması, birbirleriyle hiç bir örgütsel hiyerarşik bağın bulunmaması, sadece anlayış temelinde bir araya gelinmesi en özgün olanıdır. Elbette ki bu anlayış, Türkiye mücadele tarihinden süzülmüş bir düşüncenin yansımasıdır. Evet, bunu organize eden, düşünsel şemasını çıkaran, kişiler üzerinden değil, ortak anlayış üzerinden örgütleyen, yani fikri sokakla sınayan bir yaklaşım bu. Sanırım, en doğru Gezi okumalarından biridir.

Yıllar sonra dönüp bugünlere baktığımızda, tüm tavır alışların, duruşların büyük anlamı ve değeri olduğunu çok daha iyi anlayacağız…

Bu çalışmalar, ittifak denilince mutlaka bir araya gelinmelidir düşüncesini de kırmıştır. İttifak anlayışına yeni bir soluk kattığını görmeliyiz. Büyük olanın içinde “erime, kaybolma, kimliksizleşme” vb gibi hiç bir iddia taşımayan ve bir araya gelmemenin teorisini yapan kesimler açısından da iyi bir örnektir. Çünkü iddia sahibi olan, ideolojik sağlamlığına güvenen hiçbir yapı, ittifak görüşmeleri yaparken bu tür “kaybolma, erime, kimliksizleşme” gibi kaygılarla gelmez. Çünkü bunu söylediğiniz anda, kendi değerinizi ve ideolojik sağlamlılığınızı sıfırlamış olursunuz. Dediğim gibi, ittifak anlayışımız illa ki bir araya gelmek, iç içe geçmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Üzerinde ortaklaşılabilecek en büyük payda, hak ve özgürlük mücadelesidir.

  • Medyanın seçim sonuçlarına ve seçim sonrası koalisyon hesaplarına etkisi nedir?

Medya, temsil ettiği sermaye grubunun yaklaşımlarını temel alarak konumlanma refleksine her zaman sıkı sıkıya bağlı olmuştur. Bu bağlılık, medyanın gerçek işlevini yerine getirmesinin önündeki engellerden birisidir. İçi boşaltılmış bir alandır medya. Suç ortaklığı o kadar kabarıktır ki neresinden tutsanız elinizde kalır. Güce, kendisini teslim ederek edindiği zenginlik aynı zamanda boynundaki tasmadır. Tek başına medya patronları değildir mesele. Medya ve gazetecilik etiğini patronlara satanların kurduğu sistem, her geleni içine alarak “Ben mi kurtaracağım?” diye başlıyor ve kendisinden sonra gelenlerle, pisliği örgütlemeye devam ediyor.

Eğer buradan bakarsak, istedikleri koalisyon modelinin, kendi güç savaşlarına ve çıkarlarına en uygun gördüklerine dönük olarak bir pofpoflama yaptığını anlarız. Çünkü, asıl haber okuma, görüneni değil, arkasındakini okuyabilmektir.

Haberlere baktığınızda, temsil ettikleri sermaye gruplarının talebine uygun bir koalisyon senaryosu yazdıklarını ve onu oynadıklarını da görürsünüz.

Dördüncü kuvvet artık sosyal medyadır. Sosyal medya, Gezi gibi bir direnişin ve Kobane gibi bir zaferin en etkili ayağı oldu. Eğer bir direniş ile doğmuşsa yazdıklarınız, vicdanınız ve farkındalığınız, onu bir güce yamamak çok zordur. Seçim döneminin en etkili medyası bu yanıyla sosyal medyadır. Örneğin Amed provokasyonu ve ortaya konulan irade, aynı anda sosyal medya üzerinden yaygınlaştırılmış, milyonlarca insanı olup bitenden haberdar etmiş ve duyarlılık örgütlenmiştir. Bunun karşıtı trollerdir. Onların varlığı ise bana sorarsanız kirliliği açık ediyor. Bir iş için görevlendirilmiş insanların, yazdıklarının samimiyetsizliğinin hemen kendini ele veriyor olması bile bu konuda oluşan refleksi gösteriyor bize.

