Dereler Şehri İstanbul: Suriçi
İstanbul sadece tarihinin başdöndürücülüğü ya da tabiatının gönül çeliciliği ile değil aynı zamanda kendi içinde çok katmanlılığı ile de etkileyici bir şehir. Kendi içinde bir şehircikler konsorsiyumu olmasından bahsetmiyorum sadece, burada daha çok içinde yaşadığımız ama genelde pek de fark etmediğimiz yönlerinden birinden, belki de aslında en aşikar olanından, coğrafyasından bahsetmek istiyorum: İstanbul’un dere ve sırtları. Benim kendi mütevazi aydınlanmam, ulaşım aracı olarak bisiklet kullanmaya başladıktan sonra gerçekleşti. Işık kirliliğinden gökyüzünde pek yıldız göremeyen o yüzden gökyüzünü kaybettiğini zanneden şehir mahlukları olduğumuz gibi, İstanbul’da bisikletle ulaşım sağlamak nedense birçoğumuza mümkün değilmiş gibi geliyor. Halbuki nasıl az biraz astronomi öğrendiğinizde bile aslında, her şeye rağmen, yukarıda çıplak gözle dahi keşfedilebilecek epey şey olduğunu fark ediyorsunuz; bisiklet de size içinizde yaşadığınız şehrin yeni yüzleri ve katmanlarını keşfettirebiliyor.
Burada İstanbul’un sosyal mikrokozmoslarını, bitkiler ve hayvanlar alemlerini bir kenara bırakıp sadece altta yatan coğrafi şekillerin birbiriyle irtibatını, tabii ancak kendi anlayışım çerçevesinde, keşfetmek için bir kapı aralamaya çalışacağım. Bu yazı dizisi sadece yaşadığım Avrupa yakasıyla sınırlı kalacak. Ve başta bir sürü uyarı vermemek için kendimi tutmaya çalışmama rağmen söylemeliyim ki muhtemelen eksik kalan ve hataları pek de az olmayan bir Amerika’yı tekrar keşfetme denemesi olacak. (Bu vesileyle bütün eleştiri, öneri ve katkılara can-u gönülden minnettar olduğumu da peşinen ifade edeyim.)
İstanbul bir nevi tepeler şehri olarak bilinir, bense burada onu bir dereler (yani vadicikler) şehri olarak tanıtmak istiyorum. Baştaki öngörülerimi bile aşacak şekilde, bahsedilecek onca şey olduğunu fark ettiğim için dereler ve tepelerden geçen seyahati birkaç yazıya bölmek gerektiği kanaatine vardım. İlk yazı sadece Suriçi’nden bahsederken, ikincisi Haliç’e bağlanan dereleri, üçüncüsü benim Haliçüstü İstanbul demek istediğim (Karadeniz’e kadar) kesimi, dördüncüsü Haliçaltı İstanbul’u (surlardan Küçükçekmece’ye) ve Çekmeceler’i ele alacak. Evet, Haliç’e ve boğaza ya da göllere bağlanan bütün bu dereler örgüsünden önce girişte biraz eski İstanbul’dan, suriçinden bahsetmek uygun düşüyor.
Lykos ya da diğer adıyla Bayrampaşa Deresi, bu yolculuğa başlamak için ilk durağımız. Ama ondan önce İstanbul’un yedi tepesi ve bu konuda internet alemindeki kafa karışılığı ile alakalı birkaç tespitte bulunmakta fayda olabilir. Suriçi bir yarım ada olmanın ötesinde pek öyle belirgin coğrafi şekillere sahip değil ve yedi tepeli şehir tabiri Yeni Roma’ya, anlaşıldığı kadarıyla aslen Roma’dan gelmiş.
Yine de takribi olarak şehirde yedi tepe olduğunu söylemek mümkün. Bu tepelerin Topkapı’ya düşeni haricinde altısı Edirnekapı’dan Topkapı Sarayı’na uzanan bir sırt üzerinde bulunuyor.
Merakta bırakmamak için yazalım, yukarıdaki haritadaki rakamları tersten takip edersek 7. ve 6. tepeler surlar üzerinde Topkapı ve Edirnekapı’da.
5. tepe Nişanca’ya düşüyor ve bunun epey sahile doğru yaklaşan alt yamacında (yani tepesinde değil) Yavuz Selim Camii bulunuyor. 5. ve 6. tepeler arasından Balat vadisi iniyor. 4. tepede Fatih Külliyesi var. Yine 3. ve 4. tepeler arasında Unkapanı’na inen, üzerinde Bozdoğan (ya da Valens) Sukemeri’nin geçtiği, Unkapanı Köprüsü’ne açılan vadicik var.
3. tepede İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt kampüsü var. Bunun bir ucunda Beyazıt diğer ucunda da Süleymaniye Camii var.
2. Tepe, ki bu (4. gibi) aslında pek de tepe değil, takriben Çemberlitaş’ın bulunduğu yerde. Sırttan biraz daha aytı duran ilk tepede ise Topkapı Sarayı, ve bunun sırtında da Gülhane Korusu var.
7. tepenin eteklerini sahile kadar, yani Topkapı’dan güneydoğuda Yenikapı’ya, güneyde Yedikule’ye kadar uzandığı dikkatinizi çekmiştir. İşte bu yedinci tepe ile diğerlerinin oluşturduğu sırtı ve suriçini Lykos ikiye ayırıyordu.
Takriben bugünkü Topçular civarlarından başlayan bu dere Sulukule’nin altından (evet, rivayete göre o yüzden sulu kule) şehre giriyor, kabaca Vatan Caddesi (ve hafif metro) istikametini takip ediyor, Konstantin Surlarını geçtikten sonra yeraltından devam ederek bugünkü Aksaray’a tekabül eden noktada güneye doğru dönüp, Yenikapı’daki Theodosius Limanı’na dökülüyordu.
Vakt-i zamanında Yenikapı’da zamanla dolan ve doldurulan koca bir liman vardı. Bu bize İstanbul’un, özellikle de tarihi yarımadanın coğrafyasının da ciddi dönüşümler geçirebildiğini göstermesi açısından manidar.
Semavi Eyice bir mülakatında özellikle doldurulan sahil hattının orijinal sınırlarının ve kaybolan bazı limanların bugün artık tam olarak tespit edilmesinin imkansızlaştığını söylüyordu. Değil limanları doldurmak bugün Yenikapı’ya son denizi doldurma faaliyetiyle eklenen meydan eski İstanbul’un karnında bir uru andırıyor.
Lykos, bize İstanbul’un geçirdiği dönüşümleri tekrar düşünmek için bir fırsat veriyor. Günümüzde hala süren tabiatla ve tabii ki derelerle savaşın eskilere gittiğini, ama esas metamorfuzun, İstanbul’u başkalaştıran dönüşümün aslında 60–70 senelik olduğunu gösteriyor.
Bir sonraki yazıda Haliç’i takip ederek derelerin izini süreceğiz.