Kürkçü: “Rojava geleceğe yapılmış bir yolculuk gibi”

Jiyan’ın Sesi
Jiyaninsesi
Published in
9 min readJul 5, 2015

7 Haziran seçimleri eşitlik ve özgürlük talepleri olan seçmenlerin kazanımıyla sonuçlandı. Bu barış, eşitlik ve özgürlük talebi olan toplumsal iradeyi son dönemdeki barış karşıtı siyasete de bakarak, temsil hakkında Hdp’nin önünde zor bir süreç var. Hdp’nin bu konuda çalışmaları ne yöndedir?

Her şeyden önce ben Türkiye’de Kürt meselesinin barışçı demokratik bir çözüm yoluyla aşılmasını talep eden insanların, partimize verilen oydan çok daha fazla olduğunu biliyorum. Şu an kamuoyu yoklamaları çatışmasızlık ve çözüm sürecinin sürdürülmesi doğrultusunda kamuoyu desteğinin %70 civarında olduğunu gösteriyor. Bu çok geniş bir dayanak, çözüme ve barışa ilişkin. Dolayısıyla çözüme ve barışa dönüşmesi bizim için en önemli meselelerden biri. Bunun karşısında hükumetin iradesizliği, daha doğrusu barış iradesinin zayıflığı, öte yandan MHP’nin dayatmalarıyla barış sürecinin sonlandırılması gayretleri var. Tabii bunların siyaseten izole edilmesi gerekir. Her şeyden önce MHP’nin yarattığı, kendi tabanının bile taleplerini tam olarak yansıtmayan, çünkü otomatik olarak her MHPli barış karşıtı anlamına gelmiyor. Tabanının bile eğilimlerini yansıtmayan bir dayatmacılık, bir barış karştlığı, bir Kürt düşmanlığı siyaseti var ve bunun tecrit edilmesi gerekiyor. İkincisi AKP öyle görünüyor ki olası her koalisyonda hükumet partisi olacak. AKP’nin de başlattığı çözüm sürecindeki duraksamayı ortadan kaldırıp, yola koyulmasını sağlamak gerekiyor. Biz bunun için iki farklı taktik izleyeceğiz. Birincisi; halkın barışa olan desteğinin ve çözüm talebinin dillendirilmesi için Türkiye’nin her yerinde, tabii ki Kürtlerin yaşadığı her yerde, yani batıda da İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde de “Barış Mitingleri” düzenlemeyi düşünüyoruz. Halk taleplerinin dile geleceği barış ve çözüm konularının etrafında büyük kitlelerinin toplandığı, kamuoyunun ilgisinin ve dikkatini barışa yönelmesi için bir dizi etkinlikler planlıyoruz. İkincisi; Hükumetin nezdinde de çözüm müzakerelerinin bir an önce başlaması için diplomatik ve politik faaliyet göstereceğiz. Geçtiğimiz günlerde barış görüşmelerini sürdüren heyetimiz sürecin akamete uğratılmasının olası sonuçları hakkında bir açıklamada bulundu. Öcalan’la görüşmelerin başlaması en önemli meseledir. Öcalan devrede değilse esasen bir barış müzakeresi yapılamıyor demektir.

Peki birkaç gün önce Ufuk Uras Hayat Tv’de, hükumetin seçim öncesinde bir, sonrasında da üç kez Öcalan’la görüştüğünü, yetkililerin Öcalan’ı ikna edemediğini söyledi. Bu konuda bir bilginiz var mı?

Bundan haberim yok. Öcalan’dan duymadıkça hiçbir şeyin sahiciliğine inanmam doğrusu. AKP’nin görüşmemesi diye bir ihtimal düşünülemez Öcalan’la, onlar diledikleri zaman görüşebilir. Öcalan onları reddediyorsa bir bildiği vardır. Çünkü tek taraflı görüşmelere razı olmadığını biliyoruz. Öcalan gibi birisine de böylesi yakışır. Hükumetle görüşüp, HDP’yle görüşmemeye razı olmaz. İmralı’daki bütün çabası da, hükumetin süreç içinde biz ve KCK ile görüşme zemini sağlaması üzerineydi. Büyük olasılıkla doğrudur ama ben bilmiyorum.

mo_Kurkcu_E-023

Önümüzdeki hafta koalisyon görüşmeleri başlıyor. Sizin de açıklamalarınızdan anladığım kadarıyla ve yinelemek gerekirse, “eşitlik ve özgürlük” isteyenlerin partisi oldu HDP. Koalisyon görüşmelerinde bu kesimi memnun etmeyen bir sonuç beklenebilir mi?

