Düğün keyfi yaşamak için, evlenmek zorunda değilsiniz
Fantastik filmlerde görürüz. Bir şehir kimyasal bomba, radyasyon veya buna benzer etkenlere maruz kalır. Orada yaşayan kimi insanlar mutasyona uğrayarak tuhaf şekillere girer, sıradışı güçlere sahip olurlar. Onlar artık elinden bıçaklar fışkıran, sırtından kanatları çıkan yahut bakışları metal delen, renk renk mutantlara dönüşmüşlerdir.
Basında, sosyal medyada, ekranda arz-ı endam eden kimi düğün konseptlerine şahit oldukça, fantastik bir film seyrediyor hissine kapılıyor insan. Bunca mutant düğün konsepti hangi arada ve ne tür bir olağandışı etkiyle hayat buldu, anlamak zor. Aynı dış etkenlere maruz kalan farklı sosyal gruplar, absürdlükte bir diğerine fark atan başka başka düğün tarzları üretiyor. Misâl, ben “Ottoman Wedding” diyeyim, ötesini siz anlayın.
Bunca mutant düğün konseptinin ortaya saçılmasının kısa tarihini iki ana etken etrafında konuşmak, izlemek mümkün: Düğünlerin ‘salon’a girmesi ve haddinden fazla ‘sosyal’leşen medya.
Elbette bu konuyu sosyolojik yönden tahlil edecek, psikolojik çözümlemeler yapacak değilim. “İslâm’ın şartı 6 olsaydı, altıncısı ‘haddini bilmek’ olurdu” hükmü fehvâsınca, nefesimin buna yetmeyeceğinin idrakindeyim. O yüzden, okuyacağınız makalenin, sorulara cevap vermek şöyle dursun, muhtemelen çoğaltacağını belirteyim de, beklentisi yüksek olanlar boşa zaman harcamasın.
SİYAH BEYAZ ZAMANLAR
Çocukluğumun geçtiği Mut’ta, ve muhtemelen diğer birçok “küçük Anadolu kasabasında”, yakın zamanlara kadar düğünler iki ana ekol üzere icra edildi durdu: Çalgılı, Mevlidli. Bu iki ana akımın yöreye yahut kişilere göre “oynamalı” ve “dualı” şeklinde tabir olunduğu da vâkîdir.
Davetli olduğunuz düğüne dair şifreler bu iki kelimede mündemiç idi. Bir nevî “dress code” diyebiliriz. Nadiren kimi düğünler hem çalgılı hem Mevlidli olabilse dahî, bu iki merasim birbirinden ayrı zaman dilimlerinde, hatta mümkünse ayrı mekânlarda icra edilirdi. Ailelerin dindar yakınları “dualı”, seküler yakınları ise “oynamalı” bölüme iştirak eder, düğün gibi iki ayrı dünyayı bir araya getiren bu travmatik hadisenin, kazasız belâsız, suhuletle atlatılması için çaba gösterilirdi.
Kahir ekseriyetle, çalgılı düğünlerde alkollü içecek servis edilir, Mevlidli düğünler harem-selâmlık olurdu.
“Küçük Anadolu kasabaları”ndaki düğün icra tarzları, esasen, köy düğünlerinin kısmen modifiye edilmiş hâlidir. Bir yönüyle şehre öykünürken, diğer yanıyla köyden kopmamaya çalışan; hayat tarzındaki her değişikliğe, “özünü kaybetmek” ithamı gölgesinde ürkekçe adım atan insanların gündelik hayatlarında bulduğu çözümlerle, yöntemlerle şekillenmiş merasimlerdir bunlar.
DÜĞÜN, SALONA GİRİYOR
Düğün salonları, işte tam da bu noktada çıkageldi. Ve, özünü kaybetmiş olma ithamından duyulan ağır endişe ile şehre ait ışıltıların cazibesi arasındaki hassas dengeyi sert şekilde bozdu. Halbuki o vakte kadar, ahalinin kendi yöntemleriyle ürettiği çözümlerle şekillenen düğünler, kalitesi yahut seviyesi su götürür olsa da, büyük oranda yerli idi.
Düğün salonlarının hayatımıza girişini, düğün icra tarzlarındaki istikametin doğudan batıya, merasimden seremoniye, yerliden ithale saptığını ilan eden en bariz gösterge kabul edebiliriz. Artık Mut’taki Belediye Düğün Salonu ile Las Vegas’taki Caesars Palace arasındaki yol açılmış, yürüyüş başlamış, bütün iş zamana kalmıştır. Düğün salonunda klavye başındaki piyanist şantör ile Vegas’ın kiralık kiliselerinde org çalan müzisyen arasındaki fark, rütbeden ibarettir.
