Yakın zamanda kitaplardan öğrendiklerim 2 — Sapiens (İnsan türünün kısa bir tarihi)

Talha Ocakçı
Mühendis kafası
Published in
9 min readAug 6, 2017

Sapiens (the brief history of mankind) sanırım plajların bu seneki baş tacı. Halbuki Murakami de kitap çıkardı ama neden böyle oldu anlamadım. Bir “çok satan” olsa da gayet ufuk açıcı bir çalışma olmuş. 10 adımda dikkatimi çekenleri kendi yorumlarımla da anlatayım:

1- Baba, kuzuları neden kesiyoruz? Onları Allah, biz beslenelim diye yaratmış oğlum!

Sanırım semavi dinlerin en beğenmediğim, bencil, kibirli fikri bu: “Diğer canlılar insanlar için yaratılmıştır.

Vejeteryan değilim, hayvan hakları aktivisti de değilim, düz insanım ama zaman zaman hayvanları nasıl bu kadar rahat kesip öldürdüğümüzü düşününce kendimi kötü hissediyorum. Çok kişi de öyle hissediyor, biliyorum. Biliyorum çünkü, her sohbette, “kırmızı et yemezsek sularımız bitmez, çünkü hayvanların içtiği su ile çok daha fazla sayıda insanı doyuracak bitki yetiştirebiliriz” monologunu ya da “küçücük alanlarda onlarca tavuk büyüyor, hepsi bokunun içinde yaşıyor; kazların direkt midesine hortum dayayıp öyle besliyorlarmış; buzağıları hemen annelerin memelerinden ayırıyorlar, yazık değil mi onlara” monologunu duyuyorum.

Sapiens, her devirde “biz bu hayvanları neden öldürüyoruz” sorusunu sormuş olmalı ki, dinler bir cevap verme gereği duymuş. Dinler dediysem bizim semavi dinler… Şöyle bir çözüm bulmuşlar: “Allah (ya da Tanrı), bu hayvanları bizim ihtiyaçlarımız karşılansın diye yarattı.

Duyduğum en boktan, en radikal ve şekilsiz önerme… Gerçekten.

Besin zinciri bunu gerektiriyor” benim için yeterli bir cevap. Ama doğaüstü bir gücün, tüm yaratıkları başka bir yaratık için yaratmış olması fikri çok banal geliyor. Hele ki, semavi dinlere gelene kadar ki, “insanlar, hayvanlar, bitkiler ve cansızlar, bir akış içerisinde yaşayıp giderler, birlikte acı çekerler, birlikte nefes alıp verip yaşarlar ve yok olurlar” gibi sade bir fikrin sonrasında gelmiş olması keyfimi kaçırıyor.

Bu kibri kabul edemiyorum, bu kadar basit olamaz. Çok küçüğüz be kardeşim.

Bu hastalıklı fikir, semavi dinlerin genel bir şablonu.

Mesela Yahudiler, diğer insanların faydalanamayacağı bir din sahibi sanarlar kendilerini ve diğer insanlara “onlar” derler. İşi abartıp “onların” kendi hizmetkarları olması gerektiğini düşünürler.

Müslüman erkekler, kadınların “tarlaları” olduğunu düşünürler.

Bariz ki, siyasal ve sosyal eziklikler, “doğaüstü bir gücün verdiği hak”lar ile dengelenmeye çalışılır.

Hayvanlara kıyasla faydasız ve zararlı bir ırk olarak “doğaüstü bir gücün verdiği hakka” inanmamız da bu yüzden doğal görünüyor sanırım.

2- Çok tanrıcılığın öcü olarak görülmesi

“Cahiliye devrinde putperestler helvadan putlar yapar sonra da yerlermiş mübarek, ahahaha, ne kadar salaklarmış”

Herhangi bir islami sohbette karşılaşabilirsiniz bu cümleyle. Doğrusu ise şu: Herkes, evinde tanrılara dua eder, bu duaları helvalara üflermiş. Sonra herkes şehir meydanında toplanır bu helvaları tek bir kazanda birleştirir, son bir kez dua ederlermiş ve sonra hep birlikte yerlermiş. Böylece herkesin iyi dileklerinin toplanıp herkesin bünyesine girmesi sağlanırmış.

Bence hoş. Naif bir ritüel. Yani, “taptıkları helvayı sonra yerler” gibi salakça bir ritüel değil.

