Masumiyet’ten Kalan: Seyyar Hayat

Öznur Uşaklılar
lamekân
Published in
6 min readMay 22, 2017

Oteller Sokağı’nın Saray Otel’i, burada çekilen Masumiyet filminin her gün oynandığı mekânlardan biri. Lobiyi dolduran televizyon sesi artık Yeşilçam’dan bir şeyler anlatmıyor, o kadar. Değişmeyen ahşap kapıların ardından birkaç günde bir benzer hikâyeler çıkıyor. Gitmeye hazır bekletilen valizlerin, sık sık değişen yüzlerin ve çok dilli sohbetin ışıksız seyri yolculukla başlıyor. Bekir’in dediği gibi “Yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi.”

Yeni Sadık Bey Oteli’yle açılan sokağın hikâyesi yüz küsur yılı geride bırakmış. Saray Otel, bu zamana kıyasla yeni sayılacak durumda. Yine de çift katlı, yüksek tavanlı yapısı eski İzmir konaklarını hatırlatıyor. Şimdi, adı birkaç kez değiştirilmiş vaziyette, gelmeyen müşterileri bekliyor. Fiyat panosu, boş oda anahtarları, çay bardakları ve örtülü bekleme koltuklarıyla otel, sokağın diğer otellerinden farksız. Yolu bir sebeple Basmane’den geçenler hem otelin hem de sokağın hafızasını yeniden kuruyor. Görünürlüğü Suriyelilere nazaran daha az olan Afrikalı mültecilerin yoğunluğu, onu diğerlerinden ayırıyor. Filmin çekildiği yer olmaktan öte, Masumiyet ve Saray Otel’i göç bir araya getiriyor.

“İnsan ararsan buraya gel”

On yıl önce oteli işletmeye başlayan Abdulsamet Çıtırkı, otuz beş yılını İzmir’de geçirmiş. Fırıncılık, seyyar satıcılık ve marketçilik yaptıktan sonra burayı devralmış. Önceden işlettiği marketin adı olan “Saray” şimdi bu otele yadigâr. Mardin-Nusaybin’den geldiği Basmane’nin yirmi, otuz yıl öncesini hatırlayıp söze başlıyor: “Burası Öz Şanlıurfa ve Güzel Konya adıyla bizden önce de otel olarak işletiliyordu. Biz otel sahibi değil, işletmeciyiz. Hem fuar hem de esnaf yavaş yavaş taşındı. Müşteriler önceden olduğu gibi bunlar için değil, mecburiyetten otellere geliyor. Kıt kanaat geçinen için değişen bir şey yok. Oteller Sokağı deyince akla bekâr, kimsesiz, emekli, işçi bir de mülteci gelir. Genel anlamda otel deyince lüksü, tatili hatırlarsın. Bizde öyle değil.”

Abdulsamet Çıtırkı, 2008'den bu yana Saray Otel’i işletiyor. Oteller Sokağı, eski halini yitirse de onun için bitmiş değil.

Çıtırkı için Basmane’de değişen tek şey kişiler. Farklı kültürlerden birilerini görmeye alışmış, artık tek tek isim sormuyor. Nasıl olsa biri yerini alır gidenin. Daha çok Türkiye dışından müşterileri olunca Çıtırkı sokağı Birleşmiş Milletler’e benzetiyor: “Avrupa’dan, Orta Asya’dan, Afrika’dan, nereden ararsan oradan insan bulursun burada. Faslı, Afgan, Sudanlı mültecileri yıllardır görüyoruz. Birkaç yıldır İran, Irak, Suriye‘den de geliyorlar. Onlar da yavaştan çekiliyor. Çoğu kamplarda, bekâr odalarında ya da Yunanistan’a geçerken boğulmuş.”

Sokağın alışılmış hali: otel, içinde yaşayana ilginç değil. İşletmeci, fotoğraf çekmeyi düşünmüyor. Müşteri, günü geçirme derdinde. Yirmi yıllık geçmişi hatırlatacak tek kayıt, bu film. Vitray pencereler, yerine oda eklenen genişçe lobi, soba… tümü filmden kalanlar. Mecburiyetin ve dilsizliğin öyküsüyle film, izleyeni teslimiyet fikrine bürüyor. Bu kez zaman, kendi dillerini kullanarak anlaşamadıkları bir coğrafyada mülteciler için geçiyor. Avrupa’ya geçmek isteyenler, döndürülenler, gitmeyi yeniden deneyenler, gidebilenler ve meçhuller bir süre bu oteli mecburi sığınak olarak görenlerden.

