Modern Dünya ve “Tanrı Öldü”

Salih Geduk
Kurtarıcı İsa Katedrali
5 min readOct 30, 2021

Moskova’daki gezintim sırasında uğradığım yerlerden biri olan bu katedralin düşündürdükleri üzerine bu yazıyı yazıyorum. Öncelikle bu katedral hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. Fransız İmparatoru Napolyon 1805 yılında Rus İmparatorluğuna savaş açtı ve Moskova’yı işgal etti. Fakat Rusya’daki hava koşulları, ikmal hatlarının kontrolünün kaybedilmesi, Rusların güçlü direnci ve daha bir çok bilinmeyen sebepten dolayı Napolyon ve devasa Fransız ordusu Rusya’yı terketmek zorunda kaldı. İmparator Birinci Alexander bu zaferden dolayı büyük bir kilise yapmak istedi. Katedralin inşaası ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Imparator Üçüncü Alexander zamanında tamamlandı. Bu büyük kilise bir millet ve onun imparatoru tarafından onları koruduğu için, içerisinde Tanrı’ya şükür edilsin ve O’nun adı anılsın diye inşa edildi.

Büyük Rus devriminden sonra Stalin katedralin yıkılmasını ve yerine Sovyetler Birliğine yaraşacak büyük bir saray inşa edilmesini emretti. Bu yüzden katedral yıkıldı ama Sovyetler Birliği istediği sarayı ikinci dünya savaşı çıktığından dolayı inşa edemedi. Bu defa Moskova’yı ele geçirmek isteyen Almanlardı. Almanlar gittikten sonra da Sovyetler Birliği bu arzusunu yerine getiremedi. Ancak Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bu katedral tekrar inşa edildi.

Evet biz insanoğlu olarak büyük bir bilim devri yaptık, atomu hatta ondan daha küçük parçacıkları tespit ettik, uzaya insan gönderecek kadar gelişmiş bir teknolojiye sahip olduk, bırakın binleri milyonları barındıracak büyük şehirler yaptık ve içinde neredeyse uzaya uzanacak yükseklikte gökdelenler yaptık. Biz üstün insanoğlu, zamanın göreliliğini keşfederek zekamızın sınır tanımadığını gösterdik ve bu zamanla yarışacak kadar çok hızlı ulaşım araçları geliştirdik. Çok hızlı üretim hatları kurarak, en alt sınıftaki insanı bile yüzyıl öncesindeki bir kraldan daha imkanlı hale getirdik. İletişim çağını araladık ve dünyanın en uzak iki ucu arasındaki bilgi transferini saniyelik farklara indirdik. Hatta o kadar büyük bir başarı elde ettik ki daha iki yüzyıl öncesine değin atlı arabalarla ulaşım yaparken şimdi Mars’a giden uzay araçları inşaa ediyoruz ve orada koloni kurmayı planlıyoruz.

Bunlara muvaffak olmamıza sebep olan en büyük eylemimiz neydi? Tanrı ve Tanrının sözleri diye bilinen kutsal kitaplar biz insanoğlunun kendini bildiği bütün dönemler boyunca izinde gittiği kaynaklardı. Bütün özdeyişlerimiz, hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya dair kurduğumuz neredeyse bütün cümlelerimiz O’ndandı. Geçmiş bütün çağlarda ellerimizi kollarımızı bağlayan, ayaklarımızı prangalara bağlayan O’ydu, ve bu kez biz hiç olmayacak denen bir şeyi başardık ve O’ndan kurtulduk. Bu bizim bütün bilgileri sadece aklımızla bulacağımıza olan inancımızla başladı. Tanrı bizi ilerletmiyordu ve asla da ilerletmeyecekti, çünkü varlığı dünyayı umursamamaya, hırsı bitirmeye sebep oluyordu. O’nun varlığı oldukça hiçkimseyi köleleştiremeyecektik, ve birilerini köle olarak kullanmadan, insanlara hırsı aşılamadan bu kadar ilerleme kat etmemiz mümkün değildi. Hem artık şunu da farketmiştik, O’nun varlığı bizi oldukça geriletiyordu, buna daha da tahammül edemezdik. Etmedik de! Önce O’nun emirlerinden kurtulduk, sonra da O’ndan, O’nu insanların aklından çıkardık ve sadece bazı fanatiklerin kalbine hapsettik. Biz artık evrime, varoluşa inanıyoruz, hayatın anlamını da biz buluruz, çünkü artık aklımız ve anlayışımız bunu yapacak kadar gelişmişti; ne sosyal hayatta ne ekonomik hayatta artık O’nun yeri yoktu. Kölelik Tanrı’yla başlar, ve özgürlük ancak ve ancak O’ndan kurtularak elde edilir.

