Fehim Işık’la Türkiye’nin Savaş Hali Üzerine

Jiyan’ın Sesi
Jiyaninsesi
Published in
10 min readJul 12, 2015

Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin Suriye’ye müdahale çabaları ile seçim süreci ve AKP’nin çözüm süreci politikaları üzerine gazeteci-yazar Fehim Işık ile söyleşi yaptık.

Pınar Yiğitoğulları: Sizce AKP hükümeti neden bir anda çok hevesle başladığı çözüm süreci siyasetinde bu kadar büyük ve negatif bir değişikliğe gitti?

Fehim Işık: Hem devlet açısından hem de PKK açısından 2013’ün başında başlayan çözüm süreci aslında bir birikimin sonunda ortaya çıkmış bir sonuç. Bu durum, 93’lerden itibaren Kürt hareketinin sorunun diyalogla çözümü için başlatmış olduğu bir çabanın devamı şeklinde gelişti. Kürt hareketinin Özal’la başlayan diyalog arayışları, daha sonra araya giren Tansu Çiller, Mehmet Ağar ve Doğan Güreş konsepti ile kanlı bir şekilde kesildi. 96’larda Erbakan’ın da dahil olduğu bir başka diyalog girişiminden sonra nihayet 2008 yılı sonlarına doğru Oslo süreci başladı. Oslo sürecinde taraflar doğrudan görüşüyorlardı. Silvan olayları bahane edilerek bu diyalog kesildi ve devamında Sayın Öcalan’ın tecrit altında tutulduğu yeni bir kanlı dönem daha başladı. PKK bir taraftan devrimci halk savaşı adını verdiği yeni bir konseptle alan hakimiyeti sağlama çabasına girdi. Bu arada Ortadoğu’daki kriz büyüyerek Türkiye’nin kapısına dayandı. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde 2012’de Öcalan’ın dönemin başbakanı Erdoğan’a yazdığı mektuba cevap verilmesiyle birlikte yeni bir süreç başladı. Ben bu gelişmelerin, Ortadoğu’daki gelişmelerden, PKK’nin alan hakimiyeti konseptiyle mücadeleyi yeni bir biçimde yürütmeye başlamasından bağımsız olduğu inancında değilim. Cezaevlerindeki açlık grevleri de anılan dönemde Öcalan’ın gücünün görülmesi açısından önemli bir noktaydı. Hatırlanacaktır, hiç kimsenin bitiremediği, binlerce kişinin ölüm noktasına geldiği bir açlık grevini Öcalan tek bir talimatla bitirebildi. Tabi bu Öcalan’ın Kürt kitlesi ve hareketi üzerindeki etkisini de net olarak göstermiş oldu. Devletin yapabileceği başka şey yoktu. Buna karşın hükümet çok da iyi niyetli adımlar atmadı. Kürt hareketi, PKK, geçmiş yılların tecrübeleri üzerinden sürece hep ihtiyatlı yaklaştı, haklı olarak. Ama bir şey de var, ilk kez karşılıklı ateşkes sağlandı. Bu ateşkes 2013 Mart’ında resmileşti. Daha önceki dönemlerde ateşkes girişimleri hep tek taraflıydı, Kürt hareketinin silahları susturmasıyla oluşan bir durumdu. TC tarihinde çift taraflı ateşkes bir ilkti ve bu nedenle önemliydi. Ne yazık ki bu dönemde PKK gerillalarını geri çektiği halde hükümet gerekli adımları atmadı. Bir müzakere ve ateşkes süreci başlamış olmasına rağmen devlet bölgedeki askeri gücünü tahkim etme, güçlendirme yoluna gitti. Karakol ve kalekolların yapımlarına devam etti. Bölgede savaş koşullarını artıracak askeri faaliyetler devam edince PKK geri çekilmeyi durdurdu. Orada hükümetin niyeti bir bütün olarak sorunu çözmek değil, daha çok sorunu kendi ekseni çerçevesinde çözeceği noktaya getirmekti. Kürt hareketinin uzun süren çabalarından sonra bu nispeten aşıldı ve seçim öncesi Dolmabahçe Mutabakatı açıklandı. Ancak Erdoğan bu mutabakatı yok sayan bir tutum içine girip izleme heyetini tamamen ortadan kaldıran bir yaklaşım geliştirdi. Bu yaklaşım, resmen olmasa da aslında çözüm sürecini bitiren bir noktaydı… Tabii şunu biliyoruz, taraflar birbirini çok iyi tanıyor; arada uzun yıllar devam eden resmi ve gayri resmi diyaloglar var; her iki taraf da bu durumun gelişebileceğine dönük bir öngörüyü kuşkusuz tahmin ediyordu. Bir şey daha var; seçim döneminde özellikle Erdoğan kendisini ciddi anlamda bir kez daha AKP’nin tek başına oluşturabileceği bir iktidara odaklamıştı. AKP’nin iktidar olanağını tekrar elde edebilmesi için de bir şekilde HDP’nin siyasal hedeflerine ulaşmaması, barajı geçmemesi lazımdı. Fakat HDP’nin, Kürt siyasal hareketinin Erdoğan’ın dayatmalarını reddetmesi, bağımsız hareket etmesi ve siyasetini Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununu da bu anlayışla çözme noktasında geliştirmesi, Erdoğan’ı zor durumda bıraktı. Bu nedenle olacak ki Erdoğan çözüm sürecini bir tehdit unsuru olarak kullanmaya çalıştı.