“Bu kez olsun”

İdris ve Nurhan’ın, çocuklarıyla geldiği otel Yunanistan öncesi son durak. Pek çokları gibi, Suriye’de altı yıldır süren savaş nedeniyle buradalar. Büyüğü iki yaşında, küçüğü henüz dört aylık iki çocuk ve bir çuval eşyayla. Türkiye’deki sekiz ayın çoğu Mardin-Midyat’ta geçmiş, üç beş günü de İzmir’de. Kürtçe-Arapça konuşan ailenin biraz Türkçe bileni İdris. Buraya nasıl geldiklerini anlatırken fırsat buldukları an gideceklerini söylüyor: “Babam, eniştem ve abim Almanya’da; annem ve iki ablam Yunanistan’da. Biz de gitmek istedik ama göndermediler. Önceleri Almanya’ya gitmek istiyorduk, şimdi neresi olursa oraya. Bir kez gitmeyi denedik, geri döndürdüler. Yine gitmeye çalışıyoruz.”

İdris, Nurhan, Muhammed ve Dilcal’den kalan kıyafetler şimdi İmen’in odasında.

Kapılarının önünde küçük bir valiz bekliyor. Otele ikinci gidişimde onları göremiyorum. Mardin’den getirdikleri üst baş, bir çuvalın içinde İmen’in odasında duruyor. Karşıya geçebilmeyi umuyorlardı ama netice belirsiz. Filmi kapatan söz bir kez daha kendini gösteriyor:

“Hep denedin.
Hep yenildin.
Olsun.
Yine dene.
Yine yenil.
Daha iyi yenil.”[1]

“İmkân olursa yine memlekete”

İmen, iki aydır Basmane’de. Bir süre önce Fas’tan İstanbul’a turist olarak gelmiş. Ailesi hâlâ Fas’ta yaşıyor, o da yakında onların yanına dönmeyi düşünüyor. Arapça konuştuğu için derdini Latif’in Türkçe çevirisiyle anlatabiliyor. Memlekette yaşadığı sorunlar onu daha önce adını sıkça duyduğu Türkiye’ye getirmiş. Otelde kimseyi tanımıyor. Nurhan gibi otelden geçen Arapça ya da Fransızca bilen kadın olursa konuşabiliyor. Şimdilik akrabasının gönderdiği parayla geçindiğinden çalışma gereği duymuyor. Bir süredir, burada tanıştığı Musa’yla birlikte. O, memlekete dönmeyi planlasa da Musa Basmane’den gitmeyi düşünmüyor.

“İtalya’yı beklerken yol Türkiye’ye çıktı”

Sokaktaki Sudanlı mültecilerden biri Latif. Saray Otel’de kalmasa da İsa’yı görmeye geliyor. Ailesi, hâlâ ülkenin batısındaki Darfur’da. Neredeyse on beş yıldır süren soykırım, darbeyle iktidara gelen Ömer el-Beşir’in güçleri tarafından yönetiliyor. Savaş kimler arasında deyince Latif: “Devlet kendi halkını yok ediyor” diyor. Hükümet destekli Arap güçleri, Fur gibi Afrikalı kabilelere saldırıyor. Latif, burada resmi işlerde çalışmalarına fırsat verilmediği için hayatını kazanamadığını söylüyor. Türkiye’nin batısına geçmelerine de imkân tanınmıyor. Önceliği İngiltere vatandaşlığı alıp Sudan’a dönebilmek. Ancak o zaman öldürülme tehdidi olmadan ülkesinde yaşayabileceğini düşünüyor: “Saldırılar başladığında annem ülkeden kaçmam için uğraştı. Birkaç ay sonra, buraya geleli on yıl olacak. O zamandan beri Sudan’ı göremiyorum. Orada kimsenin haberdar olamadığı bir diktatörlük var. Basın yasaklı. Ailemden dokuz kişi bir günde öldürüldü. O yüzden annem orada kalmamı istemiyordu. Buraya geldikten altı ay sonra onun ölüm haberini aldım. Sonunda yine Sudan’a gitmek istiyorum ama önce Avrupa’ya geçip vatandaşlık almam gerek.”

Latif Muhammed, on yıldır Basmane’de yaşıyor. Darfur’daki soykırımdan kaçarak geldiği bu yerden bir an önce gitmek istiyor.