Koalisyon görüşmelerini muhtemelen son güne kadar süreceğini düşünüyorum. Yani partilerin 45 günlük süreyi değerlendireceğini düşünüyorum. İki koalisyon seçeneği var, üç seçenek yok. Ya AKP-CHP koalisyonu ya da AKP-MHP koalisyonu oluşacak. MHPli koalisyon barış, çözüm, demokrasi, eşitlik ve özgürlük talep eden hiç kimse için bir ehven-i şer sayılamaz. Yani kötünün iyisi denemez, kötünün kötüsü olabilir. Özellikle içinde MHP olduğundan ötürü değil, MHP’yle beraber AKP’nin son derece kötü, patlayıcı bir karışım oluşturmasıyla ilgili. Her ikisinin milliyetçi partilileri birbirlerini tetikleyerek her şeyin içinden çıkılmaz hale getirebilir. Ama öte yandan tabii içinde bu madde de olsa, Türkiye’deki hiçbir hükumet var olan toplumsal dengeyi, oluşmuş bulunan mutabakatları tamamen yok sayamaz. Herkesin siyasi meşrebi onun hükumet tarzına da yansır. Böyle bir hükumetin ne olacağını merak ederseniz Mersin Belediyesi’nin icraatlarına bakabilirsiniz. MHP belediyesi icraatıdır ve CHP tarafından destek alınarak yerel yönetime gelmiştir. Onlara baktığınız zaman tüm Türkiye’nin kamusal alanı Mersin’e benzeyecek demektir. Yani MHPli hükumet seçeneğinin kötü bir seçenek olduğunu düşünüyorum. CHPli hükumet seçeneğinde ise ister istemez CHP’nin temsil ettiği kitleler ve onların talepleri bakımından, uzlaşma kapıları açık kalabilir. Biz bununla ilgiliyiz. Aslında AKP-MHP hükumetinde de müzakere ve çözüm kapısının açık durması talebiyle biz bu sürece alttan tartışmaya dahil olabiliriz.

Aslında AKP-MHP’nin çözüm sürecinden anladığı da aynı şeyler gibi görünüyor.

Yok, öyle değil. Öyle olsaydı iki ayrı parti olmazlardı. Aralarında farklar var ama sonuç olarak Tayyip Erdoğan’ın sürdürdüğü siyaset AKP’yi bir çözümsüzlüğe sıkıştırdı. Kendisini kurtarır kurtaramaz Davutoğlu hükumeti bu bilinmez. Ama MHP’yle yakınlaştığı zaman kurtaramaz. CHP yaklaştığı zaman belki kurtarabilir. Çünkü CHP aslında çözüm ve müzakere sürecinin önceki şeklinden yana olmadığını ifade etmişti. Yani bu durumda çözüm kapısı açık kalır. Buna göre 7 Haziran seçimlerine eşitlik, özgürlük talebiyle girenlerin ihtiyaçlarını MHP karşılayamaz. Onların taleplerinin sözcüleri de biz olmaya devam edicez.

Mart 2012’de Express dergisinden İrfan Aktan’a, Roboski incelemesinden sonra verdiğiniz röportajda, “Hükumet işine gelmediği zamanlarda Kürtlere karşı 90’lara dönerim sinyali veriyor” minvalinde açıklamanız olmuştu. Bu öngörüye dayanarak 7 Haziran öncesindeki provokatif eylemleri de göz önünde bulundurup, hükumetin yine işine gelmediği zamanlarda 90’lara dönme tarzında siyaseti olur mu?