  • Muhalif medya içinde de, havuz medyasına benzer uygulamalarla işten çıkarmalar oldu. Senin Birleşik Haziran Hareketi’ne yönelik eleştirilerin nedeniyle Birgün’den uzaklaştırılman, Deniz Baykal’ı eleştiren Ümit Aslanbay’ın Halk TV’deki işine son verilmesi gibi. Bu tür sansürcü uygulamalar, iktidar tarafindan yapılmadığı sürece, normalleştiriliyor mu?

Eğer bir meseleyi konuşacaksak, duruş üzerinden konuşmalıyız. Meseleyi kişiler üzerinden konuşmak sanırım doğru olmaz. Benim, BHH’ye dönük eleştirelim, seçim tavrına dönüktü. Eleştiri kişisel değil politikti ve bir dizi tehlikeyi işaret ediyordu. Özellikle ulusalcı bir çehrenin BHH içinde konumlanışı ve olasılıklar üzerine bir yazıydı. Zaten, yazının ikincisi yayınlanma şansını bulamadı. “Polemik geliştiriyor” eleştirilerini de komik buluyorum hala. Yazı dünyasından bu eleştirinin gelmesi de ilginç. Her yazı bir polemiktir oysa. Hayatla, insanla, aşkla, siyasetle, ne üzerine yazıyorsanız bir polemik içerir. Dili sivri ve dik demek daha doğru olurdu. Kovulduğumu ileten e-mail, bu yanıyla bir duruşu yansıtır. (Aynı zamanda bu da bir polemiktir) Hayata, siyasete, dünyaya ve düşünceye dair bir bakışın yansımasıdır kurulan o cümleler. Bazen hiç farkına varmadan, mücadele ettiğinizle benzeşmeye başlarsınız ve bu benzeşmeyi mücadelenin sıcaklığı içinde hissetmezsiniz. Hissettiğinizde ise, onu üzerinize konduramaz ve hızla “koruma” refleksi geliştirirsiniz. İktidar ve medya ilişkilerinin çürümüşlüğü ve kokuşmuşluğunun olduğu bir alanda nefes alıp veriyorsunuz, doğal olarak atmosfer zaten kirli. Kendinizi korumak ve nefes alabileceğiniz temiz bir atmosfer yaratmak istiyorsunuz. İşte muhalif basın bu yüzden önemli. Bir avuç muhalif basının, merkez medyayı sıkıştırmasına, yok sayılan bir çok soruna karşı aşağıdan baskı yaparak onları bile etkilediğine tanıklık ediyoruz. Bu çok önemli… Zor koşular içinde yayın hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar, iktidarın baskı yasaları, cezaları, tehditleri de cabası.

Tüm bunlar, bizim yanlışlarımızı sorgulamayacağımız anlamına gelmez, gelemez. O zaman muhalif olma espirisinin bir anlamı kalmaz.

Baskı dediğiniz şey, kontrol etme güdüsüyle başlar.

Kontrol dediğiniz mekanizma, bir süre sonra hepimizin kelepçesi olur. Kel, göbekli, varlıklı bir patronumuz yoktur belki başımızda ama geliştirdiğimiz anlayış, uyguladığımız yöntem, objektif olarak patronlu medyayı aratmayacak bir hale getirebilir hepimizi.

Yazarı aşağılamak, had bildirmek, üstenci bir kabalıkla sorgulamaya kalkmak, kurduğu düşe laf sokuşturmak, sosyal medya mesajlarına dönük dedektiflik yapmak gibi bir yöntemi, kendimize hak görmeye başlarsak “zalim” oluruz.

