Görünmez Adam (1. bölüm)

Mahmut Zahid
Mefhum
Published in
3 min readSep 2, 2018

Yakaladığı herkesi kemiklerine kadar ıslatan yoğun yağmur, gece üzerinde reddedilemez bir hakimiyet kurmuştu. Saat epeyce ilerlemiş, sokaklar; “ in, cin top oynuyor” kıvamına doğru hızlıca yol almıştı. Çevrede, neredeyse hiç ışık yoktu. Nöbet bekleyen bir asker gibi; sokağın caddeyle birleştiği köşeyi, tek başına aydınlatmaya çalışan yalnız bir sokak lambası ve ara ara, geçen arabaların farlarından başka geceyi biraz daha aydınlık kılan tek şey; “atla” diyen baskın yanına karşı, hayata sımsıkı sarılmak görevini olabildiğince yerine getirmeye çalışan iç güdülerinin amansız savaşının vuku bulduğu köprünün altındaki nehre yansıyan dolunaydı.Hayatında gördüğü belki de en güzel manzaraydı. Bunun hayatının son anlarına denk gelmesine sevinmeli miydi, üzülmeli miydi? bilemiyordu.

Köprünün kenarındaki korkulukların üzerinde bir ileri, bir geri sallanıyor, ölüme varmasını umduğu düşüşünü dolunayın muazzam yansımasına denk getirebilir mi onun muhasebesini yapıyordu. Sonu yokluğa tekabül edecek, seyircisiz bir atlayışın tiyatral bir finalle son bulmasına olan arzusunun bir çok farklı açıdan gereksiz ve saçma olması, son anlarını olabildiğince şiirsel yaşamak isteğine engel olamıyordu. Bu durum çok da uzun sürmeyen hayatının bir kaç saniyelik; özü ve özeti olmayı kendisinin dahi yeterince fark edemeyeceği bir yoğunlukta başarabiliyordu.

zira o; görülmeden, duyulmadan, bilinmeden yaşanmış; muhteşem kahramanlık hikayelerinin, platonik de olsa büyük bir aşkın ve insanlık tarihinde yaşanmış en ağır ve ağrılı dramlarla rekabet edebilecek bir hayatın baş karakteriydi.

Kendisinden başka hiç kimsenin, varlığını bilmemesi bile; her ne kadar süslemeye çalışsa da avazı çıktığınca; vazgeçmişliği, yenilgiyi, kaçışı bağıran böyle bir finali kabullenebilişi kadar acı verici değildi. Fakat yaşayacağı bir kaç saniyelik maddi ve manevi dayanılmaz acıyı, geri kalan hayatını aynı yalnızlık, umutsuzluk ve yokluk havuzunda her saniye yeni baştan boğulmaya yeğlemişti. Her ne kadar başaramasa da bunu bir kaçıştan ziyade büyük bir cesaret göstergesi olarak görmeye çalışıyordu.

Zihnindeki düşüncelerle daha fazla oyalanarak kendini sonundan mahrum etmek istemiyordu artık. Son kez önündeki muazzam manzaraya bakarak derin bir nefes aldı.

Daha aldığı oksijeni karbondioksit kıvamına getiremeden; yağmur sesleri arasında, sanki etrafındaki canavarları uyandırmaktan kaçınıyormuş gibi sessiz ve cılız bir ayak sesinin yavaş yavaş kendisine yaklaştığını işitti.

Yaklaştı… yaklaştı… yaklaştı…

Çok da uzun sürmeyen hayatının belki de en üzücü anılarıydı ayak sesleri. Yaklaşır, yaklaşır ve aynı hızda uzaklaşırlardı her zaman. Varlığının en büyük anti teziydi ayak sesleri. Yükselir, yükselir ve hiç ara vermeden yükseldiği hızda alçalırdı sesler. Yanında hiç kesilmemişti sesler. Yanında yürümemişti hiç kimse. Ve hayatının son anlarında; hayatında ilk defa arkasına dönüp bakmak isteğiyle yanıp kavruluyordu. Çünkü hayatında ilk defa tam arkasında kesilmişti ayak sesleri.

O kadar yavaş bir yüz seksen dereceydi ki dönüşü; sanki intihar etmek için çıktığı demirden yanlışlıkla düşmek istemiyordu; arkasında ne olduğunu öğrenemeden. Yüz seksen dereceyi mucizevi bir yavaşlıkta tamamladığında; varlığından dahi haberdar olmadığı iki ayrı duygunun ruhuna ve zihnine uyguladığı korkunç baskıyla az daha kendinden geçecekti.

Tam karşısında beş ya da altı yaşında, eli yüzü yara bere içinde, elbiseleri; nefes aldırmayan yağmurla inatlaşır gibi dört bir yanından parçalanmış, ayakları çıplak, küçük bir çocuk vardı.

İşin en korkunç yanı ise tam gözlerinin içine bakıp zorlama bir gülümsemeyle birlikte; etten yoksun, bir parça deri ve kemikten oluşan ellerini, düşmesini istemiyormuş gibi ona doğru uzatmasıydı. O an kalp atışları etrafındaki her şeyin sesini bastırmıştı. Çünkü karşısındaki manzara bütün hayatı boyunca arzuladığı ve onu korkutabilecek yegane şeydi.

--

--