Ethem Baran Röportajı

Jiyan’ın Sesi
Jiyaninsesi
Published in
8 min readApr 28, 2016

Bozkır: yoksul ve gururlu

Çomar: memleket meselesi

‘Kabak çekirdeğini pahalı olduğu için sevmiyordum.’

Dönüşsüz yolculuklar kitabı. Çamlık Palas.

‘Bize ne hayattan? İster durur, ister yürür, kim karışır! Bize bir hayat verilmedi ki derdine düşelim.’

Zira. Ortada Hiçbir Neden Yokken.

Ethem Baran, Yozgat doğumlu. Üniversite dönemine dek orada yaşamış. Yayınlanan ilk kitabı, Sonrası Ayrılık.- 1991- Takip edenler: Kurutulmuş Gül Mevsimi. Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı.- 2005 Yunus Nadi Öykü Ödülü.- Unuttuğum Bütün Akşamlar. Bozkırın Uzak Bahçeleri. Evlerimiz Poyraza Bakar. Bulut Bulut Üstüne. Zira. Yazarın iki de romanı var: Yarım ve Emanet Gölgeler Defteri.

Ethem Baran’ın kahramanları, Zira’daki ‘Bir At Bindim Başı Yok’da tarif edildiği gibi: ‘ünlü yazarların o çok bilmiş, çok okumuş, çok insanla birlikte olmuş, çok gezmiş, çok paralı ve ona göre bir hayat yaşayan(…) ; gizem, cinayet, entrika peşinde koşan kahramanlarına…’ hiç benzemiyorlar.

2031 BOZKIRINUZAK.indd

Yazarla henüz bir yıldır tanışıyorum! Altı kitabını okudum. Hakikaten ‘öyle!’ Aksiyon yok. Havalı giysiler, ferah feza kahkahalar, zengin masalar, şık evler, pırıltılı ilişkiler… hiçbiri yok. Tam tersi. Büyük bir yoksulluk. Katlanma. İç sıkıntısı. Çaresizlik. Unutulmuşluk.. Bozkır ne kadar geniş ise, hayatlar o kadar dar. Hele üst üste okuyunca insanın üstü başı toz içinde kalıyor. Kederden ölecek gibi oluyor. Lakin elinden bırakamıyor. Çünkü içinde, ‘eski uçtuklarını toplamak için aynı yere geri dönen kuşlar’ var. Ağaçlarda ‘yeşil gözlü’ rüzgarların izi var. ‘Hiçbir yere sığmadığı için evini bırakıp ahırda atının yanında yatıp, onunla birlikte susan’ Ali Ağa var.. ‘zavallı terminal.’ ‘zamanı unutmuş adamlar.’ Herkes gitse bile olduğu yeri bekleyen ‘oraların asıl sahibi dağlar.’ Misafirden misafire çay demlenen evler, var…

Bazılarının bakışları ‘kabuğu kaldırılmış bir yaradan akan kana benziyor.’

‘Yutkunduğunda sesini yutan’ da var… ‘uzakta kalmış günlerin tozuyla birlikte.’

‘Bir devlet kapısı bulup da giremediği için’ çalıştığı tuğla ocağına giderken öğle yemeğine iki haşlanmış yumurta ve yeşil soğan konan çocuklar var. Yahya. Bostan. Yağız…. Ne çok hakkı yenen çocuk! Hele, Yağız. Onun Ankara’da üniversite dönemindeki tutunma öyküsü. Annesi. Babası…

Dünden bugüne… Bozkırdan, metropol taşrasına…Yüzbinler nasıl yaşıyor? Bilmek ve anlamak isteyenler için, Ethem Baran külliyatı çok değerli: Kendinden taviz vermeden sırça köşkten inmiş, yüksek edebiyat. Mesafeli bir kalemden, estetik hayat bilgisi dersi…Bilgelik faslı, cabası.

Ethem Baran ile kitapları, kahramanları, müzik, Neşet Ertaş ve hayat… üzerine konuştuk. Kendisine Jiyan okurları adına teşekkür ederim.

Öncelikle şuradan başlamak isterim: Bozkırı yazıyorsunuz. ‘Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı’nın, ‘Ve Demiştik’ öyküsündeki Harun’u hatırlayalım: ‘Pek konuşmazdı; çok şey biliyor, çok şey düşünüyor gibi suskundu. Tıpkı bozkır gibi…’ Bu tanım, bozkıra ilişkin ‘Dümdüz. Mütemadiyen tekrar!..’ şeklindeki genel geçer kanıyı çoğaltıyor bir miktar. Aynı zamanda — ‘gibi’ meselesine istinaden- biraz serzeniş de var, sanki. Ama esas olan, bilge tavır. Bozkırdan kişisel olarak payınıza düşen hakkında ne söylemek istersiniz?

