Koçlara, falcılara, şifacılara dair
Misâl, parmağımıza alev yahut sıcak bir nesne değince, gayriihtiyari ağzımıza götürürüz. Neden? Tükürükte yanık dokuyu tedavi edecek, acısını dindirecek enzimler var da ondan. Çoğu insan bunu bilmez ama eli yanan herkes aynı hareketi yapar çünkü bilgisi içimize yerleştirilmiştir. Benzer şekilde, hayatta yüzleştiğin zorluklar, çözümsüz görünen problemler karşısında da en önemli hatta biricik çözüm kaynağın, bizzat sensin. O yüzden yanlış anlaşılmak istemem. Ben senin yaşam koçun olarak senin dertlerine çözüm üretmeyeceğim, kendi içinde zaten var olan şifayı bulmana daha doğrusu keşfetmene yardımcı olacağım. Veya şöyle söyleyelim, çözümü birlikte keşfedip, başarıya birlikte ulaşacağız!
• • •
Ne yalan söyleyeyim, ‘Yaşam Koçu’ ünvanını ilk duyduğumda yaşım otuzu devirmişti. İşini, kendi mecrası içinde düşünüldüğünde, gerçekten iyi yapan, yaptığı işin doğruluğuna samimiyetle inanan, hatta iman eden bir hanımdan (adını vermem uygun olmayacağı için, Sude hanım diyelim), yukarıdaki paragraftakine benzer bir tirad dinleyene kadar bildiğim koçların sayısı üçten ibaretti: Bayramlarda kurban edilen sakız koç; çocukken mahalledeki komşumuz, Mut İdman Yurdu’nun kaptanı Koç Mustafa; bir de yine çocukluğmuzun efsane TV dizisi Beyaz Gölge’deki Koç Reeves.
Zaten hiç hazzetmediğim “yaşam” kelimesi ise, yanına iliştirilen, ne idüğü belirsiz “koç”la beraber iyiden iyiye berbat görünüyordu.
Geçen yıl. Büyük oğlumun gittiği okulda veli toplantısına davetliyiz. Okul yöneticileri, sağolsunlar, her öğrenciyle daha yakından ilgilenmek, onları geleceğe hazırlarken birebir destek olmak amacıyla yeni bir yapılanmaya gitmişler. Velilere sunum yapan idareci dedi ki “artık her bir öğrencimizin bir Koç Öğretmeni olacak…”
Koç öğretmenimizin portresini, zihnimde, kurbanlık sakız koç, Koç Mustafa amca, Koç Reeves ve Yaşam Koçu Sude Hanımın yanına asarken dedim ki “Yaşam Koçu’ndan daha berbat bir ünvan olamaz diye düşünürdüm hep, yanılmışım…”
KOYUNLARIN YAŞAM KOÇU: SÜRÜ YÖNETİM ELEMANI
Isınma hareketlerine başlarken tartışmaya dahil etmemiz gereken bir de adlandırma meselemiz var. Kurslara, sertifika programlarına konan adlar ve oradan ‘belge’ alan kursiyerlere verilen ünvanlar meselesi: Eski Mesleklere Yeni Adlar Koyarak Modernize Etme Sendromu.
Bu hastalık, hekimin doktora, hocanın öğretmene, paşanın generale dönüştürülmesiyle başladı aslında. Hastalığın ölümcül evreye girdiğini ise, çobanın ‘sürü yönetim elemanı’na ‘downgrade’ olmasından anlıyoruz.
Ben, tarihöncesi atalarımızın, binyıllar içinde çeşitli sesler çıkarmak suretiyle konuşmayı ve lisanı keşfettiğine değil de; Allah’ın, ilk insan Adem atamızı yarattığı vakit, bu nimeti onun şahsında bütün bir insan nesline bahşettiğine, “Ve Adem’e bütün esmayı ta’lim eyledi”ğine inananlardanım*. Tabii ki, Ademoğulları yeryüzünde farklı coğrafyalara, iklimlere yayıldıkça, bedenî özellikleri yahut karakterleri gibi, dilleri de ayrıştı, zenginleşti.
O bakımdan, bütünüyle kelâmın, hususan kelimelerin, bilhassa da isimlerin çok mühim olduğunu düşünürüm. İsim derken de sadece insanlara konan adları değil, bütün ‘eşya’ya, yani ‘şeyler’e, yani her bir ‘şey’e verilen isimlerin tamamını kastediyorum. Ayrıca o isimlerin yüzyıllar içinde akıp geçtiği coğrafyalarda uğradığı dönüşümler, yüklendiği anlamlar, göğüslediği mücadeleler, aldığı yaralar, tekmili birden çok değerlidir. Her biri, o kelimenin taşıdığı kıymet ve ehemmiyetin hissedarlarıdır.
