Kitaplar bizim için, bazı insanlar ise kitaplar için bir sığınaktır

Osman Manav
Manav Dükkânı
Published in
6 min readJan 29, 2019
(Foto: Alexandra, Pixabay)

Babam, biz çocuklarına lâyık gördüğü yahut hayâl ettiği geleceği, “Oğlum, okuyun, Mut çapında değil, yurt çapında adam olun” cümlesiyle özetlerdi. Bu niyet muvâcehesinde, ortaokuldan sonra İstanbul’a gönderildim. Yurt çapında adam olmaya azimli ve lâkin bunun nasıl yapılacağına dair en ufak fikri bulunmayan bir taşralı genç hüviyetiyle dolaşıp durduğum panel, toplantı, konferanslardan birinde Ahmet Kabaklı demişti ki “Gençler, Cemil Meriç’in bütün kitapları mutlaka okunmalı, kaabilse ezberlenmeli.

Bu sözün bilinçaltıma tesir etmesinden midir bilmiyorum, Cemil Meriç’in “Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülâkata bu kitabı yazmak için geldim” dediği Bu Ülke’sinden pek çok cümle hâlen hâfızamdadır. Fakat içlerinden bir tanesi var ki, beni en çok yaralayan, içime en derinlemesine işleyen, burnumun direğini en çok sızlatan odur: “Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar.

Âh!

Bu aforizma zihninizin bir köşesinde var oldukça, elinize aldığınız, önüne oturduğunuz her kitap karşısında hüzün, umut, merak, heyecan ve merhamet karışımı tuhaf bir rüzgârın göğüs kafesinizde dolaştığını hissedersiniz. Kütüphane ise, o rüzgârın içten içe köpürdüğü, bir fırtınaya dönüştüğü mekândır.

Kaldırmak üzere olduğunuz kapağın ardında, asırlar öncesinden gelen bir selam yahut bundan yüzyıllarca sonrası için yazılmış taze bir mektup olabilir. Siz o kapağı açtığınızda, devasa bir cin göğe doğru süzülecek, hayatınızda, kişiliğinizde ve düşüncelerinizde, az veya çok, hafif veya köklü bir değişime, dönüşüme sebebiyet verecektir. Çünkü “Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz.

SIĞINAK

Haydarpaşa Lisesi birinci sınıfta, Fransızca hocamız Hamdi beyin dersleri, benim için bir kâbustan farksızdı. Devamsızlık limitim elverdiği ölçüde dersi kırar, Kadıköy’e, rıhtıma inerdim. İki sığınağım vardı orada. Biri, keskin yosun kokusunu içime çeke çeke, telaşla vapura koşturan ahaliyi hayretle, teknesindeki balık kasalarını iskeleye çıkarıp istifleyen balıkçıları ibretle seyrettiğim bank. Diğeri, Aziz Berker Halk Kütüphanesi. Ki, Mut Ortaokulu’nun bir köşesinde, idealist öğretmenlerin gayretleriyle teşkil edilmiş kitaplık odasını saymazsak, ilk göz ağrımdır.

İlk kütüphane üyelik kartımı aldığım, ilk ödünç kitap tecrübemi yaşadığım ve imzamın bir yetişkin gibi kabul gördüğü ilk devlet dairesi olan Kadıköy Aziz Berker Halk Kütüphanesi’nde bütün Agatha Christie serisini yalayıp yutarken, karı-koca kütüphaneci bir ailenin damadı olacağımdan habersizdim elbette. Yegâne amacım, iki ders saati büyüklüğündeki stresten ve fakat bununla birlikte, okulu kırıyor olmanın içime saldığı vicdan azabından da, bir süreliğine uzaklaşabilmekti. Zira okuma ameliyesinin müthiş bir müsekkin olduğunu, henüz ilkokul yıllarımda, çalınan bisikletimin çocuk yüreğimde kopardığı fırtınaya çare ararken, keşfetmiştim (Mustafa Necati Sepetçioğlu’nu rahmetle, Yavuz Bahadıroğlu’nu minnetle yâd edelim).