Bir de küçük ara mesaj verelim. Acı olan husus şu ki, başka bir dünyanın kurallarıyla oynamaya ve onların argümanlarıyla konuşmaya başladığınızda, rütbeniz ilelebet ‘ast’ seviyesinde kalacaktır.
Düğün salonlarının Mevlidli düğünler üzerindeki tesirinin ise biraz daha yavaş, biraz daha sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Lâkin yine de hikâye diğerine çok benziyor. Aradaki fark, şarkı türkü yerine Mevlid yahut ilahiler okunması, bazı düğünlerde kadın ve erkek misafirlerin harem-selamlık oturması, alkollü içecek servisinin bulunmaması gibi detaylardan ibarettir. Dönüşüm istikameti, özünde aynıdır.
Fakat burada atlanmaması gereken bir nokta daha var. Salona giren Mevlidli düğünlerdeki irtifa kaybı, çalgılı düğünlere göre kat be kat fazla oldu. Zira çalgılı salon düğünlerini, Batılı hayat tarzının dublajlı hâli kabul edersek; Mevlidli salon düğünleri, o dublajlı versiyonun pek kötü bir kopyası olabildi ancak.
Bu kopya alışkanlığı, yahut kolaycılığı, dinin hayata taalluk eden yönlerini sulandırdı, dindarlığı kalitesizleştirdi. Bugünün şehirli, okumuş, varlıklı dindarları, hayata dair cevaplar üretme noktasında çok zayıf kaldılar. Çünkü kulaktan dolma bilgiler haricinde gerçek bir din ilmine sahip değiller ve hayata yerli bir bakış getirebilme özgüveninden mahrumlar.
Neyse, geçelim.
Ama geçmeden önce, kendimize şöyle bir soru soralım ve daha pek çok su kaldıracak bu hamuru, fırına verelim. Bugünün imkân sahibi dindarları arasından birileri çıksa ve gidip Las Vegas Caesars Palace’ın kiralık Şapel’inde Mevlidli düğün yapsa, şaşırır mısınız?
Evet, ben de öyle düşünmüştüm.
İMİTASYON DÜĞÜNLER, İMİTASYON HAYATLAR
Geçen gün Karaköy’de, Perşembepazarı’nda gördüm. Hırdavatçılar Çarşısı’nın ruhuna tamamen aykırı bir tezgâh üzerinde istiflenmiş banknotlar. 50, 100, 200 TL’lik paralar güzelce destelenerek satışa sunulmuş. Her blok beş lira.
Tezgâhtara bunların ne olduğunu, ne amaçla satıldığını sordum ama baştan savma bir iki kelâm haricinde cevap çıkmadı. Mevzu, tezgâh etrafında kümelenmiş ahaliyle kısa bir müşavereden sonra anlaşıldı. Düğünlerde gelin ve damadın başları üzerine saçmak, gelin arabasının önünü kesen çocuklara zarflar içinde dağıtmak üzere bulunmuş bir “çare” idi.
Vaziyeti idare etme amacıyla gelinin yakasına iliştirilen ve fakat sonradan aile tarafından geri talep edilen beşibiryerdeler, kiralık burmalar, gerçeğe benzerliği ölçüsünde fiyatlanan imitasyon gerdanlıklar falan derken, kalp paralar da sanal düğün ekonomisindeki yerini almıştı, anlaşılan.
Üstad’ın Çile’sinden bir dörtlükle soluklanıp öyle devam edelim.
Bu nasıl bir dünyâ, hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamânı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
Düğün kelimesi, ‘düğ’ kökünden geliyor ve ‘düğme’yle ‘düğüm’le akraba. İki kişiyi, iki hayatı birbirine düğ’lemek yani bağlamak, düğümlemek anlamında. Düğün, iki kişinin, kendi hayatlarını birbirine düğ’lemek yahut düğ’mek suretiyle yeni bir ‘ev’ kurması, yani evlenmesi. Oysa bugün, düğün ile evlilik arasındaki mesafenin açıldığına, aralarındaki düğümün ironik bir şekilde çözüldüğüne şahit oluyoruz.
Bu çözülmeyi hızlandıran, düğün icra tarzlarında dramatik değişikliklere yol açan en radikal unsur, hiç şüphesiz sosyal medya. Günümüzde, hayatın her safhası, sosyal medyada paylaşılabilecek bir fotoğraf vermek/almak hedefi etrafında şekilleniyor ve düğünler de bundan âzâde değil. Damadın hangi çılgın yöntemle evlenme teklif ettiği, damadın bizzat kendisinden daha önemli meselâ. Yahut, gelinle damat, birbirlerinden ziyade, Feys’de paylaşılacak fotoğrafta “ne kadar da şeker” bir görüntü verebildiklerine odaklı.