PY: Şimdi durum ne?

İşin reel boyutundan bakınca, böylesine deneyimli, dengeleri değiştirecek bir güce erişmiş, parlamentoda 80 milletvekili ile temsil edilen bir siyasi hareketin, aynı zamanda Ortadoğu’da rüştünü ispat etmiş, Suriye’de, Rojava’da düşündüklerini pratiğe dökmüş bir anlayışın çok da alt edilebileceği inancında değilim. Bundan sonra da iktidarda her kim olursa olsun, çözüm sürecini zorlayarak değil çözüm sürecine dönük, diyalog ve müzakereyi geliştirerek adımlar atmak zorunda. Aksi durum zaten savaşın büyümesinden başka sonuç vermeyecektir. Suriye’de de yaşanan buydu. Eğer işin başında Esad gerçekten ülkedeki demokratik muhalefeti önemseyen bir tavır takınsaydı, Suriye’deki iradeyi önemseyerek demokratik adımlar atma yoluna gitseydi şu an Suriye’de bir iç savaştan, milyonlarca insanın ölümünden söz ediyor olmayacaktık. Ama Esad o basireti göstermeyince, başkaları da bundan yararlandı. Türkiye’deki durum da aynı böyledir. Sorunu demokratik yollarla ve müzakereyle çözme yolunda adım atmazsanız en nihayetinde çatışma başladıktan sonra artık tek bir müdahil güçten, tek bir aktörden söz edebilmek mümkün olmayabilir. Ortadoğu’nun kendisi zaten kaynayan kazan, böyle bir ortamda yüzlerce müdahil çıkar. Uluslararası güçler, Rusya’dan ABD’ye ve İran’a kadar tüm aktörler kendi çıkarları üzerinden gelişmelere müdahale etmeye başlar ki sorun içinden çıkılmaz bir hal alır. Sorunun esas çözümü demokratik müzakereler ile çözümü geliştirmektir. Türkiye bunu düşünmeli.

fehim_isik_kurtler_suriyede_bizim_yonetim_modelimizden_baska_secenek_yok_diyor_h44177_faa85

PY: Şunu diyebilir miyiz, Türkiye yıllardır Kürt sorununu çözmeyi yalnızca kendi askeri gücü çerçevesinde karşı tarafı dar bir alana sıkıştırmak olarak mı görüyor?