KÜTÜPHANECİLER ARASINDA BİR TİLMİZ

Mehmet Serhan Tayşi, Nevzat Kaya, Mustafa Şahidi Örnek gibi, Süleymaniye, Millet, Bayazıt ve sâir kütüphanelerde memurluktan müdürlüğe yıllarca hizmet vermiş kitap erbâbı, kayınpederim Şerafeddin Kocaman’ın vefaatına kadar, zaman zaman buluşur, sohbet ederlerdi. Kütüphane ve kütüphaneciliğin yanısıra sanat, edebiyat ve daha nice memleket meselesiyle derinleşip şerbetlenen sohbetin mevzuu, istisnasız her seferinde döner dolaşır, bir şekilde Bayazıt Devlet Kütüphanesi’nin efsanevî müdürü, daha doğrusu hâfız-ı kütübü, İsmail Saib Sencer merhuma ve kedilerine gelirdi.

İşte tam o esnâda, meclisteki yârân dalgınlaşır, çaylarından birer yudum alır ve derin derin iç geçirirdi. Kütüphaneyi basan farelere zehir alınması için Ankara’dan gönderilen ödenekle, fare zehiri yerine, kasaptan ciğer alıp kedilerine yedirmesinden; sonradan müslüman olup Osman adını alan Yahudi asıllı Alman talebesi Oscar Reicher’in nasıl olup da üstâda kapılandığına kadar nice anekdot, bir kez daha anlatılır, küllenen hafızalar harlanır, kütüphaneciliğin n’idüğünü ve nasılını yaşayarak göstermiş olan bu büyük dehâya duyulan hürmet, derin bir huşû içinde tazelenirdi.

İsmail Saib Sencer

İsmail Saib Sencer’in bende en çok iz bırakan özelliği, inanılması gerçekten zor hafıza kudreti olmuştur. Bir örnekle somutlaştıralım. Fatih’teki Millet Kütüphanesi’nin müdürü, merhum Mehmet Serhan Tayşi’den dinlemiştim. İsmail Saib Sencer’in müdürlüğü döneminde bir gün, kütüphaneye bir araştırmacı gelir. Arapça nadir elyazmalarından birine müracaat edecektir. Fakat kitabın sayfalarından bir tanesinin kayıp olduğu farkedilir. Üstad kitabı eline alır, şöyle bir evirip çevirdikten sonra, “vaktiyle ben bu kitabı okumuştum” diyerek o kayıp sayfayı ezberinden bir güzel yazdırır.

Araştırmacı zât, hürmeten ses çıkarmasa da, içten içe kuşku duymaktadır. Kaderin cilvesi, aynı kimse, ilerleyen yıllarda o kitabın eksiksiz bir nüshasına ulaşır. Elbette ilk işi, doğruca Bayazıt Devlet Kütüphanesi’ne gidip kayıp sayfayı karşılaştırmak olur. İsmail Saib Sencer’in ezberden yazdırdığı sayfayla orijinal sayfa, çok küçük farklar dışında tıpatıp aynıdır.

EZBERCİLİĞİ Mİ SAVUNUYORSUN?

Kimileri için kitaplar ve kütüphaneler birer sığınaktır. Hayatın gündelik telaşından, hırgüründen, gözümüzü ve gönlümüzü çevreyeleyen çirkinliklerden kaçmak, bir nebze de olsa huzur bulmak için sığınılan bir iklim. Oysa İsmail Saib Sencer gibi öyle insanlar var ki, onlar, kitaplar ve kütüphaneler için birer sığınaktır. Umutla denize bırakılmış, kendisine emanet edilen rüzgârı incecik cidarları içinde muhafaza eden nice şişe için emin bir sığınak.

Halbuki bize, ne çok cümle ezberletildi “ezberciliği” lanetleyen. Ve su gibi ezberlemiş olmamız gereken ne çok şeyi kurban ettik, ezberciliği daha güçlü lanetleyebilmek adına. Faşist bir gözüdönmüşlükle kılıçtan geçirdik, ezber’e, ezberleme’ye ve ezbercilik’e dair ne varsa. Bunaldıkça gölgesinde ruhumuzu dinlendireceğimiz heybetli ağaçları ve ömür boyu besleneduracağımız gök ekinleri şehvetle biçince, hafıza tarlamız, ayrık otlarının istilâsına uğradı. “Fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınan Peygamber”in ümmeti olduğumuz iddiasındayız, ama daha çok, uzun yola çıkmış bir geminin, ‘yükten kurtulmak’ amacıyla yakıt deposunu denize boşaltan ahmak kaptanına benziyoruz.