Bozkır benim yurdum, toprağım. Her güzel şeyden azıcık var onda ve o yüzden çok kıymetli. Yoksul ve gururlu. Çok sırlar gizliyor ama bir o kadar da açık, gizlisiz saklısız. Yazdıklarımda orman da deniz de yer alıyor elbette ama bozkır yazılmayı bekleyen boş bir sayfa gibi geliyor bana. Benim payıma bu düştü galiba…

Taşra, size çok soruluyor. Zira bu konuyu en iyi anlatan yazarsınız. Mesela… Yolcusunu ‘bir daha gelme buraya’ diye uğurlayan şehir. Issız, boğucu, içe kapalı kasaba ve köyler… Taşra sizin ifadenizle ‘Başka dünyalarda yankılanan sesleri değil, kendi çevresindeki çıtırtıları dinlemek.’ Buna mahkûm olmak. Bir nevi akıp giden büyük hayatın kıyısındaki şekil. Söyleşilerinizde de belirttiğiniz gibi uzun süredir metropollerin yeni taşraları mevcut. Oralara hiç gidiyor musunuz? ‘Gerçek’ taşra ile aralarında fark var mı? Var ise, nasıl?

Daha önce söylemiştim her yer taşra oldu diye. Bütün şehirleri, mahalleleri, sokakları birbirine benzeyen, dahası çirkinleşen, estetikten yoksun bir ülkeden söz ediyoruz. Benim yaptığım, yazının içinde yaratılmış bir taşra. Kendini hayatın kıyısına çekmiş insanların yanına uğruyorum. Oradan bakınca dışarıda bırakılmış çok hikâye görüyorum. “Gerçek” taşra belki de sadece zihinlerimizde kaldı. Metropollerin taşrasına gidiyorum, evet; özellikle yazacağım öykünün mekânını oluşturacaksa oralarda dolaşıyorum. Sözgelimi, Zira’daki “Ulus Postanesi”ni yazarken, Ankara’nın orta yerinde derinden derine uğuldayan bir taşra olarak niteleyebileceğimiz bitpazarını, Çerkez sokağı, sebze halini ve kentsel dönüşüm adı verilen acımasız saldırıyla iyiden iyiye azalan gecekondu mahallelerini gezdim. Ellerinde akıllı telefonlar da olsa, bütün dünyayı avuçlarının içinde taşısalar da o insanların iç dünyaları baştan sona kaybedilmiş bir taşra…

Çok hızlı ve kapsayıcı iletişim ağının değiştirici etkisi malum. Bu durum taşraya ve onun yaşantısına nasıl bir etki yapıyor? Mesela… ‘Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı’ndaki ‘Üzerlik’ öyküsünde anlattığınız, geçerli mi hâlâ?

‘Uzak yoktu şehrimizde.

Ama şehrimiz her şeye çok uzaktaydı.

Ve hâlâ nice çocuk, bademliğin kapattığı pencerelerin önünde, erken inen akşamların koyu hüznüne bulanıp, dağ gibi duran tepenin arkasındaki hayatın bir gün gelip kendilerini bulmasını beklemekte o topraklarda.’

Yoksa, ‘birbirine benzeyerek, kendini eksiltmek’ meselesi devam ediyor mu, her şeye rağmen?

Evet, birbirine benzeyerek eksilmenin devam ettiği muhakkak. Avuçlarında taşıdıkları dünyanın içinde kaybolan insanlar hayatın gelip kendilerini bulacağı günü bekliyorlar hâlâ. Ama işleri bu kez daha da zor. Kaybedilen çok şey var çünkü… İletişim dediğimiz kavram bambaşka bir kılığa büründü şimdi. Yalnızlık arttı bunca kalabalık iletişim ağına rağmen. “Üzerlik” öyküsünde ressam olmaya çalışan bir gencin çırpınışları anlatılıyordu; taşrada yaşamanın zorluğu, sanatın toplumun ilgi alanının ne kadar dışında olduğu vs. Durumun değişmiş olacağını düşünmüyorum bu anlamda. Yazıp çizen insanı o zamanki toplum pek umursamıyordu belki ama günümüzde aynı insanlardan nefret edilir hale gelindi. Bu noktada sosyolojinin de bir şeyler söylemesi gerek…

Orta Anadolu, özellikle de Yozgat odağa alınarak, güncel tartışmalarda yoğun biçimde konuşuluyor. Malum, ‘çomar’ meselesi. Bu konuda bir değerlendirme yapmak ister misiniz?