FI: Savaşan güçlerin asıl hedefi birbirini yenmektir. Bu güçleri masaya getiren temel etken ki dünyanın her yerinde de bu böyledir, biri diğerini yenemiyor olduğundandır. Kürdistan’da PKK 1978’de ilk kurulduğunda da, 1984’de silahlı mücadeleye ilk başladığında da temel hedefi Kürdistan Devriminin Yolu adını verdiği manifestoda yazıldığı biçimdeydi; yani hedef bağımsız birleşik sosyalist Kürdistan kurmaktı. Cumhuriyetin kuruluşundan beri de Türkiye’nin tek hedefi tamamen tekçileştirmek oldu, yani Türkiye’de yaşayan herkes Müslüman, Türk, Sünni ve Hanefi olmalıydı. Tamamen devlete biat isteniyordu. Bu nedenle pek çok halk katledildi, asimile edildi, yok edildi. Ama Türkiye’de uygulanan bu tekçi faşizan anlayış Kürtler ve Aleviler’i bitiremedi. Dolayısıyla taraflardan biri diğerini alt edemeyince, diyalog devreye girdi. Yani diyalog daha savaş ve çatışmalar devam ederken zaruri olarak gelişti. Yoksa devlet baştan beri sorunu bir diyalogla çözme niyeti taşımıyordu. PKK’yi bitirmeyi, yok etmeyi amaçlayan bu politikalar da anlattığım durumun bir parçasıdır. Devlet hep kendi çıkarları paralelinde ve kendi belirlediği sınırlar üzerinden hareket etti. Ancak PKK ‘nin durumu daha farklıydı, 1990’ların başından itibaren sorunun artık silahla çözülemeyeceğini öngördü ve programında değişikliğe gitti. Başlangıçtaki hedefi olan bağımsız birleşik sosyalist Kürdistan yerine birlikte yaşamı savunan yeni bir siyasal yaklaşımı benimsedi; bununla birlikte diyalog ve müzakere yollarını da zorladı. Devlet her seferinde bu isteğin önüne set çekti. Örneğin Özal döneminde gelişen kısmi diyalog sürecindeki bazı olayların yanıtını hala bulabilmiş değiliz. Bir cumhurbaşkanının hala nasıl sıradan bir insan gibi hastaneye yetiştirilemeden yolda öldüğünü izah edemiyorlar. Özal’ın zehirlenmiş olma ihtimali üzerinden gelişen bir cinayet şüphesi hala var. Yine o dönem Eşref Bitlis’in çözüme farklı yaklaştığı bir sırada esrarengiz şekilde uçağı düştü. Tuğgeneral Bahtiyar Aydın ile Albay Rıdvan Özden’in ölümü gibi bazı olaylar da gösteriyor ki devlet kendi içinde de çatışma yaşıyordu ve çözümden yana olmayanlar ağır basıyordu. Devlet içinde çatışma ve savaşın devamlılığından yararlanan karanlık güçlerle, JİTEM ve köy koruculuk sisteminin devamını isteyen çıkar grupları da vardı. Hal böyle olunca çözüm hiç bir zaman istendiği gibi ilerlemedi. AKP de, iktidarı döneminde sorunu hep kendi belirlediği sınırlar içinde çözme yoluna gitti. Düşünebiliyor musunuz, bu ülkede çok ağır bedeller ödemiş bir halkın sorununu çözme noktasında yöneticiler anadilde eğitimi hala bir kırmızı çizgi olarak telaffuz edebiliyorlar. Siz 20 milyon Kürdün sorununu çözemeye yelteneceksiniz ve onun diliyle eğitimini engelleyeceksiniz ya da dağlarda bir kavgaya inandığı için bulunan binlerce gencin ne olacağını düşünmeyecek, gelince neyle karşılaşacaklarını belirtmeyecek, geleceklerini güvence altına almayacaksınız. Devlet böylesi bir teslimiyet olgusu ile çözüm üretemez. Ayrıca siz sadece tek başına Kürt sorununu çözeceğim diye de ortaya çıkamazsınız. Çünkü o zaman sorunun bir tarafı daima eksik kalır. En nihayetinde bu sorun Türkiye’deki demokrasi sorunundan, kadın sorunundan, ekonomik sorunlardan bağımsız ve kopuk değil. Siyasal partiler yasasından, Anayasa’nın yeniden yazılmasına kadar varolan her durum Kürt sorunu ile ilintili sorunlar. O nedenle de tüm bu sorunlara ortak bir çözüm bulma anlamında yaklaşmak gerekiyordu. Oysa devlet hala kendi egemenlik sınırları içinde ve kendi bilindik anlayışıyla yaklaşıyor olaya. Bugün Erdoğan’ın Kürt sorunu yoktur demesi de bu anlayışın bir tezahürüdür. Kürtler bunca yıldır kendi dilini unutmadıysa bu zaten Kürtlerin temel sorununun bir varlık yokluk sorunu olmadığını, özgür bir yaşam sorunları olduğunu gösteriyor. Meseleye halkların demokratik beklenti ve ihtiyaçlarını toptan güvence altına almak anlamında yaklaşılmalıydı. Devlet hala bunu telakki edemedi.