Kaçakçılarla İtalya’ya gitmek için anlaşmış; ancak işin sonu öyle değil. Üç günü arabada, yedi günü denizde geçirdikten sonra İstanbul’a bırakılmış: “Geldiğim yerin İtalya mı İstanbul mu olduğunu anlamadım. Konuşabileceğim kimseyi bulamadım. Polisler bizim kayıt dışı olduğumuzu söyleyip Yabancılar Şube Müdürlüğü ve BM yetkililerine haber verdiler. Evdeyken babamın bakkalına bakıyordum. O kadar zamandır buradayım. Kayıtlı, sigortalı işlerde çalışamıyorum. Kabul etmiyorlar. Darfur’daki savaşı durdurmak Birleşmiş Millet’leri ilgilendirmiyor; ama savaştan kaçan insanları geri döndürmek onların derdi.”

Sudan’a farklı bir ülkenin vatandaşlığını alarak gitmenin onu saldırılardan koruyacağını düşünüyor.

O da diğerleri gibi eşi ve iki çocuğuyla Avrupa’ya gitmeyi düşünerek otellerde kalıyor. Önce kendi gidip, evrak gönderdikten sonra ailesini yanına almayı umuyor. Arapça, İngilizce, Fransızca biraz da Kürtçe ve Türkçe biliyor. Oteldeki müşterilerle anlaşmak onun için sorun değil. Savaştan sağ çıkabilen yakınlarını görmek için sabrettiği yer burası: “Kardeşlerimi küçükken bıraktım, evlenmişler görmedim. Annemi, akrabalarımı kaybetmişim. Görmedim. Çimento, tuğla taşıyarak zaman geçiyorum. Beş yıl sonra hayat benim için bitmiş olacak. Bir an önce eve dönmek istiyorum.”

“Yapacak bir şey yok, yol böyle”

İsa Yusuf, beş yıldır Türkiye’de yaşıyor. Darfur- El Cuneyna’dan soykırımdan kurtulmak için geldiğini ve ailesini orada bırakmak zorunda kaldığını anlatıyor.

İsa Yusuf, Latif gibi Sudanlı. Darfur’un batısındaki El Cuneyna’dan (Al Junaynah) beş yıl önce İstanbul’a gelmiş. Ara sıra İstanbul’da bulunsa da artık Basmane’de yaşıyor. Memlekette ailece tarla işleriyle uğraştıklarını, burada meyve bahçelerinde ve inşaatlarda çalıştığını söylüyor. Birkaç arkadaşı ve amcasının oğlu; Lübnan, Suriye, Türkiye ve Yunanistan’ı geçerek Macaristan’a ve İngiltere’ye ulaşmış. Savaş devam ettiği için Sudan’a dönmeyi değil, onlar gibi Avrupa’ya geçebilmeyi istiyor. Daha önce, Yunanistan’a gitmiş; ancak oradan Avrupa’ya geçmelerine izin verilmediği için Sudan’a geri döndürülmüş. Bu, Türkiye’ye ikinci gelişi. Yeniden Yunanistan’a, oradan da Avrupa’ya gitmeyi istiyor. Yarım bıraktığı her şeye orada devam edebileceğini düşünüyor: “Günlüğü on beş liradan bu otelde kalıyorum. Geçinebilmek için daha fazlası elimden gelmiyor. Hem yoksulluk hem de yasalar buradan gitmeme engel. Ya memlekete dönüp savaşta hayatta kalmaya ya da burada günü geçirmeye çalışacağım. Yol böyle.”

Masumiyet’in açık kapıları mahremiyeti sınırlıyor. Üçüncü sınıf otelde de kendine özel bir hayattan söz etmek pek mümkün değil. Ses geçiren duvarlara karşı tek barikat dil. Arapça bilen biri çoğu şeyden haberdar, bilmeyen de yavaş yavaş öğreniyor. Mekân; dilsizlik, edilgenlik ve görünmezlik üzerinden filmdeki Çilem ve Yusuf’un ablasıyla burada yaşayan mülteciler arasında bağ kuruyor. Annesi Uğur’un peşinden zorunlu yolculuklara çıkan Çilem, filmin sonuna kadar izleyen ve hakkında karar verilen rolünden çıkamıyor. Mültecilerin derdi de onları istemedikleri halde geri döndüren, gitmek istedikleri yerlere göndermeyen otoriteyle. Zeki Demirkubuz’un Yeşilçam resmiyetinden soyutladığı film, içinde çekildiği otelin hikâyelerini bugün de karşılıyor. Uğur ise kendi deyişiyle yirmi yıldır bok kokulu otel odalarında, adını bile bilmediği şehirlerin siktirici yollarında Zagor’un peşinde. İmen, İdris, Nurhan, Muhammed, Dilcal, İsa, Latif… “Bırak şu film ağızlarını” diyen Uğur’un, sürüklenen Çilem’in, Bekir’leşen Yusuf’un soluğu.

[1] Samuel Beckett

--

--