İçimizde bir hayvan mı var?

Talha Ocakçı
Mühendis kafası
Published in
7 min readMay 10, 2017

“Bozkırkurdu” üzerinden bir psikanaliz okuması

Her yüzyılda yalnızca birkaç kişi düşünür, geri kalanlar onların düşündüklerini farklı şekillerde söylemeye çalışır. (Anonim)

Geçtiğimiz yüzyılda, insan psikolojisi üzerine düşünen iki önemli kişi vardı: Freud ve Jung. 1900lerin ortalarından itibaren yazılan, psikoloji temelli her türlü kitabın büyük çoğunluğunun referans noktası bu iki kişinin fikirleri…

Çok kısaca özet geçeyim. Freud, psikanalitiğin kurucusu, Oedipus kompleksi, serbest çağrışım, ego kavramlarını akademiye ve dahi popüler kültüre sokan kişi…

Jung ise, Freud’un bir dönem öğrencisi olan, başlangıçta fikirleri çok benzeşen fakat Freud radikalleştikçe didişmeye başlayan ve hatta ipleri tamamen kopartan, tanrıyı yok saymayan, bireyin kendisi olma aşamalarını Freud’dan farklı yorumlayan, zamanında, bilimdışı gözüken fikirleri yüzünden çok eleştirilen bir psikanalist.

Freud’un cinsellikle insan psikolojisini çok sıkı bir şekilde bağdaştırması, anne baba ile ilişkisini bile cinsellik üzerinden yorumlaması; Jung’un ise daha geniş bir bakış açısıyla bakıp, libidoyu Freud’dan farklı tanımlaması, direkt cinsellik ile değil genel bir yaşam enerjisi olarak tanımlaması, bilinçdışını biraz daha arkeik ve kolektif olarak yorumlaması; mitolojik hikayelerin aslında “kolektif bilinçdışının” ürettiği hikayeler olduğunu savunması, bireyleşme aşamalarında anima ve animus’un etkileri hakkındaki fikirleri çeşit çeşit hikayede defalarca işlenmiştir. Yazarların, bu kitaplarda, Freud ve Jung’un fikirleri arasında gidip geldiğini ya da hikayeler yoluyla bu teorileri kapıştırdığını görürüz.

Budist felsefenin batıya gelişi

Doğu felsefesi, oryantalist fikir adamları için daima gizemli olmuştur. Simya gibi gizemli fikirler batıya gelmiş, Yahudilik’te Kabala’yı oluşturmuş diğer dinlerde de tasavvuf gibi radikal mertebelerde etkisini göstermiştir. Günümüzde ise ortadoğu dinlerinde kendini bulamayan fakat arayışları devam eden batı insanının benliğini bulma konusundaki yol göstericisi durumunda…

Modern zamanlarda, Budist felsefeden çok fazlaca etkilenen Hermann Hesse Siddharta’yı yazdığında, Budist felsefenin üzerine çok fazla yorum katmadan Buda’yı anlatmaya çalışıyordu.

Jung da budist felsefeden çok fazla etkilenerek fikirleri Batı dünyasına taşımış, insan ruhunun ve bedeninin sancılarını “ştres, her şey ştresten” yüzeyselliğinden sıyırarak analitik psikoterapi ile anlamaya ve çözmeye çalışmıştır.

Hermann Hesse de, budist felsefeden çok etkilenmiş ve fakat kendi başına yorumlayamamış kişilerden biri olarak Jung’un inşa ettiği fikirleri baz alarak Bozkırkurdu’nu yazmış.

Bu fikirleri Harry Haller adında, akademide sevilen, elit zevkleri olan, fakat yaşadığı anlamsızlıktan sonra kendini sosyal yaşamdan tamamen soyutlayarak vahşileşen, intiharı kafaya koymuş fakat öncesinde kendisine son bir şans vermiş bir kahraman üzerinden hikayeleştirerek anlatıyor.