İktidardaki güç, özellikle kendi iktidarını pekiştirdikten sonra güç zehirlenmesi yaşadı. Erdoğan bu güç zehirlenmesinin ardından ülkeyi tek başına yönetmeye kalkıştı. Tek başına toplumu yönetmeye kalkışan birine ancak biat ettiğiniz sürece, tabii ki adına çözüm denirse sorunlarınız çözülür. Biat yaklaşımı demokratik mücadele içinde olmaması gereken, tamamen dışlanması gereken bir durumdur. Kürt hareketinin de yaptığı bu. Son günlerdeki tartışmalardan biri de bu. Biliyorsunuz, 4 aydır Öcalan ile HDP heyeti görüştürülmüyor. Ama öte yandan bazı AKP yetkililerinin Öcalan ile görüştüğüne dair haberler alıyoruz. Burada istenilen şey farklı. Hatırlarsınız; seçimden önce Öcalan’ın HDP’nin bağımsız adaylarla seçime katılması yolunda bir isteği olduğuna ve başkanlık sistemine karşı çıkmadığına dair haberler yayınlandı. Oysa böylesi bir durum varsa rahatlıkla Öcalan ile görüşülür ve mesajı kamuoyuna duyurulurdu. Görünen o ki Öcalan’ı bu temelde ikna etmeye kalkmışlar ama başarılı olamamışlar. Bu ikna girişimlerinin seçimden sonra da olduğuna dair haberler basına yansıdı. HDP dediğimiz yapılanma 1993’den beri devam eden bir siyasal değişimin demokratik zemindeki izdüşümüdür. Bu yapı 7 Haziran’da farklı siyasal ittifakların da bir araya gelmesiyle güçlü bir biçimde Meclis’e girdi. Diğer bir biçimiyle HDP, AKP’nin dar bakış açısına hizmet etmeyecek kadar güçlü bir yapıdadır. Bunu Öcalan da bilir. Bu anlamıyla Öcalan’a yapılan baskı ve ikna çabaları da tamamen beyhude bir çabadır. Öcalan, en başından beri müzakere heyetine “Ben kolaylaştırıcı ve geliştirici bir rol oynarım” diyordu. Bu tutumuyla aslında devletin muhatabı olacak olan nihai karar mekanizmasını tek noktaya odaklamayarak, hareketi bir anlamda özgürleştirmiştir. Onun, “Ben silahlı mücadeleyi bitirmem ama silahlı mücadelenin bitmesi için gereken koşulların oluşmasına katkı sağlarım” demesini de bu biçimiyle algılamak lazım. Öcalan bu bakış açısıyla kendisini aynı zamanda bir ideolojik önderlik olarak geliştirdi. Görünen o bu devletin arzuladığı bir şey değil. Onlar nasıl ki Erdoğan ülkeyi tek başına yönetmek istiyorsa aynı şeyi Kürt tarafı için Öcalan’ın yapmasını beklediler. Böylesi bir gelişme onların işini kolaylaştıracaktı.

PY: Suriye’deki gelişmeler özellikle son zamanlarda ABD’nin Kürt güçlerini bu savaşta takdir etmesi ve IŞİD ile mücadeleye sonuna kadar devam edeceğini açıklaması, iç siyaseti nasıl etkiler? Suriye’ye girme konusunda AKP’nin frene basmasına yardımcı olur mu dersiniz?