Yazardan “beni siz yarattınız” tavrı beklemek, onun kaleminin gerçek sahibinin kendiniz olduğu duygusunu yaratır. Örgütsel bir hiyerarşi içerisinde bu anlaşılabilir belki ama o zaman yazarlarınızı örgütsel çizginizden seçer ve “beni siz yarattınız, örgütüm yarattı” şekline bürünen tüm cümleleri duyabilirsiniz. Eğer gazetecilik yapıyor ve onun üzerinden konuşuyorsak, bakmamız gereken yer gazetecilik etiğidir. Özgürlük ahlakını yitirmeye başladığımız yerde, baskı, sansür ve denetim mekanizmaları güç kazanır. Kontrol etme duygusunun, şehvetli bir güç algısı yarattığını hepimiz biliriz ve bunun ucube sonuçları ile hep karşı karşıya kalırız. Popülizmi en çok besleyen zeminin medya olduğunu hep aklımızda tutmak zorundayız. Sürekli kendimizi, tavrımızı, duruşumuzu sorgulayarak, bunun neresindeyim sorusunu soramazsak, ortalıkta dolaşan kof karizmalar haline geliriz.

Yazar, zaten sizin duymak istediğiniz şeyleri söylüyorsa, kalemini ve düşünce dünyasını yitirmiş, Entellektüelliği zehirlenmiş ve artık içinde bulunduğu yerin kalıbına bürünen sıvı haline gelmiş demektir.

Onlardan kimseye hayır gelmez.

Genelde muhalif basın çizgisi içinde yer alan bir çok kesimde “kol kırılır, yen içinde kalır” tavrı vardır. Bir yanıyla örgütsel kodların ve kültürel şekillenişin yansımalarıdır bunlar. Bu kodlar yenilenip, bağımsızlaşmadığı ve özerkleşmediği sürece, otorite olarak tarif edilen birilerinin sesi hep tepenizde olur. Bahsettiğim kodlar, kovma, sansür vb gibi uygulamalarda hızla kendini hissettirir. Yazılanı “saldırı” olarak görmeye ve “tehdit” olarak algılamaya başlar.

Gelen tüm tepkileri “linç” saldırısı olaral algılamak ve buradan bir taraftar duyarlılığı çıkartmak ise, malesef bizim ülkemize özgü bir yöntemdir. Sonrası bir örgüt işidir. Yazarı, yetmez ama evetçilik gibi bir konu içine yamamak, isim vermeden “o arkadaşlar” diyerek cisimsizleştirmek, röportajlar arasına yedirilen sorularla, sanki yazar bir örgütün üyesiymiş gibi kalıba sokmak vb… Sonuç olarak hepsi karakter “suikastçiliği” dediğim alana aittir. Bu tür durumlarda devreye gazetecilik değil, kodlar girer. Sol içi mücadele yöntemlerinin, alışkanlıkları hızla kendini hissettirir.

Soru soranların, sorunun diğer muhattaplarına hiç mikrofon uzatmayışı, aklına bile getirmeyişi, gazetecilik etiği dediğimiz ilkelerden bihaber olmadıklarını, aksine onu kötü kullandıklarını gösterir.

Bu tarz, yöntem sadece muhalif olma algısına, duygusuna ve duruşuna zarar verir. HalkTv’den, Baykal’ı eleştirdiği için kovulan Ümit Aslanbay’ın muhatap olduğu mesele de bundan bağımsız değildir. Kovan, kovanı korur. Kendimiz, insanlara düşünceleri ve yazdıkları üzerinden had bildirip “yol verme”ye kalkarsak, bir başkasının yaptığı uygulamaya, elbette ki hiç yok-muş gibi davranmak zorunda kalırız. Yani ortaklaşırız.

Muhalif basın, bu ülkede yaşananlardan, kirlenmelerden etkilenmiyor-muş gibi yapamaz, mümkün değil. Aksine ona karşı mücadele ederek, olması gerekeni inşa ederek direnir ve kendisine özeleştirel yaklaşıp, sonuçlar çıkarabilirse, ancak yaşanabilir bir hikayemiz olur.

Benim, HDP’nin desteklenmesi gerektiğine dair yazılarım, ifadelerim hak ve özgürlükler mücadelesinden yanadır. Tarihsel anlamda anılacağımız yere dairdir. Çünkü, tarih bizi duruşumuzla yargılar ve bir yere oturtur.

--

--