İtikadi yönden sıhhat derecesini bilemeyeceğim lâkin çocukken annemden dinlediğim Kıyamet alametlerinden biri, Kur’ân-ı Kerim’in bir gecede bütün yeryüzünden silineceğine dairdi. Bir sabah uyandığımızda, bütün Kur’ân’ların bembeyaz, bomboş sayfalardan ibaret olduğunu görüp, dehşetle irkileceğimiz, çaresizce sağa sola koşuştursak da, elimize aldığımız her Kur‘ân-ı Kerim’in aynı âkıbete düçar olduğunu göreceğimiz ihtar ediliyordu. O yüzden mümkün olduğunca Kur’ân’dan bir şeyler ezberlemeli, hafızamızdakileri tazelemeli idik.

Bu mevzu açıldığında, akılcı düşünceye önem verenler ikiye bölünürdü. Bir kısmı, bunun mecâzî bir ifade olduğu ve Kur‘ân hükümlerinin yeryüzünden kalkacak olmasına işaret ettiği kanaatindeydiler; diğer bir kesim ise, (tabiî ki Yahudiler tarafından) atılacak olan bir nevi atom bombasıyla Kur‘ân’lardaki mürekkeplerin silinip gideceği iddiasındaydı. Miraç haberini, “O söylüyorsa, doğrudur!” diye karşılayan Hz. Ebu Bekir (ra) geleneğine tâbî olanlar ise, fazla deşmezler, “Allahu a’lemu bissavab” deyip sükut ederlerdi.

Artık dijital çağdayız. Pek çoğumuzun akıllı telefonlarında Kur’ân aplikasyonları mevcut. Hafızaya, ezbere de fazlaca ihtiyaç duymaz olduk, zira Gogıl, ihtiyacımız olan bütün bilgileri bizim için aklında tutuyor. Hepsi ve daha fazlası, dilediğimiz anda emrimize âmâde. Kağıt ve mürekkebin tasallutundan kurtuldukça, özgürleşiyoruz. Artık bilgiye ulaşmak (ne demekse?), bir tuşa basmak kadar kolay ve hızlı.

Bir sabah uyandığımızda, bütün Kur‘ân’ların bembeyaz, bomboş sayfalardan ibaret olduğunu görüp, dehşetle irkileceğimiz güne büyük bir iştiyakla hazırlanmaktayız.

HOCA TAHSİN EFENDİ

Buraya kadar yazdıklarıma şöyle bir göz gezdirince farkettim ki, ciddiyet dozu biraz fazla kaçmış. Kitap ve kütüphane üzerine bir yazıyı, sonuna kadar sabırla okuyan kıymetli okuyucumun, buradan, dimağında karamsar bir tatla ayrılmasına gönlüm razı gelmedi.

O yüzden, kepengimizi, Bayazıt Devlet Kütüphanesi’nin İsmail Saib Sencer’den bir önceki müdürü, yani devlet eliyle kurulan ilk kütüphanenin ilk müdürü Hattat Hoca Tahsin Efendi’ye dair hoş bir hâtırâ ile kapatalım.

İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın “Son Hattatlar”ından aktaran Dursun Gürlek’in bir makalesinde okumuştum.

Hoca Tahsin Efendi’yi hattatlık günlerinden tanıyan İbnülemin Mahmut Kemal’in gayet eski, “âsar-ı âtika”dan sayılabilecek bakır bir saati varmış. Saat ara sıra bozulur, Tahsin Efendi “saatçiye götüreyim” diye alır, bir müddet sonra da tamir edilmiş saati getirip sahibine teslim edermiş. Bir gün saat yine bozulmuş ama İbnülemin Mahmut Kemal, Tahsin Efendi’yle saatçiye göndermek yerine, biraz da merak saikiyle olsa gerek, arka kapağını açmış. Bir de ne görsün? İncecik bir kâğıt ve üzerinde bir dörtlük:

Pek güzel yaptı onu saatçi
İçini açma sakın ey gamkîn
Bir dakika ileriye gitse
Yine tamir eder elbet Tahsi
n

Meğer Tahsin Efendi saatçilikten de anlar ama kimselere söylemezmiş. İbnülemin Mahmut Kemal’in saatini, saatçiye götürüyorum diye alır, kendisi tamir eder, sonra da geri getirirmiş.

Osman Manav | Nihayet Dergisi, Mart 2016

DİPTEKİ NOT
Aile içi sohbetlerde, Kur’an sayfalarının silineceğine dair Kıyamet alameti hâlâ konuşuluyorsa, muhtemeldir ki, bunun, (yine Yahudiler tarafından yapılacak) bir bilgisayar virüsü marifetiyle olacağı, senaryolar arasına eklenmiştir.

--

--