Çin tuzu ve güzelliğin sırları

Osman Manav
Manav Dükkânı
Published in
6 min readApr 19, 2019
Foto: Alexandr Ivanov, Pixabay

Girizgâh mahiyetinde kurmak istediğim cümle havada kalmasın diye yazacağım üç beş kuru pargraf için peşinen helallik istiyorum.

Herşey, yağmurlu ve kasvetli bir Londra sabahında başladı. Sene 2007. Bir meslektaşımla birlikte Westminister’da gerçekleştirilen “World Aesthetic Congress” adlı diş hekimliği toplantısına katılmıştık ve ilgimizi çeken sunumların olduğu salonları ziyaret edip, konuşmacılara kulak kabartıyorduk.

Bir dişhekiminin, botoks ve dermal dolgu üzerine sunum yapacağı salonda karar kıldık. Konuşmacı, tebliğini sunduktan sonra, sahnede, canlı modeller üzerinde uygulama da yapacaktı çünkü. Salona girip ön sıralarda yerimizi aldık. Daha sonraki yıllarda dost olacağımız doktorun gayet enerjik ve Hollywood-vâri performansını baştan sona izledik. Etkilenmiştik. Sunumdan ziyade, bu tarz “estetik-kozmetik” uygulamaları bir diş hekiminin yapıyor olması etkilemişti bizi.

Herşey çok hızlı gelişti ve uzun lafın kısası, o günden sonra, başlangıçta diş hekimlerinin, ilerleyen yıllarda ise pratisyen yahut uzman doktorların da katıldığı kursları Türkiye, İngiltere ve Kıbrıs’ta kendi şirketimiz üzerinden düzenlemeye başladık. Hâlen düzenlemekte olduğumuz bu kurslarda, katılımcılar, önce teorik eğitim alırlar; ardından da, dışarıdan gelmiş gönüllü modeller üzerinde yahut kursiyer olup da model olmayı kabul etmiş meslektaşları üzerinde botoks uygulayarak kursu tamamlarlar.

İşte böyle bir eğitim esnasında, kahve molasındayız, kursa katılan bir meslektaşla sohbet ediyoruz. Ona, eğitimin uygulama ayağında “gönüllü model” olmak isteyip istemediğini sormak için, alın ve göz çevresindeki kırışıklıkları işaret ederek, “gel” dedim, “bir iki enjeksiyon da sana yapalım.”

Gülmseyerek ve ellerini itiraz makamında havaya kaldırarak “olur mu öyle şey” diye ünledi, “ben bunları biriktirmek için kırk küsur senemi verdim…”

O ânı ve aldığım cevabı hatırladıkça, kendimi Ahmet Hâşim’in “güzellik endüstrisi”ne dair tavsif ettiği dev makinenin bir dişlisi gibi hissettiğimi söylemeliyim:

“Erkek kadından değil, kendi yarattığı kadının elinden şu çektiği azabı çekiyor. Yüz binlerce tezgâh, kadının hakikî vücudunu gizlemek için, rengârenk kumaşlar dokuyor, binlerce kimyahanede soluk dudaklarını kırmızılatmaya, sönük gözlerini siyahlatmaya, esmer yüzünü beyazlatmaya, kansız tırnaklarını pembeleştirmeye ve ona çiçeklerin kokusunu vermeye mahsus tozlar, boyalar, macunlar hazırlanıyor. Bazen bütün bu sırmalar, bu ipekler, bu boyalar da kâfi gelmiyor. Vehmi tamamlamak için gecenin karanlığı veyahut lamba ışığının sihri lâzım geliyor. Halbuki terzi, manikür, kürkçü, berber ve kunduracı hünerinin müthiş elektriklerle yüklü bir ölüm bataryası halinde bize gösterdiği kadın, tabiî halinde bir iğne iplik çekmecesi kadar zararsız ve tehlikesizdir.”