İçimde bir hayvan var, bir ayı var ayı

Zaman zaman hepimiz, “ulan niye söyledim şimdi bu lafı” diye pişmanlık yaşadığımız sözleri tekrar tekrar söylemişizdir ya da kendimizi defalarca telkin edip, tekrarlamamak için yemin ettiğimiz davranışları istemsizce yaptığımızı fark etmişizdir. Mesela bir kişiyi, derdini anlattığı zaman eleştirmememiz, küçük görmememiz gerektiğine karar vermiş olmamıza rağmen kendimizi onu eleştirirken buluruz.

İşte bunu bize yaptıranın bilinçdışı olduğu konusunda Jung ve Freud hemfikir. Fakat Freud, bilinçdışını tamemen cinsel eğilim ve sıkıntılara bağlayıp bastırılan, belki de bastırılarak topluma uyum sağlanan bir güç olarak yorumlarken; Jung, insanlığın evrimi, tarihi ile genetik kodlarına kazınan bir zenginlik, barışılması gereken bir güç olarak görür.

Hermann Hesse, Harry Haller’ın kişilik bölünmesini ilk aşamada “içimde bir kurt var, arasıra çıkıp bana yapmak istemediğim şeyler yaptırıyor” diye anlatıyor. İçindeki kurdu yekpare, bastırılması gereken vahşi bir güç olarak tanımlıyor. Burada Freud’un bakış açısıyla bakıyor olaylara.

Harry, uzun zamandır uzak durduğu akademik ve sosyal çevresine bir kere daha tesadüfi olarak girdiğinde, içindeki kurdun, topluluğa entegre olmasını engellediğini, etrafa saldırdığını, bu insanları küçük gördüğünü ve bunu istemsizce yaptığını gördüğünde dehşete düşüyor.

Bilinçaltının yekpare bir güç olmaması

İşte bu noktada, Hesse, Freud’un yekpare ve kişiye özel bilinçaltı anlayışından, Jung’un kolektif bilinçdışına geçiş yapıyor. Bu geçişi, Harry’nin sokakta denk geldiği bir metin kurgusuyla yapıyor.

Bu metinde şu anlatılıyor: “Bilinçaltı, yekpare bir güç değildir, bilinçaltının içinde de birbiriyle çelişen, birbirini destekleyen çok sayıda kutup vardır. Yani içindeki kurt, tutarlı, vahşi bir güç değil, kendi içinde de çelişen, farklı açılardan güçlü, farklı açılardan zayıf değişik etmenlerden oluşur.”

Jung’un arketipleri

Hesse, Jung’un fikirlerine geçiş yaptıktan sonra, arketipleri hikayeleştirmeye başlar ve kolektif bilinçdışındaki bazı arketipleri bastırmadan, dibine kadar yaşayarak gerçek benliğe kavuşma çabasını anlatır.

Harry’nin baskılamaktan vazgeçtiği ilk arketipi, erkeğin içinde bulunan kadın yani anima arketipi…

Hermine adlı dans etmeyi ve basit müzikleri seven bir eskort ile öyküleştirilen animasıyla karşılaşan Hermann, daha önce küçük gördüğü danstan ve klasik müzik dışındaki müziklerden bu kadın sayesinde keyif aldıkça sıkıntıları azalmaya başlar. Her geçen gün animasına daha çok bağlanan Harry arasıra eski zevklerine kaçamak yapmak istese de bunu yapamaz. Dibine kadar yaşadığı bu arketipine sıkı sıkı sarılır. Animasi olan Hermine Harry’e şöyle der:

“Bana aşık olduğun zaman, senin için kolay olmayacak ama, söylediğimi yapacaksın. Emrimi yerine getirecek, beni öldüreceksin. ”

Gerçekten de öyle olur ve uzun süre sonra, Harry, Hermine’ye aşık olduğunda onu öldürür ve kendini arayış yolunda, arketipleriyle barışma mücadelesinde en başa döner. Bu hikaye Jung’un şu teorisini baz alır:

İnsanın bireysel ve toplumsal evrimi lineer değildir, sürekli iyiye ya da sürekli kötüye gitmez, aksine daireseldir ve “kendi(self)” etrafında dolanmaktan ibarettir.