Bir de putlara gerçekten tapıldığını düşünmüyorlar mı, kendimden geçiyorum. “Cansız bir varlığın onları koruyacağına nasıl inanırlar?” diyerek bu inançla dalga geçmek korkunç bir kibrin ve cehaletin sonucu. Zira her put bir gücü temsil eder ve temsil ettikleri güçlerden yardım dilenir. Cennet cehennem korkusuyla tapınılmaz. Sadece yardım istenir.

Tıpkı, kabeye dönülerek secde edildiğinde kabenin taşına secde edilmeyip temsil ettiği güce secde edildiği gibi…

Putperestlik, semavi dinlerde yasaklanmıştır, halbuki tüm izleri devam etmektedir.

Hristiyanlıkta, Azizler, çok tanrıların yerine geçmiştir. Her Aziz, bir coğrafi bölgenin selahiyeti için vardır mesela. İslamiyette de belli görevleri olan melekler vardır. Evet tanrı değillerdir ama görev dağılımı vardır. Zaten çok tanrılı dinlerde de bütün güçler tanrı değildir. Sadece bize öyle anlatılıyor.

Ne kadar fıkıhla açıklanmaya çalışılsa da bu görev dağılımlarında çok tanrıcılığın izi vardır. Doğa olaylarını neden başka bir güç halletmektedir? Ya da Allahın hem yapıcı hem yokedici, cezalandırıcı gücü varken neden şeytan da vardır? On binlerce yıllık dualist inançtan sıyrılamamanın sonucu olmasın bu?

Doğa olaylarını kontrol eden, ya da günahlarımızı yazmaktan mesul bir meleğin varlığı neden Roma’nın putperest inancından çok farklı ki?

Tekrar edelim, çoktanrılı dinlerde de, diğer tüm tanrıcıkların ya da güçlerin biat ettiği bir ana tanrı vardır.

Hammurabi

3- Hammurabi kanunları biraz sikko muymuş?

Tabii ki bugünün gerçekleriyle tarihi yargılamamalıyız ama Hammurabi kanunları biraz sıkıntılıymış. Şu ana kadar hakkında tek bildiğim “kısasa kısas” olmasıydı ama bunun ötesinde biraz da hastalıklıymış.

1- Hammurabi kanunlarında üstün insan ve alt insan kavramları var ve üstün insana karşı işlenen suçlar ile alt insana karşı işlenen suçların cezalarının şiddeti çok farklı. Alt insana karşı işlenenler “aman Ali Rıza Bey, ağzımızın tadı bozulmasın” minvalindeymiş.

2- Kadınlar yine ikinci sınıf. Çok enteresan bir ceza var. Eğer, bir insan, bir erkeğin karısını ya da kızını öldürürse, ceza olarak bu adamın da karısı ya da kızı öldürülür. Erkek ceza almaz.

Eski Ahit’te de benzer bir kural varmış: “Bir adam, nişanlı olmayan bir bakireyle karşılaşır, onu ele geçirirse (cinsel birliktelik yaşarsa, tecavüz ederse de olur) ve kadınla yatan adam kızın babasına 50 şekel değerinde gümüş verirse, kadın adamın karısı olur”

Rezillik diz boyu.

4- Kapitalizm, maddeye tapanlara istediklerini zaten kolayca satar, diğerlerine ise “deneyim” satar.

Aslında buna çok katılmasam da düşünmeye değer bir fikir: Madde stoklamayı sevmeyen biraz vizyoner insanlar bile kapitalizmin pençesinde. Çünkü hepimiz, kötü giden ilişkimizi düzeltmek için sürekli yurtdışı bileti kovalıyoruz, farklı şeyler “deneyimlersek” ilişkimizin düzeleceğini düşünüyoruz. Belki fakir ülkelere giderek “kafamızın zenleşeceğini” düşünüyoruz.

Ganj’ın pisliği

Halbuki, Ganj’da hem elbise yıkayan, hem sıçan hem de yıkanan insanların pisliğinin bizde olmaması fikri sadece iki üç gün şükrettirebiliyor bizi. Hayatımızda da hiçbir şey değişmiyor. Sadece yine kapitalizm kazanıyor.

5- Yazılı ilk belgeler, ticari Z raporlarıydı.