Sadece iki harften oluşan ve fakat Türkçemizin en müstesnâ kelimelerinden biri olan “ev”i düşünün meselâ. Eğer “ev”, sadece içinde barınılan, duvarlar ve çatıdan müteşekkil yapının adı olsaydı, yani teknik bir terimden ibaret olsaydı, dilediğimiz başka iki harfi yan yana getirir, yeni bir kelime icad eder, ev’in yerine ihdas edebilirdik. Lâkin öyle değil. Ev’i kaybedersek eğer, onunla şekillenmiş yüzlerce başka kelimeyi, deyimi, atasözünü; Asya bozkırlarındaki ‘eb’lerimizden Anadolu’daki ‘ev’lerimize uzanan bin yıllık yürüyüşümüzü ve hikâyemizi de kaybederiz.
Hekim, tabip, hoca, paşa, çoban ve daha niceleri… Her biri yüzlerce yılın heybetini, izzetini, kıymetini taşıyor. Vicdanımıza işleyen, dimağımızda lezzet bırakan kelimeler, üzerinde en çok emek olan, en fazla alınteri, gözyaşı, hüzün veya sevinç bulunanlardır. Tıpkı insanlar gibi, kelimeler için de çıraklıktan ustalığa uzanan bir seyrisülûk vardır. Yeni icad edilen her kelime, başlangıçta, köksüz, duygusuz, yavan bir ses yığınından ibarettir.
Kastım, “yeni adlar icad etmeyelim” değil elbette. Yeni durumlar, yeni nesneler, yeni hisler için yeni kelimeler icad etmek, onları kullanarak metinler, şiirler inşa etmek; bizden sonraki nesillerin ve anamızın ak sütü gibi kendisiyle beslenegeldiğimiz lisanımızın, bizim üzerimizdeki haklarıdır. Fakat her bir kelimenin lisan içinde kendine sağlam bir yer edinmesi, kendisiyle inşa edilecek deyimler, metinler, şiirler sayesinde ve de uzun yıllar zarfında olacaktır.
Alanyalı Kaygusuz Abdal’ın Kaz Destanı’nı lisedeki edebiyat derslerinden hatırlamayan yoktur. Hani kırk gün kaynatılan ancak bir türlü pişirilemeyen kart kazın hikâyesini; esasen de dervişlerin seyrisülûkları esnasında mühim bir merhale olan “erbaîn” çıkarmalarını, yani kırk gün boyunca inzivaya çekilerek yapılan nefs mücadelesini anlatan şiir.
Bir kaz aldım ben karıdan
Boynu da uzun borudan
Kırk abdal kanın kurudan
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Sekizimiz odun çeker
Dokuzumuz ateş yakar
Kaz kaldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Yeni icad edilen adlar da, kırk gündür kaynatılmasına rağmen bir türlü hâle yola gelmeyen o kaza benzer. Duruşlarında daima bir çiğlik vardır, damağınızda/dimağınızda ham meyve tadı bırakırlar; ‘yaşam koçu’ veya ‘sürü yönetim elemanı’ gibi. Koyduğunuz yerde usturupluca durmaz, vermek istediğiniz duyguyu asla karşı tarafa iletmez, iletemezler. Zamana, uzun, çok uzun zamana ihtiyaçları vardır.
Aranot: Lisanımızın uğradığı soykırım, bu yazının konusu değil ama tek bir cümle kurmama müsade edin. Birkaç yüzyıllık bir sehpayı veya kilimi bile müzelerde saklarken yahut kırk elli yaşındaki ağaçların nâhak yere, göz göre göre kesilmesi vicdanımızı kanatırken; nasıl oldu da, asırlar boyu nice ilim erbabının, sanatkârın, şairin göznuruna mâlolmuş, milyonlarca insan hayatının, yaşanmışlığın, ıstırabın, hüznün, sevincin, hezimetin, zaferin içinden damıtılıp, eşsiz mücevherler misâli bize kadar gelmiş güzelim kelimeleri, gözümüzü bile kırpmadan, cayır cayır kökleyip attık? Ah!
İKİ NOKTANIN BİR DOĞRUYLA İMTİHANI
Yaşam koçları, aynı zamanda birer ‘Enelpi Uzmanı ve Eğitmeni’dir. Orijinal yazılışıyla NLP, Nöro Linguistik Programlama, bu mecrada kullanılan en önemli enstrumandır.