Orta Anadolu öne çıkıyor ama aslında tüm ülkenin sorunu gibi geliyor bana. Tuhaf, acınası bir dönüşüm yaşıyoruz toplum olarak. Gücün yanında durarak kendi güçsüzlüğünü örtmeye çalışan ya da örttüğünü sanan koca bir toplum. Kendi güçsüzlüğünü, eksikliğini, yoksulluğunu, çaresizliğini kendi dışında, kendinden kaçarak yeniden tanımlamaya çalışan, kendini başkasında ve başka yerlerde var etmeye uğraşan bir yığın insan. Ulaşamadığı, elde edemediği, sahip olamadığı ne varsa bunu bir intikam aracına dönüştürüp kendi acısını kendinden saklama psikolojisi. Var olduklarını kanıtlamaları için bağırmaları gerekiyor bu insanların. Ne kadar bağırırlarsa o kadar var oluyorlar ya da öyle olduğunu sanıyorlar. Kavramların arkasına sığınıp kendilerini unutuyorlar. Sorunuzun diğer anlamına gelince: Anadolu’da hâlâ yaygın mıdır bilmiyorum. Bir öykümde söz etmiştim. Köprünün altından çok sular aktı tabii, toplum başka bir dönemeçte şimdi.

‘Yazılmamış bir romandı şehrimiz… Şehrimizin romanı yazılsa, kendilerininkine benzemeyen bu hayatları sever miydi birileri? Bizi anlatıyor sanki, derler miydi?’ sorusuna istinaden sormak isterim: Bugünkü Türkiye’de edebiyatın toplumsal konumu- gücü?- hakkında ne düşünüyorsunuz?

“Bizi anlatanları” sevmiyoruz galiba. Bir şeylerin yüzümüze vurulmasını istemiyoruz. Ben bu şehirleri ve insanlarını “içeriden” ve onların yanında durarak yazmaya çalışıyorum. Edebiyat çok önemli bir güç tabii ki. Bu gücü farklı biçimlerde kullananlar var. Edebiyatın gücü yarattığı dildedir. Yazarın ve metnin kalıcılığı da buna bağlıdır. Günümüzde ne yazık ki bu konu ihmal ediliyor.

Zira’daki, ‘Öteki İlgililer’ öyküsü, en- tek?- siyasi metniniz. Neredeyse güne dair göndermeler ile dolu. Öykünün baş kişisi emekli öğretmeni hatırlayalım: ‘Elimizde tuttuğumuz hayat, insanlığımız yok olup gidiyor ve ben bir şey yapamıyorum.’ diye yakınıyor ve açılan ‘talebe yurdundan’ şikâyetle söz ediyor: ‘Evlerinden alınıp bir sokak ilerdeki yurtta evlerine hasret yatılı çocuklar…’ Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?

zira

Her edebiyat metni siyasidir esasında. Ben bu öyküde öfkeme hâkim olamadım ve gereğinden fazla açık ederek yazdım birçok şeyi. Oysa Stendhal’den ödünç alarak söyleyecek olursam, bir edebiyat metninde doğrudan politika yapmanın, bir tiyatro salonunda oyun izlenirken seyirciler arasında bomba patlatılmasına benzediğini bilenlerdenim. Öfkenin “muhatabına seslenme sanatı” olarak kullanıldığı, neredeyse herkesin adını “Aziz”, soyadını da “Millet” olarak değiştirdiği, kendilerine “kavat” diyen adama yakınlık duyan insanların anlatıldığı öyküde, öykü kendi yolunu kendi çizdi bir bakıma. “Öğrenci” ile “talebe”nin birbirinden ayrıldığı ikiye bölünmüş bir dünya, iki farklı hayat söz konusu burada. Evet, evinden bir sokak ilerde, birtakım ağbilerin ve hocaların yanında evine, ana babasına, kardeşlerine hasret yaşayan çocuklar tanıyorum. Televizyon yok bu evlerde; kendi işlerini kendileri yapıyor bu ana kuzuları. İçlerinden taşıp gelen ne varsa bastırıyorlar. Sonunda, birilerinin “nur yüzlü” demeyi tercih ettiği beyaz, narin tenli, itaatkâr tipler çıkıyor ortaya. Bir “dava”ya sahip oluyorlar böylece. Kısacası öğrenci değil, talebe onlar.

Uzun süredir yazıyorsunuz. Hiç ‘görünmüyorsunuz!’ ‘Bozkırın Uzak Bahçeleri’ kitabının ‘Yolum Düştü’ öyküsünden ilham ile: ‘Bir evin içinde bir oda bu kadar sessiz ve derin, uçsuz bucaksız nasıl olabilir Tanrım!’ Ve soru: Bu, bilinçli bir tercih mi? Öyle ise, nedenlerini paylaşır mısınız?

Görünüp görünmediğimi bilmiyorum. Yazıyorum, daha ne yapayım? Dokuz kitabım yayımlandı, dergilerde, gazetelerde, internet sitelerinde yazılar yazıyorum. Benim görünmemin bir önemi yok, kitaplarım görünsün isterim. Görünmesi için de daha iyi yazmaya çabalamaktan başka elimden başka bir şey gelmez.