Bir kere felsefi olarak dönemeyiz. Tarih hep ileriye doğru akar, o yüzden dönemeyiz. 90’ların uygulamalarına fiili olarak da dönmek isterler. Ancak halk buna izin vermeyecektir. Tabii bu çatışma dayalı bir iklime geri dönülebilir, bu ihtimal var. Şimdi bir gözünüzün önüne getirin, Kürdistan’da Anap’ın, Refah Partisi’nin büyük bir çoğunlukla egemen olduğu tabloyu, o zamanlar özgürlük hareketi aşağıda onlar yukarıdaydı, şimdi bu tablo tamamen tersine dönmüş durumda. AKP tabela partisi olmuş durumda, Saadet’in sözü bile edilmemektedir. Hizbulkontra çoktan çöpe atılmıştır. Kürtlerin açısından da deminden beri sözünü ettiğimiz gibi halk toplulukları arasında eğer barış ve çözüm istikametindeyse genel duygu, , batıda da böyle bir saldırganlık olumlu yankı bulmaz. Bunun geçerli olabilmesi için o kadar çok provokasyonlar yapmak gerekir ki, hangi hükumet bu işe girişirse girişsin asli işi, güvenlik ve asayiş meseleleri haline getirir. Asli işi güvenlik ve asayiş olan bir hükumetse sadece ve sadece halka zulmetmekle meşguldür. Bu bizi bambaşka bir boyuta taşır. Dolayısıyla 90’lara retorik olarak dönme konusunda buna teşnedir her iki parti de, fakat siyasi hakikatler buraya geri çeviremeyecek kadar değişmiştir.

mo_Kurkcu_E-015

Kürtler belki de ilk kez bu kadar mutlu ve umutlu bir yıl geçiriyor diyebiliriz. 100 günü aşkın Kobane direnişi ve gelen zafer, oyunun azımsanmayacak bir kısmını Kürt illerinden alan HDP’nin seçim zaferi ve Tel Abyad. Bunları geniş ölçekte düşünerek özellikle Rojava kantonundaki değişimleri ele alarak soruyorum, feodalitenin yıkılması, kadın özgürlük hareketinin ön plana çıkması vb. Bunlar ilerisi için tüm Türkiye halklarında ışık olabilir mi HDP’nin politikaları açısından?

Şimdi tabii bu Kürdistan için bir ışık. Kürdistan’ın da Türkiye sınırları içinde var olduğuna göre zaten bu kendi doğal etkisini bütün yaşam alanlarına doğru taşıyor. Özellikle sizin de değiniz gibi Kürtler arasındaki büyük mutluluk ve sevinç, ya da Tayyip Erdoğan’ı mutlak hakimiyetten kovalayan büyük öfke Kobane’yle doğrudan doğruya ilintiliydi. Türkiye’nin siyasi sınırları ne olursa olsun, sosyal ve kültürel sınırları çok daha geniş bir alana yayılıyor. Şimdi bu ana olgudan hareket ederek, Davutoğlu bütün bunları eskiden olduğu gibi bir Osmanlı hakimiyet alanına geri çevrilebileceğini hayal ediyor. İşte bu onun stratejik derinlik dediği stratejik bir çukur haline dönüşmesidir. Fakat Kürtler açısından baktığımız zaman dört parçanın hangisinde bir ilerleme olursa o bütün öteki parçaları etkisi altına alıyor. Her parçada olan bir mutlak ilerleme anlamına gelmiyor. Örneğin güneyde Kobane’de olan başarılar kuzeyde çok büyük bir heyecanın konusu olmayabiliyor. Çünkü oradaki yönetici kadro Kobane’nin başarılarından o kadar mutluluk duymuyor. Yani parçalı ve dalgalı bir hayat var. Biz Türkiye’ye dönecek olursak, sadece Kürtlerin değil, öte yandan Türkiye’nin bütün ezilenlerin gözünde büyük bir anlama büründü. Aleviler için IŞİD belasının defedilmesinde devletin değil, Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin, YPG’nin, YPG-J’nin yani kadın mücadelesinin başlıca rolü oynayabileceğinin sezgisi var. İnsanlar mesafe ve kültürel olarak uzak yaşamasına rağmen bunların kavramını çok iyi anlayamasalar da, hissediyorlar. Tayyip Erdoğan’ı deliye çeviren her şey onlar için demek ki olumlu gelişme var diye yorumlanabiliyor. Kaldı ki Alevi toplumunun siyasi önderleri, kültürel önderleri, kanaat önderleri bu süreci yorumlayıp halka aktarabiliyorlar. Sonuç olarak şunu diyebiliriz; Kobane, Türkiye iç siyasetinin bir parçası haline gelmiştir. Çünkü Türkiye hükumetinin iç ve dış siyaseti iç içe geçmiştir. Aynı şekilde muhalefette bu süreçte bütün alan üzerinden durumu değerlendirdiğine göre evet Kobane bizim iç siyasetimizin Türkiye’yi nasıl yönetmeyeceğimizin bir parçasıdır. Rojava’da ortaya çıkan Kanton yönetiminin temel haklara yaklaşımının, siyasi haklarına yaklaşımın ve kadın haklarına yaklaşımın tesadüf eseri ortaya çıkmadığını düşünüyorum. Çünkü onlar aynı kaynaktan besleniyorlar. Kürdistan Özgürlük Hareketi nereye doğru yönelirse orada demokrasinin ve özgürlüğün kaynağı haline geliyor. Bu çok beklenen bir şeydir. Ama şaşırtıcı olan insanların belki bu kadar hızlı bir şekilde sürece intibak etmesidir. Ev kadınlarının bir anda silaha sarılıp vatan savunması yapan militanlara dönüşmesi, genç kadınların siyasi istikbal hedefi için YPG-J üyesi olması, bütün bunlar yepyeni bir hayatın özetidir. Özellikle gelecek nasıl şekillenecek diye merak edenlerin, 20 yıl sonra insan yaşamının nasıl değişeceğini merak edenlerin bugün dönüp Rojava’daki yapılanlara bakmalıdır. Rojava aslında zaman içinde geleceğe yapılmış bir yolculuk gibi. Rojava’daki gittiğimde bu kadar geniş tespitleri yapamasam da, hareketin içindeki Enver Müslim, Asya Abdullah, Salih Müslim’in siyaseten ve insani ilişkilerinin bizim devrimci politikacılardan bile çok ilerde olduğunu gördüm.