SORU, İLMİN YARISI

Şimdi düşünelim. Güzellik nedir? Ne, güzeldir? Buna kim, kimler karar verir? Biz bu kararı neden sorgusuz sualsiz kabul ederiz? Dün çirkin kabul edilenin bugün güzel olarak algılanmasının sebepleri, dinamikleri? Güzeli mi severiz, yoksa sevdiğimiz midir bize güzel görünen? Güzellik mi daha kıymetlidir, onu görebilmek mi? Emin olun, güzellik söz konusu olunca, bütün bu sayfaları sorularla doldurmak mümkün. Hele bir de “güzellik”e dair soruların “estetik” ve “aşk” üzerinden türevlerini alırsanız, ipin ucunun nerelere kadar gideceğini kestirmek imkânsız hale gelir.

Hz. Ali (k.v.) efendimizin “İlim bir noktadır, onu ahmaklar çoğaltır” sözü muvacehesinde, içlerinden bir iki soruyu cımbızlamaya ve sadece onlar etrafında bir tartışma yürütmeye niyetliyim. Ki, siz pek muhterem okuyucularım karşısında hamakatime dair fazlaca açık vermeyeyim.

GÜZEL OLMAK, GÜZEL GÖRÜNMEK, GÜZEL ALGILANMAK

Uzunca bir süredir, bizi “farklılaştırma” vaadiyle “tektipleştiren” bir dünya düzeninin çarkları arasında öğütülmekteyiz. Hasan Kaçan ve Ergün Gündüz’ün vaktiyle Gırgır’da yayınlanan ortak bir karikatürünü hatırlıyorum. Dönem, Batman filminin ilk çıktığı, ortalığı kasıp kavurduğu yıllar. Karikatürde, Batman tişörtlü, askerden yeni terhis olmuş iki genç konuşuyor: “Oh be tertip, sivilleri çektik sonunda!” Biz bu arada, o iki gencin etrafındaki insanları da görüyoruz, hepsi Batman tişörtleri giymiş, orda burda dolaşıyor…

Yakınmak faydasız. Soracağımız soruların cılız aydınlığında yürümeye devam.

İnsan güzel olmak mı ister, yoksa toplum tarafından “güzel olduğuna inanılan” forma bürünmek mi? Hepimiz biliyoruz ki, ikincisi. Zira her devrin güzellik anlayışı farklı. Misal, sinekkaydı tıraş. Yıllar yılı makbul erkeğin tarzı olarak ilgi odağıydı lâkin yerini sakala terketmiş görünüyor. Yahut bir dönemin “bir gram et bin ayıp örter” düsturu, bugün için mizah malzemesi olmaktan öteye gidemiyor.

Aynı dönüşümü kıyafetlerde, giyim tarzlarında izlemek de mümkün, hatta daha kolay. Çünkü adına “moda” denen güçlü rüzgar, gizli kapaklı bir iş değil, herkesin malumu. O rüzgarın istikametini, şiddetini tayin eden “modacı” taifesi ise sanatını bütünüyle göz önünde icra ediyor. Renkler, kumaşlar, biçimler her yıl başkalaşım geçiriyor. İlk gördüğümüzde “absürd” gelen nice giyim tarzı, zamanla normalleşip, toplumun kılcallarına kadar yayılıyor. Bu sayede hayat bulan dev bir moda endüstrisi, az veya çok, hepimizin güzellik algısına yapay, planlanmış, stratejisi çizilmiş, kurgulanmış bir istikamette yön veriyor.

Şimdi, Bernard Rudofsky’ nin “yeryüzünde insandan başka gövdesinin biçimini değiştirmeye çalışan, onunla bir türlü uzlaşamayan başka bir canlı türü daha yoktur” sözünü de hatırımızda tutarak, bir diğer soruya geçebiliriz.