Yazının bulunması ile yazılan ilk belgelerin aşk şiiri ya da en azından tanrıya bir yakarış olmasını isterdim. Ne bileyim aşağıdaki gibi basit bir akrostiş.

Müthiş bir tanrısın,

Adeta sensiz yapamıyorum,

Reisimizsin sana tapmadan duramıyorum,

Durmadan seni düşünüyorum

Uyuyaımyorum geceleri

Kutsalımsın Marduk, ilk harflere baksana…

Gel gör ki ilk belgelerde yazan sadece şuymuş: “Kushim’den 3 ölçü arpa aldım, bana 2 ölçü buğday verdi.”

6- Bilim, siyaset ve kapitalizm sürekli birbirini destekler

Bilim insanları, kapitalizmin güçlüleri ve siyasiler birbirlerine göbekten bağlıdır ve üçünün de birbirine ihtiyacı vardır. Siyasiler, kampanyaları için, halkın refahı için kapitalistlerin fonlarına ihityaç duyar, kapitalistler, kendilerini koruyacak siyasi güce ihtiyaç duyar; bilim insanları araştırmaları için kapitalist şirketlere ya da devlet yardımına ihtiyaç duyar; siyasiler de, savaşlarda daha üstün olacak teknolojinin gelişmesi için bilim insanlarına ihtiyaç duyar.

Teknolojik her gelişmenin öncelikle savaş endüstrisi için başlatıldığı gizli bir bilgi değildir.

Yakın tarih, siyasilerin gizli gündemleri, bilim insanlarının gizli gündemleri ve kapitalizmin gizli gündemlerinden hangisinin amacına ulaştığıyla yakından bağlantılıdır.

Genelde, siyasi gizli gündem başarılı olduğunda savaş çıkar, bilimsel olan öne çıktığında bir teknolojik gelişim yaşanır, kapitalizmin ki başarılı olduğunda siyasi güç ile sermaye benzer insanlardaysa siyasilerin eli güçlenir, farklı insanlardaysa siyasi bir devrim yaşanır.

Kitap bu konuda birkaç güzel örnek veriyor. Benim beğendiğim Darwin’in Galapagos adalarına gönderilmesi ile ilgili olan:

Darwin, HMS Beagle adlı İngiliz Kraliyet Donanmasına ait 10 toplu bir savaş gemisiyle Güney Amerika kıyılarını araştırmaya gönderilen ekibin bir üyesi.

Bu seferde birkaç gündem var:

Kapitalist gündem: Güney Amerika kıyılarında satılabilecek yeni ürünlerin bulunması ya da maden aranabilecek kıyıların bulunması

Siyasi gündem: Güney Amerika’nın haritalandırılması, savaş zamanında kaçış yollarının, nakil rotalarının bulunması, gerekirse işgal edilebilecek iyi toprakların bulunması.

Bilimsel gündem: Jeolojik araştırmalar

Darwin gündemi: 22 yaşındaki meraklı papazın doğa araştırmaları yapabileceği değişik coğrafya arayışının fonlanması.

Bugün, kaba bir tabirle, siyasetçiler, bilim insanları ve kapitalistler birbirlerini yemlemişler diyebiliriz. Bu 4 gündem de kendince başarılı oldu ve bu açılardan tarihi değiştirmeyi başardı.

Bazen bu gündemlerden sadece kapitalist ya da siyasi olanı başarılı olabiliyor ve tarihin canına okuyordu. Mesela, Truman soyadlı şerefsizin, atom bombası araştırmasına (Amerikan Manhattan projesi) deli gibi kaynak ayırıp, nihayetinde savaşı kaybedeceğini anladığında atom bombasını attırması gibi…

Bu kitapta anlatılmasa da (İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar- Stephen Zweig)da anlatıldığı üzere, ilk okyanus ötesi telgraf hattının döşenmesi de bu konsepte uyuyor.

Bu düşünceyi Türk kahvehanelerinde şu şekilde ifade ederler: “Zenginler, işlerine yaramayacak eşeği beslemezler”. Yani, kapitalistler, işlerine yaramayacak siyasetçiyi ve bilim insanlarını güçlendirmezler.