FI: Erdoğan’ın Suriye’de 2011’den beri süren iç savaşı fırsat görüp Mısır’daki İhvan (Müslüman Kardeşler) çizgisini Suriye’de hakim kılma çabası başladığı günlerden itibaren hem içerdeki muhalif kesimler, hem de El Nusra Cephesi ve benzeri yapılar, Kürtleri dar bir alana sıkışmış, etkisi sınırlı, pasifize edilmiş bir halk olarak görüyor ve ciddiye almıyorlardı. Deyim yerindeyse Kürtleri çantada keklik sayıyorlardı. O dönemde Rojava’da farklı cephelerden oluşan Kürtler bir araya geldiler iki farklı cephe altında örgütlendiler. PYD’nin de içinde yer aldığı Batı Kürdistan Halk Cephesi (MGRK) öncülüğü aldı ve giderek bölgelerde Halk Meclisleri aracılığıyla yönetimler oluşturulmaya başladı. Tam o dönemde 2012 ‘de İhvan zayıflamaya başlayınca Türkiye El Nusra’yı bölgeye sokup açıktan destek vermeye başladı. Kanaatim o ki ABD bu dönem müdahil olmaktan öte izlemeye geçti. Zaman içinde Kürtler kantonlaşmaya doğru evrilince Türkiye bu sefer bölgeyi El Nusra’dan devralan IŞİD’i Kürtlere karşı kullanmaya başladı. Musul’un ele geçirilmesi ve Şengal’e saldırı,ardından 2014 Kobane saldırısı aslında Kürtler için deyim yerindeyse bir varlık yokluk savaşına dönüştü. Bölgedeki yerel halklar içinde IŞİD’e karşı ölümüne direnci ve savaşı yalnızca Kürtler sergiledi. Bütün bunların, hem ABD’nin hem de koalisyonu oluşturan diğer ülkelerin ilgisini çektiğini düşünüyorum. Yoksa Kürtleri sevdiklerinden dolayı ‘hadi onları destekleyelim’ noktasına gelmedi kimse. Batı cihadçı örgütleri tehdit olarak görüyor ve bu örgütlere karşı en etkili mücadeleyi veren taraf olduğundan şu an Kürtlere destek veriyor. YPG ve YPJ’yi desteklediklerini hem ABD Başkanı Obama, hem de ABD Savunma Bakanı aracılığıyla açıklanmasının bir anlamda Türkiye’ye bir yanıt olduğunu da düşünüyorum. Türkiye’nin, esasen Suriye’ye, Kasımpaşa‘da bir kahveye girer gibi kolaylıkla girebileceğini düşünmesi en başından beri çok gerçekçi değildi. Böylesi bir gelişme bütün dünya güçlerini karşısına almakla beraber, savaşı aynı zamanda ülke içine de çekmektir. Bu yönüyle AKP’nin kendi medyasıyla yaydığı söylemlerin biraz da iç politikaya yönelik bir algı operasyonu yaratmak için olduğunu düşünüyorum. Bölgede Kürtlerin oluşturmaya çalıştığı ortak yaşam modeli tam da Ortadoğu’ya özgü en demokratik model niteliğinde olduğundan, iç siyasete bunu sanki Kürtler bölgede etnik temizlik yapıyor ve sınırımızda bir tehdit oluşturuyor gibi yansıtmaya çalıştı hükümet. Tabi süprizlere de kapalı olmamak gerek. Erdoğan’ın tutumu, zamanında Saddam’ın bir gecede Kuveyt’i işgal etmesine ve peşinden yaşananları hatırlatıyor. Saddam da o dönem içine girdiği güç zehirlenmesiyle hareket ederek bir milyon insanın ölümüne neden olan ve ülkesini derin bir felakete sürükleyen bir yanlışı yaptı. Osmanlı’nın yeni tip versiyonu yayılmacı ve Kürt karşıtı bu politikaların yanlışlığı da ortada. Saddam döneminde şayet demokratik ilkelerle güçlendirilmiş, tüm halkların ortak yaşamını esas alan bir formül benimsenmiş olsaydı belki bugün Irak Ortadoğu’nun en zengin, en renkli kültürüne sahip, en gelişmiş ülkesi olacaktı. Umarım Türkiye’de böyle bir yanlış yaşanmaz.