Eğer geçmiş yıllarda, tarihte, başarılı olmuş kimselerin düşünüş ve davranış kalıplarını inceler, oradan herkese uygun bir harita, bir kılavuz çıkartır, onu da kişinin (daha teknik ifadeyle “danışan”ın) hayatına uygularsak, o da aynı veya benzer şekilde bir başarı grafiği çizebilir. Herkes bu eğitimi alarak Enelpi Praktişinır (NLP Practitioner) sertifikasına hak kazanabilir.
Bu yöntem; bilimi Newton kanunlarından ibaret gören; daha doğrusu Newton adıyla özdeşleşmiş fizik kurallarının şaşmaz, yanılmaz olduğu, hangi etkinin hangi tepkiyi doğuracağının önceden hesaplanabildiği inancına dayanan bakış açısının, davranış bilimlerine yansımasından ibarettir. Dalından kopan elma yere düşüyor, sıvı maddeler girdiği kabın şeklini alıyorsa, Einstein ve Napolyon’un düşünüş/davranış kodlarını uygulayan kimse de, başarıya ulaşacak demektir. Çünkü iki noktadan sadece bir doğru geçer.
Tartışamayacağınız açıklıkta bir kaç “aksiyom”u sıralayıp, bir sonraki adıma dair “tahmin”ini, mutlak gerçekmiş gibi sunmak. “Düşünüyorum öyleyse varım” temel cümlesinden yola çıkan birinin bütün bir kâinatı anlamlandırabileceğine, bütün hakikatlere ulaşabileceğine inanmak. Yeryüzündeki, kâinattaki ve hayattaki işleyişin bir makineyle özdeş olduğunu varsaymak.
Oysa hayat böyle değil. Zaten bilim de böyle değil. Kurt Gödel, kendi içinde tutarlı da olsa hiçbir sistemin “eksiksiz” olamayacağını, matematik dilinde ispatlayalı neredeyse doksan yıl oldu.
Kazı koyduk bir ocağa
Uçtu gitti bir bucağa
Bu ne haldir hacı ağa
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Gödel’in Eksiklik Teoremi’ni bir başka yazıya havale ederken burada biraz duralım ve sadece büyük alimlerin, bilimadamlarının dünyasında tartışılabilecek karmaşıklıktaki bilgileri, fikirleri, hakikatleri, biz sıradan fanilerin anlayacağı sadelikte miras bırakan Nasreddin Hoca’mızdan bir hâtıra ile nefeslenelim.
Unutmadan şunu da araya sıkıştırayım. Aslında falcılar ile yaşam koçlarının yöntemleri birbirine çok benziyor. Size doğruluğunu tartışamayacağınız birkaç “bilgi” sunuyorlar ve sizden, o andan itibaren söyleyecekleri herşeye kayıtsız şartsız iman etmenizi bekliyorlar. Aynı yöntem, piyasada mebzul miktarda mevcut “şifacı”larda da cârî. Hekim, hastayı dinlemek, sorular sormak suretiyle teşhise ulaşmaya çalışır. Anamnez, yani hastanın tıbbî sorgusu, doğru teşhise giden birinci ve en önemli adımdır. Oysa şifacıların çoğu, sizden bir kaç kelam duyduktan sonra hemen hastalığınıza dair detaylar vermeye başlar. Büyük bir isabetle anlattığı bu detaylar karşısında diliniz tutulur ve ondan gelecek bütün “hakikat”lere açık hâle gelirsiniz. Halbuki bir kimsenin teşhisi doğru koyması, onun doğru tedaviyi bildiği anlamına gelmez. İki noktadan bir tek doğru geçer ama iki noktadan geçen her çizgi “doğru” değildir.
Muhtemelen, etraftaki şarlatan kâhin/falcı taifesinden ve ahalinin onlara gösterdiği teveccühten muzdarip olan Hoca merhum; bir ağacın dalına çıkar ve başlar oturduğu dalı kesmeye.