Moda endüstrisinde olduğu gibi, güzellik, bilhassa da yüz ve beden güzelliği konularında, algı biçimlerimiz, birileri tarafından yönetiliyor olabilir mi? Elbette değişen sosyal yapılar, hayat tarzları, hatta teknolojinin tesiriyle, bir dereceye kadar “tabiî” kabul edebileceğimiz dönüşümleri kastetmiyorum. Bir yerlerde kurgulanmış, stratejik planları yapılmış; bizler farkında olmadan, ağır medya bombardımanlarıyla bize kabul ettirilmiş “algı yönetimleri”nden bahsediyorum. Ve bunu da ikiye ayırıyorum:

İlk strateji, bizim algı biçimimizin yönetilmesi, yönlendirilmesi sonucu, normal şartlarda “güzel” kabul etmeyeceğimiz bir formu, “güzel” olarak algılamamız, beğenmemiz. İkincisi ise, az beğeneceğimiz yahut hiç beğenmeyeceğimiz bir formu, içine yerleştirilen çeşitli “trick”ler sayesinde, “güzel” görüp beğenmeye başlamamız.

İlk yol, genellikle bize bir hedef gösterilirken, rol modeller tayin edilirken kullanılan yöntemleri içeriyor. Yani güzellik ikonlarının, kendisine öykünmemiz istenen rol modellerin tespiti, tasarlanması, inşası ve bunların topluma empoze edilmesi, ilk adımdır. Toplumun belli bir kıvama geldiği, kendisine sunulanın “güzel” olduğuna iman edip de ona öykünmek üzere harekete geçtiği an, ikinci merhalenin başlama vaktidir.

İkinci strateji ise, kendisine sunulan ikonlara benzemeye çalışan kişiyi, belli bedeller ödeme karşılığında, bu dönüşümü satın alabileceğine inandırmakla başlıyor: Sen de o ekranda gördüğün kadın kadar güzel, çekici, havalı mı olmak istiyorsun? Kolay. Şu şampuanı yahut saç boyasını kullan, falan enjenksiyonu yaptır, filan ameliyatı ol…

Şipşak: “Before&After”.

Bu iki numaralı stratejinin ikinci aşaması ise, söz konusu ticari ilişkinin kayd-ı hayat şartıyla dâimî ve gönüllü bir bağımlılığa dönüştürülmesidir.

GÜZELLİK SEKTÖRÜNÜN DE BİR MONOSODYUM GLUAMAT’I VAR MI?

Heryerde bangır bangır konuşulduğu için, mutlaka herkes biliyor. Çin tuzu da dediğimiz, lezzet artırıcı maddeden bahsediyorum. Bir Japon bilimadamının keşfine dayanan ve onun verdiği adla anılan beşinci tat “umami”. Sucuktan sosise, cipsten bisküviye gıda sanayiinin birçok ürününde, hatta restoranlarda bile kullanılan bu madde, yediğimiz nesneyi “lezzetli” olarak algılamamızı sağlıyor. Ve yine bu madde sayesinde, o ürünü, o yemeği yedikçe yiyesimiz geliyor.

Güzellik sektörünün de, bu MSG’li ürünlere benzer bir yönü var.

Saçlarınızı o boyayla boyadınız ve bu şampuanla yıkadınız ama tam olarak öykündüğünüz rol modele benzeyemediniz mi? Olur mu öyle şey? Aslında saçlarınızın rengi, doğal görüntüsü, rüzgarda ettiği dans tam da onunki gibi.. Ama burnunuz biraz daha küçük, ucu biraz daha kalkık olsa, tam olacak. Eveet, burnunuz müthiş olmuş, doktorunuzun ellerine sağlık. Rol modelinize hâlâ mı benzeyemediniz? Yok daha neler… Güzelliğiniz göz kamaştırıyor ama şu alın ve göz çevrenizdeki kırışıklıklar yok mu, işte onlar işi bozuyor…

KİM, BİZİ, NİÇİN YÖNLENDİRSİN?

Güzellik stratejileriyle amaçlanan şey yahut şeyler, döneme, stratejiyi çizenlerin kimliğine, bilinçaltı duygularına, inançlarına göre değişebilir. Parayla, pulla, iktidarla, ideolojiyle, ırkçılıkla ve daha nice sebeple ilintili olabilir. Lâkin burası, çok su kaldıran ve gerçeği asla tam anlamıyla bilemeyeceğimiz bir bölge. O yüzden sadece bir “çentik” atıp geçelim.