Şu an, Alzheimer’ın tedavisinin bulunması için fonlanan bilim adamları, “düşüncelerin kontrol edilebildiği bir gelecek” gibi gizli bir gündemin zokaları olabilirler. Böyle bir gelecek fikri dile getirilmiş olsa tüm gücümüzle karşı çıkacakken, şu an sessizce başarıya ulaşmalarını bekliyoruz mesela.

7- İstatistiğin bulunması.

“Kim 500 milyar ister”de “İstatistiğin bulunmasına ne önayak olmuştur” diye soru çıksa herhalde hiç düşünmediğim bir cevap olurdu “rahipler arası yardımlaşma derneği”…

Şöyle olmuş: Rahipler, bir vakfa düzenli aralıklarla belirli miktarlarda ödeme yapıyorlarmış ve öldüklerinde karılarına ve reşit olmayan çocuklarına bakılıyormuş.

Vakfın başında olan rahiplerden Webster ve Wallace, vakfın iflas etmeden mümkün olan en çok kişiye yardım edebilmesi için bir yöntem bulur. Eski kayıtları açar, ölüm yaşlarını, ne kadar süreyle ödeme yapıldığını, harcanan paraları hesaplar ve hesapların “olasılıklar” üzerinden ortalama alarak yapılması gerektiğini bulur. Uç değerlerin (16 yaşında ölen rahip ya da 11 çocuklu rahip) hesaplamaya çok fazla etkisininin olmaması gerektiğini bulur.

İstatistiğin ve olasılık hesaplarının ilk formülleri çıkartılır. 1765 yılında toplam 58.347 pound ödeme yapılacağı hesaplanır ve gerçek miktar 58346 olarak gerçekleşir.

8- Kredilerin muhteşemliği

Kitabın yazarının kredi seviciliği beni rahatsız etse de yine düşünmeye değer fikirler sunuyor. Yazar diyor ki, “eskiden krallar, ellerinde para olmadığında köşeye sıkışırdı, halk yokluğu anında yaşamaya başlar ve devrimler yaşanırdı. Çünkü kral orduyu ve halkı besleyemezdi. Sonra, kredi kavramı ortaya çıktı. Kral da dahil tüm insanlar, olmayan paralarıyla bir şeyler yapıp elleri rahatlayınca, faiziyle birlikte ödeme yapmaya başladı.”

Aslında krediyle iş yapmak demek, insanın bir an evvel para bulmak zorunda olması demekti. Kredi alarak olmayan parasını harcayan kişi, bu parayı mümkün olduğunca para edecek şekilde kullanmalıydı. Bu bir bakıma iyi, çünkü üretimi teşvik ediyor.

Ama devletler de aynı mekanizmayı kullanınca şu oluyor: Elde olmayan bir para var. Yönetici, halktan ya da bankalardan borç alıyor. Halkı bir süre daha koruyor ve geçindiriyor. Ödeme günü geldiğinde halen para yoksa ve yeni kredi alacak güveni veremediyse kral saldırganlaşıyor.

Ya para bulmak için yine savaş çıkarıyor ya da kendi halkına karşı şiddet gösteriyordu. Eğer şiddet gösteremiyorsa yenilgiyi kabul ediyor ve halk devrimine izin vermek zorunda kalıyordu.

Aşırı kredi faizi altında ezilen Fransa Kralları’nın sonuncusu olan 16. Louis, aç kalan halkın vebalini paylaşmak için, 150 yıldır toplanmayan Fransa parlamentosunu 1789'da topladı ki bu yıl tanıdık gelecektir.

Bu mekanizma, devlet ile anonim şirketlerin de birbirlerinin yerine geçmesini sağlıyordu. Şirketlerden, bankalardan kredi alan devletler, kendilerini finanse eden bu şirketlere borçlanıyordu, karşılığında da bazen “devlet olma haklarını” şirketlere devrediyorlardı. Hollanda adına Endonezya’yı ilhak eden VOC şirketi, İngiltere adına Hindistan’ı yöneten British East India Company bunların güzel örnekleri…

Kredi mekanizmasının Hollanda devleti tarafından nasıl doğru, İspanya Kralı tarafından ise nasıl yanlış kullanıldığı güzel açıklanmış kitapta. Aynı şekilde, Mississippi balonu, yani tarihteki ilk aşırı fiyatlamanın nasıl patladığı da anlatılmış.

