Koray Sarıdoğan röportajı

Jiyan’ın Sesi
Jiyaninsesi
Published in
10 min readMay 26, 2016

Nurinisa Eroğlu’nun söyleşisi…

‘Bugünün okuru: Müşteri gibi.’

Koray Sarıdoğan, 1987 Ankara doğumlu. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili Ve Edebiyatı’ndan mezun. Yüksek Lisansını, Sakarya Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. ’KalemKahveKlavye’nin editörü. İlk romanı, Kadran Kadraj 2015 yılında okurla buluştu. Yeni projesi, Rock Kütüphanesi, kısa bir süre önce yayına başladı. Koray Sarıdoğan ile okumak, yazmak, blog ve dergiler üzerine konuştuk.

Üniversiteden başlamak isterim, Türk Dili ve Edebiyatı okudunuz. Orada neler öğrendiniz? Birkaç yıl önce bir öğretim görevlisi, ‘Buralardan Oğuz Atay’ı okumadan mezun olanlar var’ demişti. Durum bu kadar vahim mi? Abartmaya gerek yok mu? Genel olarak edebiyatın lisans düzeyi hakkında neler söylemek istersiniz?

Açıkçası lisansta bize de Oğuz Atay’ı okutmadılar :) Hatta Yeni Türk Edebiyatı derslerinde Orhan Pamuk hayranlığından sırayı bir türlü başka yazarlara getiremeyen bir hocamız vardı. 2009 mezunuyum, şimdi bir şeyler değişmiş midir, bilmiyorum. Fakat benim özelimde değil de her şehre bir üniversite politikasının sonucu olarak bugüne baktığımızda, evet, durum oldukça vahim. Niteliğe değil niceliğe ağırlık verip gövde gösterisi yapıyorlar. O kadar okulu ne yapacaksın, her birine nasıl iyi hocalar yerleştireceksin, oradan çıkan öğrenciyi nerede konumlandıracaksın? Kimse kusura bakmasın ama akademik anlamda, tüm bu üniversitelere yetişebilecek, hem Türk edebiyatını hem dünya edebiyatını hakkıyla anlatabilecek sayıda ve nitelikte akademisyen de yok memlekette.

Ama bir not olarak, lisansımı değil de yüksek lisansımı yaptığım Sakarya Üniversitesi ekolünde, Yılmaz Daşçıoğlu başta olmak üzere, çok sıkı hocalarımın olduğunu ve orada sağlam bir öğrenim gördüğümü söyleyebilirim. Tabii biraz da her şeyi okuldan beklememek, kendi kendini yetiştirmenin yollarını ve hevesini bulmak gerekiyor.

Bir de kişisel okuma süreci var elbette.. Kitaplar ne zaman hayatınıza girdi? Kütüphaneniz size ne kattı? İlaveten: Bir okur olarak kendinizi nasıl tarif edersiniz?

Okumayı okuldan önce öğrendim, o zamandan beri de kitaplar hayatımda diyebilirim. Üniversiteden sonra onlara küstüğüm bir-bir buçuk yılı saymazsak. Kütüphanemin içindeki ve dışındaki kitapların öğrettiği elbette çok şey var. Ama hepsinin üstünde ve ötesinde, okuma eyleminin, yazılı birtakım kaynakları okumaktan ibaret olmadığını öğretti kitaplar. İyi bir okur olduğunuzda, bilgi size kibir değil tevazu katmaya başladığında, başka bir deyişle bilgi, size onun karşısında boyun eğmeyi öğrettiğinde, okuma türlerinizi sınırlandırmayıp her şeye şaşırmaya hazır olduğunuzda, aslında kitapları değil hayatı okumaya başlıyorsunuz. Ve asıl amacın da bu olması gerektiğini seziyorsunuz dolayısıyla. Diğer soruyu da buraya bağlayabilirim: Dünyayı ve hayatı okumak isteyen bir okurum. Bunun için okumaya bir fetiş değil, ayakta kalmanın bir yolu olarak bakmaya çalışıyorum.

Kendi kuşağınız ve sizden öncekiler arasında okur portresi olarak bir terazi kurmanız gerekse neler söylersiniz?.. Hangi dikkatler ağır basıyor mesela veya tercihler, edebiyatı algılama şekli vs.. anlamında.