Dün Ruşen Çakır yazısında, Ankara’dan üst düzey bir yetkilinin gazetecilerle görüşmesinde, “Suriye’de hedef PYD değil, IŞİD’in batıya genişlemesini engellemek” demiş. İktidar yakını gazetelerinde son 10 gündür “PYD IŞİD’den daha tehlikeli” manşetlerini de hatırlatarak, AKP Suriye politikasında bir değişikliğe mi gidiyor?

Hayır. Bu bir mizenformasyon çalışmasının yankısıdır. Dikkatli analiz edilmediği takdirde Türk diplomasisinin bu duruma mecbur kaldığının göstergesidir. Daha basit şekilde ifade edeyim, evet onlar böyle demek zorunda kalmışlardır. Ama bu onların böyle düşündükleri anlamına gelmez. Onlar uluslararası ilişkilerin, dünya dengelerinin ve bölge dengelerinin sonucu olarak ancak böyle konuştuklarında ciddiye alındıklarının farkındalar. Dolayısıyla bugünkü koşullarda dünyadan tecrit olmamak, IŞİD’in ortağı suçlanmaktan kurtulabilmek için yanaşacakları hareket tarzıdır. Böyle bol keseden yapılan bu tür analizlerin bizim Türk diplomasisinin bir fikir vermeyeceğini düşünüyorum. Çarptıkları duvarı bize gösterir. Onların siyasetlerinin değiştiği konusunda bize fikir vermez.

Bugün Yunanistan halkı için belki de tarihi bir gün. Geçtiğimiz hafta Yunanistan’ın ödenmesi gereken 1.7 milyar Euro’yu ödemeliyiz minvalinde bir açıklamanız oldu. Türkiye bugüne kadar başka bir ülkenin borcunu ödemiş midir? Veya hibe yollu bir yardımda bulunmuş mudur? Yoksa dayanışma maksatlı bir sembolik yardım mı bahsettiğiniz?