Bu noktada “self” yani “kendi”yi, “içimizdeki tanrı (god in us)” diye tanımlar.

Nevroz ve psikoz

Bu iki kavram, psikolojide çokça kullanılan, edebiyatta da karakterleri çözümlemek için kullanabileceğimiz, farklı kişilerin farklı yorumladığı bir kavram. Çok da ehil olmadığım için net bir tanımlama yapamıyorum ama okuduğum ve aklıma en çok yatan tanımlama şu:

Nevroz, içindeki “self” ile seni biçimlendiren, sana karşı koyan güçlerin arasındaki ayrımın farkına varmak ve bundan rahatsızlık duymaya başlamaktır. İçinde birden fazla gücün çekiştiğini anlar ve acı çekersin, toplumdan uzaklaşabilirsin, kendini arayışa çıkabilirsin, gündelik hayatta başarısız olmaya başlayabilirsin; bunu düzeltmeye çalışabilir ya da koyuvererek depresyon yaşayabilirsin. Bu, nevroz sürecidir.

Psikoz ise, farkında vardığın bu çelişkileri artık anlayamaz olup hangi gücün gerçek sen olduğunu anlayamama durumudur. O an için hangi güç en baskınsa o olursun.

Nevroz, bazı psikiyatrlar tarafından bir hastalık değil de doğal bir süreç olarak değerlendirilirken, psikoz “hastalık” olarak kabul edilir.

Nevrozdan psikoza geçilebilir ve her ikisindeyken de intihara eğilim artar. Birincisinde “içindeki tanrıya” kavuşmak ve güçlerin arasındaki savaşa son vermek için intihar düşünülürken, ikincisinde ise güçlerin savaşı yüzünden bitkin düşen zihin ve beden artık varlığını sürdürmeyi daha fazla istemez ve kendine zarar vermek hatta yok olmak ister, planlı değildir, dolayısıyla intihar düşüncesi bir semptom olur.

Böyle düşününce — doğruluğu hakkında kesin yargı veremem, ehil değilim — nevroz evresindeki intihar düşüncesi daha sempatik geliyor.

Harry Haller ve intihar fikri

Hesse, Harry Haller’ın nevroz evresindeyken intiharı düşündüğünü anlatabilmek için planlı bir intihar hikayesi kurgulamış. Harry, 50 yaşında kendini öldürecek ama öncesinde Jung’un yöntemleriyle kendisini iyileştirmeye çalışacaktır.

İyileşmesine yardımcı olmak için hap kullanmaya başlar. Amacı, benliğindeki parçalanmaya neden olan arketiplerin gücünü halüsinasyonlar ile dibine kadar hissetmektir. Aslında bu hapları yükseltici (amplifier) olarak kullandı diyebiliriz. Özendiği, onun gibi olmak istediği ama olamadığı, onlar gibi olmak istediği için diğer şeyleri küçük gördüğü herkes birbir karşısına çıkar ve onlarla yüzleşir. Bu kişiler Mozart ve Goethe…

Harry, halüsinasyonlar sürecinde, Mozart tarafından aşağılanır:

“Kendime geldiğimde Mozart eskisi gibi yanı başımda oturuyordu. Derken omzuma vurup şöyle dedi: “Hakkınızda verilen yargıyı işittiniz. Buna göre, yaşamın radyo müziğini ileride de kulak verip dinlemeye ister istemez kendinizi alıştıracaksınız. Size iyi gelecektir. Olağanüstü yeteneksiz birisiniz sevgili budala dostum, ama sizden ne istendiğini yavaş yavaş anlamış olacaksınız sanırım. Gülmeyi öğreneceksiniz, sizden bu isteniyor. Bu yaşamın mizahına, bu yaşamın kara mizahına akıl erdirmeniz gerekiyor. Ama siz doğal olarak dünyadaki her şeye hazırsınız da, yalnızca sizden istenileni yapmaya hayır! ” (Bozkırkurdu’ndan alıntı.)