Aslında üzerine bir küçük kitap yazılabilecek kadar geniş bir soru bu. Her kuşağın edebiyatı ve yayıncılığı kendi handikaplarını doğuruyor kaçınılmaz olarak. Ben kendi kuşağımın durumunu özetleyeyim.

Okurlar yazarları eleştirir normal olarak; bugünün okuru, okurdan çok müşteri gibi davrandığı ve sürekli yazarın/yayınevinin başına kaktığı “parasının” hakkını aradığı için bugünün okuru daha mesnetsiz ve cahil birer eleştirmen haline geldi. Bana göre okur önce kendi “okur niteliğini” değerlendirmeli. Çok katı olmamasını arzulamama rağmen çoğu zaman katı olmak zorunda kalan bir ölçütüm var: Akademik bakış. Bu ifadeden akla belirli bir derecede öğrenim zorunluluğu veya üst telden konuşan elitist bir bakış gelmesin. Akademik bakıştan anladığım şudur: Birincisi kimliksiz okumak; ideolojilerden, inançlardan, cici komplekslerden bağımsız okumak. İkincisi, okudukların arasında tür, içerik, yazar bağlamında ilişkiler kurmak ve çok okuyarak kurulacak bir nitelik ölçüsüne göre gerçekçi karşılaştırmalara tabi tutmak. Kısacası metni ameliyat edebilmek. Bunu yapmadığınız zaman işte, bugün olduğu gibi saçma sapan aşk sözcüklerini, içinde Allah ve ayet geçen ama edebiyatla, dinle veya İslam’la hiçbir ilgisi olmayan kitapları, çay kahve edebiyatını, aşktan-aldatılmaktan-terk edilmekten ibaret metinleri, çok seslilik adı altında geçmişte birbirlerinin gırtlaklarına yapışan yazarları toplayan veya kapaklarında solculuk satıp öte yanda iktidarı yalamak için sıraya giren dergileri edebiyat sanmaya başlarsınız. Bugünün moda tercihlerinden birisi bu.

ea7fd520-b501-4f2c-9a7a-ba2f580286e5

Bir diğeri de çok şükür azalmaya başladığını düşündüğüm underground özentiliği. Ben gerek okur, gerek arkadaş çevresi olarak yeraltının havasını iyi bilen, fanzinlerden dergilere kitaplara kadar hayatlarını sokağın ruhuna ipotek etmiş insanların işlerini okuyarak büyümüş birisiyim. Halen de okuyorum. Bu yüzden de içine biraz küfür, biraz seksizm, biraz anarşizm konulan her eserin yeraltı olmadığını anlayabildiğimi düşünüyorum. Bu kültürün yanlış yorumlanmasının en belirgin sonucu da “aforizma sevicilik” oldu. Daha genç bir yazarken bir süreliğine tuzağına düştüğüm ama yayımlanmış işlerimden temizlediğim bir eğilim olduğu için mutluyum.

Bugünün okuru en az çabayı göstererek, en sığ sularda yüzerek yorulmadan okumanın peşinde. Hatta çoğu zaman sadece okumanın peşinde; anlayıp özümsemenin de değil. Önceki kuşaklarda durum nasıldı? Orada da başka handikaplar vardı, ama edebiyatın (ana akım, popüler edebiyat da buna dahil) bugünkü kadar ayağa düşürüldüğünü hatırlamıyorum.

Okurluktan yazarlığa geçiş süreci nasıl oldu?

Eşzamanlı oldu. İkisi de kendimi bildim bileli hep vardı. Zaten yazarlık, okurluk olmadan olacak bir şey değil. Bugünün yazarı ve yayıncısı iyi okur olmaktan uzak olsa da bu, bu gerçeği değiştirmez.

Kadran Kadraj’dan önce ‘çöpe attığınız’ iki kitabınız var. Ne oluyor da, insan emeğine kıyıyor? Aynı şekilde, tersinden: Ne vakit, ‘hah şimdi oldu!’ deniyor?..