Kim ki O? Sadece adını duyduğumuz, ama yaptıklarına şahit olmadığımız bir takım insanların tanıttıklarından başka neydi ki!

Bence çoğunluk tarafından yanlış olarak anlaşıldığı halde, modern devrin en önemli tespitlerinden biri Frederich Nietzche’ nin söylediği “Tanrı öldü” sözüdür. Çoğu kişi tarafından nihilizmin veyahut varoluşçuluğun en büyük öncüsü olarak kabul edilir, fakat bence bu durum tespitlerinin yargı olarak algılanmasından kaynaklanmaktadır. Bu tespit ile özellikle Avrupa’da ondokuzuncu yüzyıl boyunca giderek artan devrim hareketliliğin, ve rasyonalizmin artık bir akım olmaktan çıkıp bireylerin, sosyal hayatın ve devletin temel yöntemi olmasını anlatmaktadır. Öncelikle bu bir tespittir, çünkü dil kullanımı gereği olarak böyledir. Buna ek olarak, gerçekçi olursak Tanrı’nın ölümünün felsefik başlangıcı onyedinci ve on sekizinci yüzyılda rasyonal aklın hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya yeterli görülmesiyle başlar. Pratik olarak da Fransız Devrimiyle bu net olarak uygulamaya geçilmiş ve tek Tanrı’lı imparatorluk devirleri reddedilip ulusçu modern-putperestçi yeni bir dünya düzenine geçilmiştir. Bu bir yargı olamazdı, çünkü “Tanrı zaten ölmüştü”. Sadece olan bir durumu gözler önüne sermiştir. Bu tespitin tamamı şöyledir:

“Tanrı öldü. Tanrıdan geriye bir ölü kaldı. Ve onu öldüren biziz. HâӀâ gölgesi beliriyor uzaklarda. Kendimizi nasıl avutacağız, biz katillerin katilleri? Neydi bıçaklarımızın altında ölümüne kan döken, dünyanın sahip olmuş olduğu bu en kutsal ve en kudretli şey: bu kanı kim silecek üzerimizden? Hangi su var bizi temizleyecek? Hangi teselli şölenlerini, hangi kutsal oyunları icat etmek zorunda kalacağız? Fazla büyük değil mi bize bu davanın yüceliği? Buna lâyık olmak için birer tanrıya dönüşmeli değil miyiz?”

Bu tespit ve devamındaki sözler, yaklaşık iki binlik yıllık hristiyan geleneğinin, Avrupa’nın hem kişisel hem toplumsal hayatının bir temeli olduğunu, ve bundan kaçınmanın büyük felaketler getireceğini söyler. Benzer tespitleri ondan daha önce Dostoyevski kendisinin son ve bence en değerli kitabı “Karamazov Kardeşler” de belirtir, ve rasyonal bakış açının dünyanın görebileceği en büyük kavgalara ve ruhsal çöküntülere sebep olacağını söyler. Nietzche bu tespitini yaptığında, Tanrı-temelli sosyal hayatın reddedilişi zaten gerçekleşmişti, ve bu sadece Avrupa’da ve Hristiyanlık aleminde gerçekleşmişti. Hala ayakta olan eski tip Tek-Tanrıcı imparatorluklar mevcuttu, Osmanlı İmpraratorluğu ve Rus imparatorluğu gibi, fakat onların da çökmesiyle ve daha da önemlisi yeni düzenin Dünya’nın her yerine yayılmasından sonra, ortaya çıkacak felaketleri sadece Avrupa’ya kısıtlamak manasız olacaktır. Tam da bu iki filozofun dediği gibi oldu, dünya çok korkunç iki büyük savaş ve bir de anlamsız ideolojik savaş gördü. Bunun sonucunda her yerde insanlar öldürüldü, hatta yetmedi çıkan Nasyonal Sosyalizm gibi korkunç ideolojiler kitleleri imhaya dahi gitmeye kalkıştı. Toplumlar bir bütün olarak sadece sahip olduğu kültür ve bulunduğu ırkdan ötürü ölüme ve köleliğe itildiler. Bir yandan teknoloji ve bilim devrimleri olurken, diğer yandan açlıktan ölen insanlar, uzun süre çalışan işçiler, hatta çocuk işçiler, bu tespitin ve öngörünün ne kadar doğru olduğunu göstermektedir.