PY: Kürt halkının direnişinin, Batılı ülkelerin ilgisini ve takdirini kazandığı şu günlerde acaba PKK’nin terör listesinden çıkarılması söz konusu olabilir mi dersiniz, bu konuda diplomatik çalışmalar var mı?

FI: 1991’deki Güney Kürdistan’daki güçleri destekleyen onların bir hükümet olmasında ciddi katkı sağlayan, öte yandan defalarca Beyaz Saray’da Kürt yetkililerini konuk etmiş olan Amerika’nın o bölgenin iki büyük partisini, Celal Talabani’nin lideri olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni ve Mesud Barzani’nin lideri olduğu Kürdistan Demokrat Partisi’ni terör listesinden çıkarması 2014 yılındadır. Bu partilerin liderleri ve yöneticileri bir taraftan Beyaz Saray’da devlet başkanlığı düzeyinde resmi protokolle ağırlanırken öte yandan terör listesinde tutuluyordu. Ben bu terör listelerinin diplomatik anlamda kullanılan bir silah olduğu inancındayım. Bu örnekten yola çıkarak söyleyebilirim ki ABD ve Avrupa açısından YPG ve YPJ’nin, PYD’nin Türkiye’de olduğu gibi terörist olarak yaftalanması değil, binlerce yıldır yaşadığı toprakları, canını, namusunu savunan bir güç olarak algılanması önemli.

PY: Türkiye’nin bir Kürt Devleti’ne komşu olma olasılığı Erdoğan’ı ve hatta milliyetçi kanadı neden bu kadar rahatsız ediyor, sizce ?

FI: Bu soruya cevap vermeden önce bir hatırlatma yapmak istiyorum. 1991’den sonra dönemin yöneticilerinin Irak’la ilgili yaptıkları açıklamaları hatırlayalım. O zamanda ne pahasına olursa olsun fırsat vermeyiz, bunu savaş gerekçesi sayarız ile başlayan ve bir yandan dünyaya, öte yandan Kürtlere ayar vermeye çalışan söylemler olmuştu. 91’de Irak’ta yaşanan olaylar esnasında ayar veren o yöneticiler kısa süre sonra Kürdistan hükümeti yetkililerini kırmızı halılarla karşılamak zorunda kaldılar. Hatta o da yetmez Mesud Barzani’nin Türkiye’ye gelmesi için diplomatik teamüllerin de dışına çıkılarak defalarca davetler yapılmış, ancak Barzani istediği koşullar sağlanmadığı için gelmeyi reddetmişti. Şimdi aynısını Suriye ve Rojava Kürtlerine yapıyorlar. Ben bunların tümünün Türkiye’deki milliyetçi duyguların değişmemesine bağlıyorum. Eğer o bölgeyi yakından takip etseler şunu çok somut gözlemleyebilirler. O bölgedeki Kürt siyasal hareketi tüm halkların birlikte yaşayabileceği demokratik özerkliği savunuyor, Suriye’nin özgürleşmesinden sonra oradaki tüm halkların kendisini ifade edebileceği Suriye demokratik cumhuriyetini savunuyor. Böylesi bir yaklaşım Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da yaşayan 20 milyon Kürt için de olumlu bir göstergedir. Oysa yönetenler hala mevcut baskıcı ve antidemokratik durumun devamı için çabalıyorlar, yanı başında olacak olan özgürlükçü gelişmeleri de bu anlamda ne kadar erteleyebilirsek o kadar erteleyelim hesapları ile yürüyorlar. Asıl korku demokrasidir, özgürlüktür. Bu bölgenin halkları yıllardır ağır bedeller ödüyorlar ve eninde sonunda hak ettikleri özgürlüğü de elde edecekler. Son gelişmeler de gösterdi ki Kürtler yalnızca kendi hakları için mücadele etmiyor. Bugün IŞİD gibi faşist, yayılmacı, ceberrut örgüte karşı tüm halklar adına savaşıyor. Çünkü biliyor ki bu topraklarda tüm halklar birlikte yaşayacaktır.

--

--