Tersinden cevaplayayım: İnsan, emeğine kıymayı öğrendiği zaman “şimdi oldu” demeye yaklaşıyor. Kusar gibi yazmak yerine yutarak yazmak önemliymiş, Hasan Ali Toptaş’ın sözü bu. Tam olarak başarmış da değilim. Önceki kitaplardan birisi, aşk acısından varoluş sorgulaması çıkarmış, günde beş saatten fazla uyuyamayan depresyonlu bir ergenin, diğeri de ilkinde çok aforizma olduğu için sırf aksiyon yazmak isteyen toy bir yazarın eseriydi. İyi ki biraz yayıncılık çevresi olan veya yayınevi görünümlü ajanslara bayılabileceği parası olan bir yeniyetme değilmişim de bir an önce yayımlatma hatasını yapmamışım diyorum bugün.

Kadran Kadraj’ı “şimdi oldu” diyerek bitirmedim. İçime sinmesini sağlayan şey; bir süre sonra işin, benim onu yazmamdan çıkıp onun kendini bana yazdırmaya başlaması oldu. Metnin ve hikayenin karşısında edilgen kalmak, bir hevesle sayfalarca yazdığın şeyi bir çırpıda silmeyi yazarlık egona yedirmek, hikayenle manevi bir bağ kurmak, eserin içe sinmesine yetiyor. Romanın üzerinde Tanrı sendromuyla tahakküm kurmak yerine patronun hikaye olduğunu kabullendiğinizde, bitmesi gereken yeri ve şekli o söylüyor zaten.

İyi bir yazar. Elinde iyi bir ürün var. Onu yayınlatması ‘eskisi’ kadar zor mu? Bir şekilde yayınlandı, diyelim. Ondan sonraki aşamalar, ‘hala’ çetrefil mi?

Eskisi kadar zor değil, ama keşke olsaydı. Bunu, bu anlamda zorluk çekmiş bir yazar olarak söylüyorum. Yayınevleri ve editörlerin hepsi elbette işin ehli, piri falan değiller; fakat işin içinde yetişmiş veya eğitimini almış usta editörlerin, yazarların ve eleştirmenlerin yarattığı kendiliğinden bir çıta olması önemli. Ticari çıtadan bahsetmiyorum, nitelikten bahsediyorum. Maalesef önemli. Çünkü az önce bahsettiğim “yayınevi görünümlü ajanslar”, yani paket fiyatlar dahilinde editörlük ve yayın hizmetleri sunan paragöz şirketlerin varlığı, sırf parası olduğu için ucuz veya telifsiz kitaplar basıp fuarlardan “para kırmaya” çalışan vasat editörler, bir kitabın kaderini yayımlanmasıyla sınırlayan, yayımlanmadıkça onu kitaptan saymayan toy yazarlar, sosyal medyanın yaldızı ve hileleriyle egoları tavan yapmış, ama yazarlığın ne yeteneğine ne ahlakına sahip olabilmiş tipler söz konusu. Bugün ayağa düşmüş bir yayıncılık varsa -ki var-, ağırlıklı sebebi işte bunlar.

İkinci kısma gelince; gerçekten iyi yazarı bulan yayınevleri az sayıda olsa da var. Bunların çoğu da idealist ve dürüst işler yapan küçük ölçekli, butik yayınevleri. Oradan sonrası elbette çetrefil. Çok satmak ve çok okunmak önemli bir ölçüt haline gelecek mi, yayımlanmaya değecek kadar ilgi ve geri dönüş almazsanız yeni bir eser yazmak isteyecek misiniz, yayıneviniz size hak ettiğiniz değeri verip tanıtımlarınızla ilgileniyor mu yoksa “saldım çayıra, mevlam kayıra” tadında mı takılıyor, size lütfeder bir tavır içinde mi yoksa emeğinizin farkında mı, kitabınızın dağıtımı yeterince iyi oldu mu yoksa mağazaların ve dağıtımcının keyfine mi kaldı, gittiği kitapçıda rafta kalma süresi uzun olacak mı yoksa bir kayıp kitap haline mi gelecek, kuş kadarcık telifinizi alabilecek misiniz yoksa yalvarmak veya dava açmak mı gerekecek… “çetrefil” işte böyle uzayıp gidiyor…

Sektörde ‘nepotizm’, ne kadar gerçek, ne kadar yalan! Şöyle: Yeterince iyi bir ürün, şartlar ne olursa olsun, bütün engelleri aşıp, okuruyla buluşabiliyor mu?