Şimdi burada bir şeyin altını çizmemiz lazım. Yunanistan devletinin sırtındaki dış borcun miktarı 380 milyar Euro civarında ve hiçbir ülkenin taşıyamayacağı kadar yüksektir. Bu borcun tahsilesi gereklidir. Bu borç komşunun yardımıyla da ödenecek, hatta hiç kimsenin yardımıyla ödenecek bir borç olmadığının idrakindeyim. Ben bu açıklamayı yaptığım tarih IMF’ye borcun ödenmesi gereken son gündü. Ve bu borç ödenmezse Yunanistan temerrüde düşmüş, yani iflas etmiş kabul edilecekti. Şimdi bir hükumetin iflas etmiş veya etmemiş olması arasında fark var. İflas etmiş olan bir ülkenin, neresinden bakarsanız bakın, uluslararası mali iktisadi ilişkilerde çok önemli ölçüde tecrit olduğu anlamına gelir. Ben bunu gündeme getirmeye çalıştım ki, iyi ki de dile getirdiğimi fark ettim. Herkes bu konuyu düşündü. Ben şunu düşündüm ki, herkesin bunu düşünmeye başladığında, aslında Türkiye’nin gerçekte mali anlamda kimsenin bir bilgisi yok. Çok basit bir gösterge, Türkiye’nin karşılıksız insani yardımlarda dünyada üçüncü ülke olduğunu araştırmalarımda fark ettim. Türkiye, ABD ve İngiltere’den sonra en cömert ülkedir. 2013 yılında 1.6 milyar dolar civarında insani yardım kapsamında para hibe etti. Türkiye’nin insanlık uğruna bütçesinden çıkardığı bir meblağdır. İktisadi yardımlar da yapıyor Türkiye, iktisadi yardımlar da toplandığında çok yüksek meblağlar ortaya çıkıyor. İktisadi yardımlar konusunda kesin konuşmayacağım çünkü net bir hesaplama yapmadım. Bunları, alın size hayrımız olsun anlamında değil, çeşitli yardımlara katılmak, borç vermek gibiydi. Devletin elinde iktisadi ve mali açıdan çok kaynak var. Öte yandan Türkiye’nin çok borcu da var. Ancak borcu olan bir ülkenin borç veremeyeceği söylemi çok tuhaf gelir. Önemli olan borcun içerde çevrilip çevrilemediğidir. Örneğin ABD dünyadaki en yüksek borcu olan ülkedir. Bu bağlamda bizim de yapabileceklerimiz var. Yunanistan’da görüp görebileceğimiz en demokrat parti iktidarda, Ege denizi ve Kıbrıs konusunda dördüncü Ordu’yu geri çekip askeri alanda bir kısım maddi kısıtlamalara gitmesini sağlayabiliriz. Bu konuda bizim gibi partilerin de bir kenarda elini ovuşturarak beklemesi çok doğru değil. Yine seçim öncesi İzmir mitingine gelen Syriza yetkilisi Yiannis Bournos’da buraya gelmeden önce Avustralya gazetesini verdiği röportajda bunların hepsini öngördüğünü anlatmıştı. Egemenlerin sorunu Yunanistan halklarına yıkmak istemesinin doğru olmadığını, sorunun Euro olduğunu ve geniş zamanda Avrupa’da daha kapsamlı sorunlar ortaya çıkacağını anlatmıştı.

Syriza üzerinden önceki gün Star gazetesinden Ahmet Kekeç size karşı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı okudunuz mu?

Okudum. Sadece güldüm. Hayatta karşılaştığım sizin gibi biri yok demişim de çok hislenmişte, bunlar çöp tenekesine gidecek laflar. Geriye ne kalıyor. Biz Rumlara para vermeyiz. Cehenneme kadar yolun var. Zaten senin fikrini soran yok. Daha bir argümantasyon kurma ihtiyacı hissetmiyor ve baştan sona yalan bir öykü anlatıyor. Fakat ana fikir şu, komşumuza ne olduğu bizi ilgilendirmez. Dolayısıyla biz onunla düşmanız, biz onun için üzülmek zorunda değiliz. Peki, madem öyle kimin için üzüleceğiz. Ancak seninle aynı inançta olanlar için üzüleceksin. Bu tür yardımlarla bir barış iklimi kurmamız gerekirken, 21.yüzyılda hala haç gerilimini kuruyorsun. Ben de buna ortak olmadığım için aslında insan sayılmamam gerektiğini söylüyorsun ve ben de seni ciddiye almıyorum. Neden alayım.

--

--