İşte bu aydınlanmanın ta kendisidir. Uğraştığı, hedeflediği ama yetişmeye yüreğinin yetmeyeceği şeylerin peşini bırakmak, hayatın manası olabilir. Budist felsefede de bu işlenir ki Hesse, Siddharta’da da bundan bahseder ve Siddharta,gerçekliği sorguladığı uzun yıllar sonunda, bu sorunun ve cevabın peşini bırakmayı kabul ederek huzuru bulur:

“Ama senin ‘nesneler’ dediğin şey gerçeklik taşıyor mu, bir varlık sahibi mi?” diye sordu. “Acaba yalnızca Maya’nın bir göz boyaması, yalnızca bir hayal, bir görünüş değil mi? Senin taşın, senin ağacın, senin ırmağın — bunlar gerçek şeyler mi peki?”

“Bunu da ‘çok önemsemiyorum artık,” diye cevapladı Siddhartha. Nesneler bir hayal olsun ya da olmasın fark etmez, ben de nihayet bir hayal sayılırım ve böyle bir durumda ben nasılsam nesneler de öyle demektir. Nesneleri sevimli ve el üstünde tutulmaya değer gösteren de işte budur: ” (Siddharta’dan alıntı)

Beyaz yakalının çiftlikte yaşama fikri

Eskiler küçük burjuva dermiş beyaz yakalıya. Ortalama bir alım gücünün üstünde, altında çalışanlar olan, maaş veren kişiye burjuva diyoruz ama zamanla sadece orta gelir sınıfının üstü diye tanımlamaya başlamışız. O yüzden burjuva diyebiliriz kendimize.

Burjuva, özelliklerini taşıdığı arketiplerin zorlamasıyla hülyalar kurup “çiftlikte yaşamalıyım”, “sahil kasabasında yaşamalıyım” diye hayaller kurduğunda, içindeki güçlerin ve dışındaki dünyanın arasındaki savaşın arasında kalır. Buna, üretme, para için değil, sevdiği için üretme dürtüsü de eklendiği zaman içinden çıkılmaz bir güçler savaşının ortasında kalır. Ve çoğu burjuvanın içinde, bu güçlerden birine teslim olacak cesareti yoktur. Harry’nin Mozart olamamasının sebebi buydu. Kitapta da şöyle anlatılıyor:

“Ölümsüzler arasında en çok sevdiklerine, örneğin Mozart’a hayranlık beslerken de duruma yine burjuvazinin gözüyle bakar. Mozart’ın mükemmelliğini tıpkı bir okul öğretmeni gibi sadece onun üstün uzmanlık yeteneğiyle açıklar da, bunu Mozart’ın kendini adamışlığının ve acı çekme istekliliğinin büyüklüğüne, tüm burjuva idealleri karşısındaki umursamazlığına, acı çekenlerin ve insan olma sürecini yaşayanların çevresindeki burjuva atmosferini buzsu bir havaya dönüştüren yalnızlığa, Gethsemane bahçesindeki o yalnızlığa katlanmasına bağlamaz.”

Beyaz yakalı, doğanın içinde yaşamayı, “seçilmiş ve şanslı bir azınlık olarak keyif çatma” gibi tasavvur eder. Aynı Harry’nin Mozart’ı salt “yetenek” sanması gibi… Bu yüzden, bahsettiğim düşüncedeki beyaz yakalılar -burjuvalar- aşağılanmalıdır.

Doğaya kaçmış çok insanın burjuvalara karşı takındığı aşağılayıcı tavrı görebilirsiniz. Bu da bir gelişim sürecidir ve olgun kişi, bu süreci tamamlandığında, başkalarını küçümsemekten vazgeçmeli, olduğu gibi kabul etmeli, yargılamamalıdır.

Aksi takdirde, arketipleriyle mücadeleyi en başa sarmış olur. Tıpkı Harry’nin bu hikayede yaptığı gibi…

Takipte kalmak için :

http://www.twitter.com/talhaocakci

--

--

Talha Ocakçı
Mühendis kafası

Yazılarımda bazı şeyleri yanlış anlatıyor olabilirim. Kesin yanlış anlatıyorumdur.