9- Yunanlılar, Avrupalıların şımarık çocuğu abiiii

Bir ders kitabında vardı bu. Allah’ım yarabbim ya. “Yunanlılar zamanında felsefeyi kurduğu için Avrupalılar onları çok seviyor” gibi de komik bir önerme vardı.

Kitaptaki şu anlatı İngilizlerin, Yunanlıların bağımsızlık mücadelesine neden destek verdiğine dair biraz daha mantıklı bir açıklama getiriyor:

“1821'de Yunanlılar Osmanlıya karşı ayaklandı. Osmanlı’nın yenileceği belliydi. İngiltere’de, ekonomik durgunluktan dolayı kredi vermekte zorlanan İngiliz bankerler, isyanı desteklemek ve sonrasında faiziyle parayı geri alabilmek için zor durumdaki Yunan önderlerine (belli isimlere değil, isyanın kendisine) Londra borsasında hisse senetleri verdiler. İsyan büyürken Osmanlı Devleti üstünlüğünü kurmaya başlayınca, borsadaki kağıtların batması riski doğdu. Kapitalistlerin çıkarlarını korumakla mükellef olan İngiliz devleti Osmanlı Donanması’nı 1827'de Navarin’de yakarak işin seyrini değiştirdi. Kağıtların değerleri eski seviyelere döndü.”

10- Ailenin çökertilmesi, bireyselleşmenin tehlikesi, “just do it ” miti

Liberalizm, kapitalizmin kardeşidir. Özgür birey, ailesinden uzakta yaşar, ailesine bakmaz, ailesinin sorumluluğunu almaz, “just do it” felsefesi ile yaşar ve değişik şeyler deneyimlemek için vardır. Evde ailesiyle mandalina yemek ekonominin büyümesini yavaşlatır. Dikkat ederseniz, haberlerde ekonomi yüzde x arttı dendiğinde acayip mutlu oluyoruz. Neden? Bilmiyorum ki, mutlu olun, bu iyi bir şey diyorlar.

Peki ekonomiyi nasıl büyütebiliriz? Tüketerek. Hmmm…

Aslında bireyselleşme ve özgürleşme çok harika bir kavram gibi görünse de bir noktada şuna benzeyebilir: Ailesinden küçük yaşta koparttığınız birine istediklerinizi büyük ihtimalle çok daha kolay yaptırabilirsiniz. Bir kızı fahişe olmaya ikna edebilirsiniz, bir çocuğu uyuşturucu satıcısı yapabilirsiniz.

Kapitalizmin bir noktada yapmaya çalıştığı şey budur: Ailesinden kopartmak.

Sebebi şudur: Eskiden, birinin bir ihtiyacı olduğunda, akrabaları yardım ederdi. Evi yoksa, evini açardı, arabasını ödünç verirdi, kıyafetini ödünç verirdi. Bu da tüketimin azalmasına neden olurdu.

Kişi, kendi evine çıkmazsa emlak sektörü daralır, aynı şekilde diğer sektörler de… Dolayısıyla reklamlar, sen özgürsün, ailenle neden yaşıyorsun, yap şunu, özgür ol, kır zincirini der. Bu reklamı yapan şirketin başka nasıl bir çıkarı olabilir ki bu gaz vermeden?

Ailenden uzaklaş, kendi evini tut, elektrik faturası ödeyen bir yerine iki kişi olsun, arasıra memleketine git, uçağa para ver. Yap yani bunları…

Kişi ailesine güvenemeyecekse, güvenecek başka bir güce ihtiyaç duyar. Yaşlandığında, kendisinden kopartılan evladının bakmayacağından eminse, devletin sosyal güvenliğine ihtiyaç duyar. Dolayısıyla devlete bağlanır. Devlet güçlenir.

Reklamlar, çocukları ailelerinden kopartarak çocukları şirketlere, aileleri devlete yem eder. Bunu yaparken şirketler ile devlet el eledir. Çünkü devletin varlığı şirketlere, şirketin varlığı devletlere bağlıdır.

Serinin diğer yazılarını alabilmek için takip etmeyi unutmayın. Kalbe basarak yazının yayılmasına yardımcı olursanız da çok sevinirim.

İletişimde kalmak için:

www.twitter.com/talhaocakci

--

--

Talha Ocakçı
Mühendis kafası

Yazılarımda bazı şeyleri yanlış anlatıyor olabilirim. Kesin yanlış anlatıyorumdur.