Belki diyeceksiniz ki Avrupa dünyanın en refah ülkelerine sahiptir ve bu tespit yirmibirinci yüzyıl göz önüne alınınca doğru değildir. Buna çok net ve yeterli iki cevap vereceğim. Birincisi, Nietzche Avrupa’nın yıkıma gideceği tespitini yaptığı zaman, “Tanrı’nın ölümü” sadece batı avrupa’da ve katolik dünyasındaydı. Fakat yirminci yüzyılın başlarından itibaren, bu durum bütün dünyaya yayılmıştır. Devletlerin kanunlarının kaynakları sizi aldatmasın, şu an dünya çok azı istisna kapitalist ülkelerden oluşmaktadır, ki bu ideolojinin tek ama tek motivasyonu sermayenin arttırılmasıdır. Huzur ile asla ilgilenmez, ki zaten kaynak aldığı felsefik altyapı huzuru anlamsız bulur. Dolayısıyla, yirminci yüzyılın başlarından itibaren yıkımın sadece Avrupa’da olmasını beklemek anlamsızdır ve böyle de olmadı, dünya savaşlarını Avrupa başta olmak üzere bütün dünya gördü. İkinci cevap ise refah diye adlandırılan metriğin sadece ekonomik göstergelere dayandırılmasının yanlışlığıdır. Bir devlet en gelişmiş, en zengin olabilir, ama insanları huzuru bununla asla ama asla elde edemezler. Hatta daha da ötesine geçip şunu bile iddaa edebilirim, bunlar huzuru yok eden araçlardır. Yani, eğer metrik olarak içsel huzuru ve topmlumsal barışı alırsak, yıkımın ne kadar şiddetli olduğunu görebiliriz. Geliştirdiğimiz, anladığımızı iddaa ettiğimiz psikoloji alanı bile buna çözüm olamıyorsa, bu insanlık olarak ne kadar zavallı bir durumda olduğumuzu göstermektedir. Anlamsızlığa tek çare olan Tanrı’nın reddi, kitleleri psikolojik bühran ve hiçliğe itti ve itecektir. Eğer bir yerde geceleyin anlamsızlıkla ne yapacağını bulamayan erkeklerle, hiçlikte çırpınan kadınlar varsa, bu oranın yıkımda olduğunu göstermektedir.

Yirminci yüzyılın başında Nietczhe’nin bu tespitinin üzerinden çok süre geçmeden, Doğu Avrupanın en gelişmiş ülkesinde, son iki asrın en güçlü devletinde, bir imparator tarafından, Allah’a kulluk edilsin diye inşaa edilen bir katedrali yıkmak, “Tanrı’nın ölümü”nün pratik bir kanıtıydı. Buna benzer şeyler belki başka yerlerde de yapılmıştır; fakat Tanrı’dan kurtulmanın arzusu bu kadar şiddetle belli edilmiş midir, bilmiyorum. Fakat gelin görün ki, bu vahim katliamdan daha bir asır bile geçmeden bu yapı tekrar inşaa ediliyor. Acaba bu kutsal mabedi yıkanlar bu durumu öngerebilmişler miydi? Hayır! Hiç zannetmiyorum, onlar zaferin aptal coşkunluğuyla körleşmiş aptallardan başkaları değillerdi. Bu kilisenin hikayesi Kuran’da geçen şu ayeti hatırlattı:

“Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi.” (Hac : 40)

Peki bunun tekrardan inşa edilmesi bir şeylerin değiştiğini göstermekte midir? Bunu şu anda bilemeyiz, ama kalbinde Rabbi ananlar varoldukça, mağaralarda yüzyıllarca uyuyanlar oldukça; mabedler hep varolacaktır.

--

--