Gelip geçenler bir anlam veremez ama gene de uyarmadan edemezler: “Yapma, etme Hocam, bindiğin dalı kesersen düşersin..” Hoca bu, dinler mi? Dalı keser ve bir güzel düşüp, toza toprağa bulanır. Sonra da etrafta şaşkın şaşkın gülüşenlerin yakasına yapışır: “Vallahi de bildiniz, billahi de bildiniz! Şimdi söyleyin bakalım, ben ne zaman öleceğim? Onu bilen, bunu da bilir…”
ALTIN BİLEZİK MÜHİM DEĞİL, SUYABATMAZ İSTERİZ
Suyabatmaz, memleketin bazı yörelerinde “diploma” anlamına kullanılan bir kelime. Binbir türlü hâli olan dünyada, elde bulunması öğütlenen cansimidi. Bana göre fazla pragmatik. Hacıyatmaz gibi olmak istiyorsan, bir suyabatmaz edinmelisin. Hâlbuki, benzer bir kapıya yönledirmesine rağmen, “sanat altın bileziktir”, daha insânî, daha saygıdeğer ve işin özüne taalluk eden bir nasihat. Biri, öğrenmen çok da mühim değil, yeter ki belgen olsun; diğeri, sen ilmi tahsil etmeye bak, o seni zaten yolda bırakmaz, demektedir.
Efendimiz’in (s.a.v.), Kıyamet alâmetleri arasında zikrettiği “İlmin kaldırılması, cehâletin kökleşmesi”nin* tezahürlerinden biri de mekteplere, kurslara, meslekiçi eğitimlere rağbetin artmasına karşılık, bu rağbetin, özünde, öğrenmeye değil, izlenecek süreç sonunda elde edilecek “belge”ye olmasıdır. Hele bir de bu belgenin, sertifikanın, kursun, seminerin, sosyal âlemde ‘gideri’ olmayagörsün.
Esasında bu çift taraflı bir kandırmaca. Bir yanda öğretirmiş gibi yaparak akademik kariyer, toplumsal statü, dünyalık üç beş kuruş temin eden zevât; diğer yanda da öğrenirmiş gibi davranarak bir suyabatmaz elde etmeye çabalayan güruh. Rütbelerin hoca’dan öğretmen’e, talebe’den öğrenci’ye tenziliyle (indirgenmesiyle) hızlanan ve durdurulabileceğine dair en ufak bir ümit vaat etmeyen bir gidişat.
Bir de ‘beğen’ilme ve ‘rt’lenme gibi daha pespaye amaçlar konusu var ki, hiç girmeyeyim, çıkamayız. Zira sosyal medya, annesinin mutfak sırlarını öğrenmeye çalışmak yerine bilmem hangi şefin “birlikte pişirip birlikte yiyoruz” etkinliğine katılmaya hevesli kitlenin hâl-i pür melâli ile yıkılıyor. Fatma Barbarosoğlu’nun ifadesiyle “Kendini göstermelere doyamayanların çağı”ndayız ve bu çağda bir şeyi yapman değildir önemli olan, onu yaptığını başkalarına göstermen, daha doğrusu, yapmasan bile başkalarının senin onu yaptığını düşünmelerini sağlamandır.
GÖNDER POZİTİFLERİ
On sene kadar oldu. Yaşam koçu Sude hanımın rahat kanepeler, sade renklerle döşenmiş, huzur vaad eden ofisinde dört beş kişi oturuyoruz. Sude hanım, dinî jargondan arındırılmış cümlelerle, iyilik yapanın iyilik bulacağı, evrene pozitif duygular göndermek gerektiği gibi konularda bir şeyler anlatıyor, biz de bir yandan bitki çaylarımızı yudumluyor bir yandan da sakin sakin dinliyoruz.
Tıp profesörü olan Mahmut abi, o gün ilk kez tanıştığı Sude hanımı bize göre daha bir can kulağıyla dinliyor ve sohbetin seyrine göre arada sırada sorular soruyor.
Sohbet ilerledi. NLP, hipnoz ve benzer konularda edinilen bilgiyi, iyilik için kullanmanın fazileti, art niyetli kullanmanın fenalığı, yapılan kötülüğün bu dünyada da karşılıksız kalmayacağı etrafında yoğunlaştı. Sude hanım dedi ki “Eğer bu bilgileri çıkar sağlamak için yahut kötü bir amaçla kullanırsanız, gün gelir, Evren size faturayı keser…”
Mahmut abi, ders esnasında konu kaçırmış çalışkan öğrenci telaşıyla atıldı: “İyi de, Evren kim?”
Kaygusuz Abdal n’idelim
Ahd ile vefa güdelim
Kaldırıp postu gidelim
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Osman Manav | 10 Kasım 2015, İstanbul
DİPNOTLAR (*)
1. Bakara Suresi 31. Ayet, Elmalılı Hamdi Yazır meali.
2. Hadis-i Şerif’in tamamı: “İlmin kaldırılması, cehâletin kökleşmesi, şarabın çok içilmesi, zinânın yayılması kıyâmet alâmetlerindendir.”
Bu makale, Nihayet Dergisi Aralık 2015 sayısında yayınlanmıştır.