Sektörde nepotizm, her alanda olduğu gibi gerçek. Doksanlarda oluşan edebiyat lobiciliği, tavrını az biraz değiştirse de bugün de var. Hatta lobiciliğe karşı olup daha sempatik ve halk ağzıyla süslediği kendi tayfasını kayıran yeni “lobicikler” de var. Yayınevlerinden ödül jürilerine kadar… Ama burada da demin söylediğim “nitelikli okur” olmak işin içine giriyor. Nitelikli okur olursanız, hele bir de yerinde ve gerçekçi eleştiriyorsanız, hem iyi ürünü nerede olsa bulursunuz, hem de hangi berbat işin ne şartlarda, ne dürüstlükle basıldığını görmeye başlarsınız.

Burada eser sahibinin koyduğu çıta çok önemli. Sözgelimi, benim için satış rakamı tabii ki önemli, ama ben çok satmaktan ziyade satılmış olanların kaçının iyi anlaşıldığını, hissedildiğini önemsiyorum. Öte yandan ben kitabımın yayımlanmasında da okunmasında da çoğunlukla KalemKahveKlavye’nin meyvesini yedim. Ben yıllardır önce bir blog, sonra bir web sitesi olan KalemKahveKlavye.com’u devam ettirmekte, orada üretmekte ısrar etmeseydim ne kitabımın yayımlanacağı şartlar oluşurdu, ne de zaten pek de iyi tanıtımı yapılmayan kitabım bir “ilk roman”a göre yine de iyi olan ulaşımı yakalardı. Üstelik beni hiç tanımayan okurlardan gelen yorumlar neredeyse yüzde yüz olumlu oldu. Bu açıdan hem kendi altyapımı sağlam tuttum, hem de şanslıyım. O yüzden sorunun ikinci kısmına herkes için geçerli bir cevap veremem. Ama maneviyata önem veren biri olarak şuna inanıyorum: Yaptığınız işe yüreğinizden inanıyorsanız, emek verip bedel ödüyorsanız, herkesi ve her şeyi eleştirdiğiniz kadar kılıcınız kendinizi de kesiyorsa, kibrinizi olabildiğince törpülemeyi başardıysanız, her şeyten öte ve ziyade sadece üretmiş olabilmenin kişisel hazzı size yetiyorsa, o zaman durum ne olursa olsun kendinizden ve eserinizden emin olabiliyorsunuz. Önemli olan da bu olmalı. Çok okunması, çok satması, telifi falanı sonraki konular. Önce sen yazar olarak kendi içine siniyor musun; bu önemli…

Bu bağlamda biraz da ironik sormak isterim, ‘genç yazarlar rahatsız mı?’ Her şey yolunda mı?

Değil tabii, asla olmadı :) Bakın tüm sorulara çift taraflı bakıyorum, bakmak zorundayım. Tüm şartlar yazarların dezavantajına. Ama hayattan bir şeyler beklemeden önce beklediğiniz şeye kendinizi hazırlamalısınız. Yazmayı, “yazar olmayı” neden seçiyorsun, bunu hak ediyor musun, gerçekten çok satan, çok ünlü bir yazar olduğunda bunu her anlamda kaldırabilecek misin, öyle bir yazar olduğunda şimdiki gibi üretebilecek misin, yoksa iyi üretmeyi çok para kazanmaya değişecek misin? Bunları sorgulamak gerekiyor. Yayıncılık sektörü ve şartları bundan sonra yine istediğin gibi olmazsa -ki olmaması kuvvetle muhtemel- o zaman konuşalım şikayetleri. Hem yazarlığın anlamını kavramak yerine egosunu yaşamayı seçiyorsun, hem yazmanın sorumluluğundan ve disiplininden bihabersin, yazarlık/sanatçılık etiğinden payını almadan “çok iyi yazarım” deyip internetten taciz mesajları gönderiyorsun tanımadığın insanlara; e o zaman şartlar seni n’apsın?

KalemKahveKlavye, önemli edebiyat bloglarından biri. Blog, zamanın avantajı. Epeyi de yaygın. Bir ‘tık’la dünyanın bilgisi, meraklısının önüne geliyor. Peki ama, merak edenler, kaç kişi!? Dahası, blogların okur ve yazarlara katkısı hangi oranda?