Belki hatırlayanlar vardır. Bu minvalde bir “komplo teorisi”ni yıllar önce Eylem Şenkal dillendirmiş ve yer yerinden oynamıştı:

Kim ne derse desin dünya modasını eşcinsel modacılar belirliyor. Türkiye’de de modacıların çoğu eşcinsel. Aslına bakarsanız kadının güzel olmasına dayanamıyorlar. Kadını kadınlıktan çıkartıyorlar. Kadını da erkekleştiriyorlar. Bunu bilinçli yapıyorlar ya da bilinçaltından yapıyorlar.”

YAŞLANMAK, ÇİRKİNLEŞMEK DEĞİLDİR

Aslında bütün bu dev stratejilerin, güzellik ve moda endüstrisinin, toplumları kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmeye çalışan dev organizasyonların dayandığı, tutunduğu tek bir dal var ki, o da bizim dünyaya çakmaya çabaladığımız kazık. Tamam hepimiz biliyoruz ve pelesenk misali dilimizde çevirip duruyoruz: “Dünyaya kazık çakacak değiliz ya…”

Ama samimi olalım, Dorian Gray’in Portresi gibi bir imkân bize de sunulmuş olsa, “siz genç ve güzel kalın, yerinize duvardaki resminiz yaşlansın” teklifini aramızdan kaç kişi reddedebilir? Kaçımız, yüzümüzde günden güne derinleşen kırışıklıkları yahut saçımızdaki beyaz telleri “kurtulunması gereken” defolar olarak görmüyoruz.

Baş edilmez bir kavram kargaşası hüküm sürüyor ve bu lanetli iklimde herşeyin, bütün ıstırap, haz, ceza, mükafat, hüzün, mutluluk ve hesabın bu dünyada olup biteceği vehmine kapılıyoruz. Ölü Ozanlar Derneği’nden fırlamış tipler, “Carpe diem!” diye fısıldıyorlar kulağımıza, bu haz senin hakkın, al onu.

Biz de bedeli neyse ödüyor, almak için elimizi uzatıyoruz. Ama o, her elimizi uzatışımızda kaybolup, “bir adım daha ötede” yeniden beliriyor.

TRT’de yayınlanan “Ömür Dediğin” adlı programı seyretmişsinizdir. Bana göre TRT’nin hatta TV’nin en güzel yapımlarından biri. Şimdi lütfen gözünüzde canlandırın. Anadolu’nun ücra bir köyünde yaşayan, kendiyle ve yaşıyla barışık, zamanı ve ölümü meydan okunacak bir düşman değil, sükunetle ağırlanacak bir misafir olarak gören ihtiyarlar mı daha güzel; yoksa 70 yaşını geçmesine rağmen 25 yaşındaymış gibi görünebilmek için düzenli olarak cerraha müracaat eden kimi şöhretler mi?

Sanırım, hemfikiriz.

Osman Manav | 3 Ağustos 2015, İstanbul

NOTLAR

- İkinci paragraftaki cümleyle alâkalı küçük bir itiraf: Havalı bir giriş olsun diye öyle yazdım. Yoksa, güneşli ve gayet berrak bir gündü…

- Bu yazıyı okuyan hekim dostlar, yazının ilk bölümünde bahsettiğim hadisenin başka yönlerini de merak edebilirler diye, konuyla alakalı Dişhekimliği Dergisi’nde yayınlanmış iki makalemin linkini burada veriyorum:

o Ben Taşı Kuyuya Attım, Gerisi Akıllılara Kalmış http://dentiss.com/Ben-tasi-kuyuya-attim-gerisi-akillilara-kalmis-m8.html

o Diş Hekimliğinin Botoksla İmtihanı http://dentiss.com/Dis-hekimliginin-botoksla-imtihani-m23.html

Bu makale, Nihayet Dergisi Eylül 2015 sayısında yayınlanmıştır.

--

--