Edebiyatın dışında resim yaptığınızı biliyoruz ancak okurlarınız müzik ile olan ilginize de vakıf. Öykü ve romanlarınızdaki müziğe ilişkin teknik ve lirik detaylar çok etkileyici. Bu bağlamda notaların ilhamından söz edebilir miyiz ve bir de yine metinlerinizden yola çıkarak detay soru: ‘Evlerimiz Poyraza Bakar’ kitabındaki ‘Söylerim Sözüm Almıyor’ öyküsünü ithaf ettiğiniz Neşet Ertaş’ı, düğün çalgıcılığı yaptığı dönemde izlediniz mi?

Yozgat’ta evimizin karşısında bir tepe vardı; o tepenin ardında da Kırıksoku köyü. Neşet Ertaş’ın çocukluğu o köyde, daha doğrusu Yozgat’ın köylerinde kimi zaman deşiricilik (dilencilik), kimi zaman da babası Muharrem Ertaş’la çalgıcılık yaparak geçmiş. Rahmetli babam, “Kara Neşet köçeklik yapardı düğünlerde” diye onu sevgiyle anlatırdı. Kırıksoku abdal köyüydü, ana yola yakındı, oradan gelip geçerken çocuk Neşet Ertaş’ı görecekmişim, yanık bir uzun havanın uçuculuğunda kaybolacakmışım gibi heyecanlanırdım. Benim çocukluk, hatta ilkgençlik yıllarımda düğünlerde abdallar çalgıcılık yapardı. Bir iki öykümde ve Emanet Gölgeler Defteri’nde biraz bahsettim bundan. Büyük bir hayranlıkla izlerdim abdalları. Neşet Ertaş’a gönül borcumu ona bir öykü ithaf ederek ödemeye çalıştım. Artık türkü yakılmıyor olması, o kültürün kaybolup gitmesi kahrediyor beni. Yazarken, metnin atmosferine uygun müzik dinlemeyi severim. Öyle güzel türkü sözleri var ki, her biri için bir öykü yazabilirim.

‘… bazen sığınacak dal arayan yaralı bir kuş bazen de doruklarda süzülen bir kartal kanadı…’ diye tanımlıyorsunuz bağlamayı… Kimleri severek dinliyorsunuz?

En başta türkü tabii. Neşet Ertaş, Hacı Taşan ve yine aynı damardan Seyit Çevik. Her tür müziği dinliyorum esasında. Sanat müziğini de çok severim, özgün müziği de. Ahmet Kaya mesela. Etnik müzikler, caz, biraz arabesk, klasik müzik…

Bir selam da Kavafis’e göndererek; şehir gerçekten insanın arkasından gelir mi? Dahası: Bu durumun ‘sanıldığının’ tersine, iyi olma ihtimali var mıdır?

Bütün yaşadıkları insanın arkasından gelir aslında. Bunun iyi mi kötü mü olduğunun bir önemi yok; insan nereye gitse içini de götürüyor çünkü. Roland Barthes, “bir insanın memleketi çocukluğudur” der, ardımızdan gelen şehir değil de çocukluğumuzdur belki. Bilirsiniz, ‘çocukluk da gökyüzü gibidir, hiçbir yere gitmez.’

Yazmak ve okumak bahsi için de sormak isterim: ‘Derler ki, anlatmak kendini susturmaktır. İçinde seni kovalayan ne varsa hepsini bir köşeye sıkıştırmaktır.. aynı zamanda.’ Bu ifadenizi yazmak bağlamında da düşünebilir miyiz? ‘Çocukken karanlık bir ormanda ışığı yanan bir kulübeye rastlandığı için seviyordum okumayı’ diyor, kahramanlarınızdan biri. Sizin eskiden bugüne… ışıklı kulübeleriniz kimler?

Evet, unutmak için yazarız bir anlamda; o yüzden harflere sığınırız, yazdıkça da hatırlarız. Okurken de başkalarını kendimize mi anlatıyoruz, bilmiyorum. Emanet Gölgeler Defteri’nin Yağız’ı gibi benim de sığınağım kitaplar oldu her zaman. Benim ışıklı kulübelerim bir hayli fazla; tabii zaman zaman değişiyor, yenileri ekleniyor, bazıları ormanda kayboluyor ama her zaman güvenilir, aydınlık, sıcak bir yuva olmayı sürdürüyorlar. Bu tür sıralamalarda bazı isimlerin unutulacağı gerçeğini de göz ardı etmeden ilk karşıma çıkanları söyleyebilirim: Proust, Woolf, Marquez, Faulkner, Çehov, Mansfield, Yaşar Kemal, Tanpınar, Oğuz Atay, Sait Faik, Hasan Ali Toptaş, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Şükrü Erbaş…

--

--