Valla, dürüstçe ve iyi niyetle yazdığım eleştiriler yüzünden yazarları, yayınevlerini, editörleri küstürüyorsam, epey önemli bir oranda demektir.

Sırf bir yerlere kusma ihtiyacından değil de disiplinli şekilde üretmek, içerik derlemek, bunu ulaştırmak adına sıkı emekler veren blogları göz önüne alırsak, bloglar ve edebiyat siteleri gerçekten çok güçlü ve önemli artık. Kaç tane gazetenin kitap eki, Gülenay Börekçi’nin “EgoistOkur”u kadar çok yönlü ve başarılı? Çok popüler edebiyat dergilerindeki kaç eleştirmen “BenYazarsamOlur”un Selin Seçen’i kadar eyvallahsız yazıyor? Kaç TV programı veya belgesel Çizgi Roman Yolculuğu isimli Youtube kanalı kadar nitelikli iş çıkartıyor? Nasıl ki fanzinler sokağın nabzını tutuyor, bloglar da artık ana akımın kaypaklığı karşısında sağlam birer kale haline gelmeye başlıyor. Blog yazarlar dürüstlükte ve çalışkanlıkta diretirse, bu güç hızla artacaktır.

Bir şeyi unutmayalım; ana akım kitap eklerinde, büyük sermayeli web sitelerinde ve dergilerinde yazılan yazılar, bir pazarlama-reklam ağının ürünü. Büyük bir çoğunluğu, çok da bayıldığı için yazmıyor o kitapların tanıtımını. Hep bir rica-minnet ilişkisi. Bu yüzden kimseye hesap verme zorunluluğu olmayan sıkı blogger’lar önemli. Tabii şimdilerde, “kitabınızı incelememiz için gönderir misiniz” mesajları atan yeniyetme blogger’lar türedi, onları da göz önüne almak lazım.

KalemKahveKlavye’nin takipçisi olarak, şu tespiti yapmak isterim. Yalnızca kendi çalışmalarına odaklı yazar portresinin dışında, biraz Enis Batur gibi bir hal var. Genel olarak edebiyat ve hatta sinema ve müzik de ilgi alanınızda. Bu konularda yoğun yayın yapıyorsunuz. Bu durum kişisel çalışmalarınızı bölmüyor mu?

En büyük şansım evden çalışıyor olmam. Mesaim yok, trafikte, yollarda kayıp zamanım yok. Evlendikten sonra İstanbul’dan Alanya’ya, büyüdüğüm sakin kasabaya taşındım. Tüm bunlar birer şans. Bu olumlu tespitiniz beni mutlu etti, ama inanın bana yetmiyor. Yer imlerinde beklettiğim bir sürü makale konusu, çeviri kaynağı ve ek projeler var. Rock Kütüphanesi diye bir site yaptım mesela, öylece kaldı. Sürekli kendime iş çıkardığım için bölünüyorum elbette. Taşınalıberi altı ayda altı kez şehre inmemişimdir, sosyal hayat da sekteye uğruyor böylece.

Dergi faslına da değinmek isterim. Son dönemde, bloglar kadar yaygınlaştı. Bir tür tersine süreç! Basılı olanda, ısrar. Bazı okurlar için kağıdın hissedilmesi önemli. Manevi değerinden vazgeçemeyenler var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Dahası…Dergiler etrafında süre giden bir tartışma da var: Yeteri kadar özgün olunmadığı veya tekrara girildiği yönünd

Son dönem dergilerden birisi olan Pulbiber’in ve ayrı bir yeri olan polisiye dergi 221B’nin sosyal medya editörü olduğumu ve gerektiğinde parçası olduğum bu dergilerin özelinde eleştiriler yapmaktan çekinmeyeceğimi belirterek başlayayım. Ancak şimdi yazacaklarıma bu dergileri dahil etmiyorum, içinde olduğum için değil, farklı eleştirilerim olduğu için. Gerekirse başka bir konu olarak konuşabiliriz bir gün.