Düğün temalı TV kanalları, dergiler, organizatör şirketler, fotoğrafçılar harıl harıl çalışıyor. Hedef net. Yeni, daha yeni, en müthiş, en şaşırtıcı, küçük dil yutturucu konsepti bulmak. Sosyal medyada en fazla “retivit” alan, en fazla “beğen”ilen, eş dost arasında en çok konuşulan etkinliği yapmak; mümkünse, ana haber bültenlerine konu olmak.
Bunca sanallıktan nasıl bir gerçekliğin üretilebileceğine dair sorular zihninizi meşgul etmeye başladıysa, nihaî konsepti duymaya hazırsınız demektir: Uzakdoğu’da ortaya çıkan ve Batı’da da günden güne revaç bulan “damatsız” yahut “kiralık damatlı” düğünler.
Dünyanın dilediğiniz yerinde, hayâllerinizin düğününü organize ediyorlar sizin için. Gerçek bir evlilik söz konusu değil ama düğüne dair, seremoniye, ambiyansa, görselliğe dair ne varsa hepsi mevcut. Arzu ederseniz ve fiyat farkını öderseniz, bir de damat ayarlıyorlar. Muhtemelen onu da “katalog”dan seçiyorsunuz. Kısacası, artık gönlünüzce bir “düğün keyfi” yaşamak için evlenmek zorunda değilsiniz.
Bir arkadaşım, bu konseptin şimdilik bizim kültürümüze epeyice uzak göründüğünü söylemiş ve sebebini de şöyle açıklamıştı: “Bu yaşına geldi bir koca bulamadı, gitti parayla tuttu” derler…
KERAMET NEREDE?
Hadi son bir mesaj verip, makaleyi buraya kadar okuma dirayeti gösteren siz sabırlı okuyucuları da azad edelim.
Hoca merhum, ahırda iğnesini kaybetmiş, çıkmış kapının önüne, başlamış aramaya. Hoca’nın arandığını gören ahali de gelmiş yardıma. Bütün mahalle, ahırın önünde toplanmış, iğne arıyorlar. Tâ neden sonra, komşulardan birinin aklına gelip sormuş: “Hocam iğneyi tam olarak nerede kaybettin?” Hoca gülümsemiş, “Ahırda kaybettim ama orası pek bir karanlık…”
Bilmem fark ettiniz mi? Düğüne dair bu kadar kelâm sarf ettik ama “nikâh” kelimesini hiç kullanmadık.
Hâlbuki, düğünde aradığımız o ‘kerâmet’i, nikâhta kaybetmiştik aslında.
Osman Manav| Nihayet Dergisi, Ağustos 2015
HAMİŞ NİYETİNE
Burada, imitasyon takılara dair bir kanaatimi kısaca paylaşmak isterim. İnsanlar niçin böyle bir yola tevessül eder? Cevap bâbında uzun tahliller mümkün ancak düğünler açısından bakıldığında imitasyon takı kullanım amaçlarından üç tanesi, öne çıkıyor.
İlki, saf misafirleri gaza getirip, kesenin ağzını açmalarını temin etmek. İmitasyon takı kullanımları içinde en pespaye amaç budur. Hem başkalarını aldatıyorsun, hem de onların aldanmasından bir çıkar umuyorsun. Gerçekten mide bulandırıcı bir müptezellik.
İkincisi, davetlilere, eşe dosta hava atıp, gösteriş yapmaktır. Bu, insani zaaflar kategorisine girer ki, ilkine göre daha masum sayılabilir. Yani bir nesnenin başkalarına gösteriş yapmak amacıyla kullanılıyor olmasıdır asıl problem. Ki bunu da o nesnenin ha hakikisiyle yapmışsın, ha çakmasıyla.
Ve nihayet üçüncüsü. Ezilen taraf olmamak, kızının/oğlunun başını dik tutma amacıyla durumu idare etmek. İmitasyon bir takının bu niyetle kullanılması, aşağılamaya değil övülmeye layıktır. Bir anne babanın, durumu kurtarmak, kızını/oğlunu sosyal baskılar altında ezdirmeden baş göz etmek için kiralık yahut imitasyon takıya başvurması; böbürlenmek, başkalarını ezmek amacıyla takılan hakiki mücevherattan çok daha değerli, çok daha haysiyetlidir. Cemil Meriç’in “yalan”a dair söylediklerini hatırlayalım: “Yalan, hürriyete açılan kapı. Yalan, kaygıların bittiği liman. Samson’un gücü saçlarındaydı, esirlerin gücü yalanlarında…”