Özgünlükten ve tekrardan daha önemli, bu ikisini doğuran başka sebepler var, onlara değinmek lazım: İkiyüzlülük ve yetersizlik. İkiyüzlülük var, çünkü “çokseslilik” arkasına saklanılıp dergi diye bir çorba konuluyor önümüze. Ön ve arka kapaklara solculuklarıyla bilinen tarihi figürler, arabeskçiler, Yeşilçam ünlüleri, aralara birkaç muhalif isim ama yanlarına iktidar yalakası, liberal, siyasal islamcı isimleri serpiştirip “çokseslilik” diye yutturulmaya çalışılıyor. Daha geçen hafta, Kafa dergisinin Kurucusu Candaş Tolga Işık, Posta gazetesinde Binali Yıldırım’a yağ çekiyordu: “Güleryüzlü Bir Başbakan” başlığıyla. Ama on binlerce satan dergisine baksanız, çok muhalif, çok solcu! Bu dergicilik mi, edebiyat mı, dürüstlük mü? Bu konuyla ilgili sevgili Taylan Kara’nın “Gerçek Edebiyat” sitesindeki yazısını öneririm.

Bir diğeri de yetersizlik. Edebiyat ve kültür tarihini kaldırıp çöpe atmayı savunmuyorum elbet; ama İkinci Yeni’sinden Nazım’ına, arabeskçilerden Yeşilçam’ına kültür tarihimizde öyle veya böyle yer etmiş isimlerin kanını nereye kadar emmeyi düşünüyorlar? Dergicilik bir ekol oluşturmak, bir farklılık, yenilik yaratmaktır. Bu yeni kuşak dergilerden, ama doğrudan dergilerden, kaç tane yeni ve sıkı yazar çıktı? Hazır popüler yazarların sırtından satış kazanmak için sakız gibi çiğneye çiğneye önümüze koyuyorlar. Liberal Türkiye’nin döküntülerinden, erkek dilli yazarlardan ve kültür geçmişinin kanını emmekten başka ne yapıyor malum dergiler?

İş yine söylediğim yere dönüyor: Okur, okur olarak kendini yetiştirmezse, kendini geniş bir okuma deryasına açmayıp sırf çok satan rafında yer aldığı için çok satan/satıyor gibi görünen kitaplardan gözünü açmazsa, elbette Facebook’taki anonim bir sözü Aşık Veysel’in şiiri sanan Kafkaokur’a her ay dünya kadar para bayılıp, dergi emekçisine hakkını vermeyen editörünü zengin eder ve kendini “edebiyat okuru” sayar.

Son olarak şunu sormak isterim, bir toplumun zor günlerinde, kitaplar ne ifade eder? Edebiyat mutlu günlerin eşlikçisi midir? Onları bu hengameden uzak mı tutmak gerekir? Tersi için ısrarcı olup, kapıyı çalsak, açılır mı? Veya?…

Kitapları ancak karşılıksız sevmeyi öğrenirsek taşlar yerine oturur. Amaç/sebep-sonuç eğrisinde kitapları doğru konumlandırmak lazım. Mutlu olmak için okuduğunuzda bir kitap sizi dibe çekebilir; acı çekmek için okuduğunuzda başka bir kitap hiç görmediğiniz güzellikleri gösterebilir. Pazarlanan, aptallaştıran duyguları satın almak için kitapçıya değil spa salonlarına, beş yıldızlı tatil köylerine, otomobil galerilerine, akıllı telefon satış mağazalarına, ne bileyim, ikinci sınıf gece kulüplerine falan gitsinler. Mutluluk veya acı satmak için kitapları ve dergileri rahat bıraksınlar. Nereye harcayıp hangi duyguyu satın alacağını şaşıranların parası kitapların kendisine sahip olabilir belki, ama ruhuna asla.

Not:

Koray Sarıdoğan’a Jiyan okurları adına teşekkür ederim.

KalemKahveKlavye’nin başlığında şöyle yazar: ‘Can sıkıntısı bir varoluş meselesidir / Ona Sahip Çık / Onu Kelimelerle Besle’

Şu cümle de Kadran Kadraj’dan: ‘Okunan kitapların, yazılan yazıların, tüm bu can sıkıntısının bir anlamı olmalı.’

Tutunacak dalımız eksik olmasın.

--

--