Çin’in Yeni İpek Yolu Projesi ve Türkistan

Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Balkanlar’da Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşanan hayal kırıklıkları Osmanlılarda milliyetçi duyguları ateşlemiş ve Ümmetçilik yoluyla genişleme ideali yerini Turancılık yoluyla genişleme idealine bırakmıştır. Ancak bu ideal başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi, Türkistan’ın Rus ve Çin tarafından işgal edilişi Turancılık fikirleri büyük bir hezimete uğramıştır. Hatta yakın bir zamana kadar Türkiye’de bu fikri savunanlar hayalperestlikle ve kafatasçılıkla suçlanarak dışlanmıştır.

20. yüzyılın başlarında Osmanlı Devletinin Balkanlar’da Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra Kırım’dan, Kuzey Kafkasya ve Türkistan’dan gelen Türk Birliği fikirleri bir kısım Osmanlı aydınları ve bürokrasileri arasında milliyetçi duyguları ateşlemiş ve Ümmetçilik yoluyla genişleme idealinin yerini Türk Birliği yoluyla genişleme idealine bırakmıştı. Ancak bu ideal Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi, Türkistan’ın Rus ve Çin tarafından işgal edilişi ile büyük bir hezimete uğramıştır.

Paris Anlaşması

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Türkiye’de Türk Birliği’ni gerçekleştirme fikri sönükleşti. Bunun sebeplerinin başında Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti arasında 17 Aralık 1925 tarihinde Paris’te imzalanan Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması gelmektedir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Kurtuluş Savaşı dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşaması ve kuruluşun ilk yıllarında Batılı devletlerin karşısında hem destek hem de bir denge noktası olması hasebiyle Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurmak mecburiyetinde kalmıştı. Dolaysıyla büyük bir bölümü Sovyetler Birliğinin hegemonyası altında kalan Türk toplulukları ile özel olarak ilgilenmesi imkânsızlaşmıştı.

Türk Dünyasının çok büyük bir kısmını yönetimi altına alan Sovyetler Birliği bu anlaşma ile genç Türkiye Cumhuriyetinin Türk illeriyle doğrudan ilişki kurmasını engellemişti. Zira dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün 1932’deki Moskova ziyaretinde iki ülke ilişkilerinin ekonomi temelli olduğu, siyasi ve ideolojik boyuta geçmemesi hususu görüşülmüştü. Bundan sonra Türkiye, dış Türklere dönük politikaları geriye itmiştir. Bu anlaşma ile Türkiye Sovyetlerdeki Turancı akımları, Sovyetler de Türkiye’deki komünist akımları desteklememe sözü vermişlerdir. Bu yaklaşım soğuk savaşın sonuna kadar devam etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Gorbaçov yönetiminin son zamanlarına kadar Orta Asya halklarıyla dikkate değer bir ilişki içine girmemiştir.

Yalta Konferansı ve Yeni Dünya Düzeni

4–11 Şubat 1945'te, SSCB’nin tatil yöresi Yalta’da yapılan konferansla adeta dünyanın kaderi yeniden belirlenmişti. Söz konusu konferansta ABD, SSCB ve İngiltere bir araya geldi. ABD’yi devlet başkanı Roosevelt, İngiltere’yi başbakan Churchill, SSCB’yi Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Stalin temsil etti. Konferans, toplandığında II. Dünya Savaşı devam etmekteydi. Konferansta alınan kararlar şunlardı:

  • Almanya üç işgal bölgesine ayrılacak.
  • Kurulacak olan Birleşmiş Milletler’de hangi ülkelerin veto hakkı olduğu belirlendi.
  • Türkiye’deki boğazların statüsünün SSCB yararına değiştirilmesine karar verilerek durum Türkiye’ye bildirilecekti.

Her ne kadar SSCB istemese de 1 Mart 1945 yılına kadar Mihver Devletlere savaş ilan eden devletlerin BM üyeliğine alınmasına karar verildi.

Böylece ikinci dünya savaşından sonra çok farklı bir dünya ortaya çıktı; dünyanın iki süper gücü, ABD ve SSCB yeni dünyanın iki aktörü oldular. İkinci dünya savaşına kadar dünyanın hâkim gücü İngiltere güç kaybetmişti. Savaş boyunca bütün baskı ve zorluklara karşı tarafsızlığını muhafaza eden Türkiye, savaşın sona ermesiyle birlikte savaş galibi olan İngiltere, Amerika ve Sovyetler Birliği’nin tepkisiyle karşılaşmıştır. Sovyet Rusya, 7 Haziran 1945 tarihinde Türkiye’ye verilen bir notayla, Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliğine verilmesini, Boğazlar savunmasında Sovyetler Birliği’nin ortak olmasını, bunun için Boğazlarda Sovyetler Birliği’ne deniz ve karada üslerinin verilmesini, Montrö Sözleşmesi’nin belirlemiş olduğu Boğazlar rejiminin değiştirilmesini ve bunun yerine iki ülke arasında yeni bir anlaşmanın imzalanmasını istemiştir.

Türkiye’nin NATO’ya girmesi

Türkiye gitgide artan Sovyet tehdidine karşı Batı cephesinde yer alma arayışı içine girdi. Türkiye’nin Batılı demokratik ülkelerle ve özellikle ABD ile olan yakınlaşması, Türkiye’de 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve çok partili sistemin hayata geçmesiyle daha da hızlandı. Türkiye, 25 Haziran 1950’de başlamış olan Kore Savaşı’na, 25 Temmuz 1950’de aldığı kararla 4500 asker gönderdi. Türkiye’nin Kore’de Batılı müttefiklerinin yanında yer alması, NATO’ya giriş sürecini hızlandırdı. Bunun sonucu olarak Türkiye, 18 Şubat 1952 tarihinde Yunanistan’la birlikte NATO’ya kabul edildi. Türkiye’nin NATO’ya girişi ile Türkiye ABD ilişkileri daha da gelişti. Türk topraklarının güvencesi NATO güvencesi altına alınmış oldu.

Sovyetler Birliği’nin tehditkâr taleplerine maruz kalan Türkiye, Batı bloğuna kendini kabul ettirmek için birçok taviz vermek zorunda kalmış, bazı durumlarda bağımsız hareket etme istidadını kaybetmiştir. Batı ile ittifakının kapısını açan NATO’ya giriş macerasından sonra kendi güvenliğini sağlayacak silah üretim imkânından vazgeçmiş, NATO’nun şemsiyesi altında korunmaya çalışmıştır. Bu durum, Türkiye’nin uluslararası arenada ihtilaflı durumlarda zor zamanlar geçirmesine sebep olmuştur. Bu süreçte “Sanayileşmesini tamamlamak, çağdaş medeniyetler ülkeleri arasında yer almak” idealine kavuşma arzusuna ulaşamamıştır. Bu ideale varmak için dahil olduğu Batı bloğunda gerekli desteği aldığı söylenemez. Yani Türkiye, bir Japonya, bir Almanya, bir Fransa olamamıştır. Bunun için Batıdan gerekli teknik ve mali yardımı alamamıştır.

Soğuk Savaş Dönemi

Sovyet tehdidine karşı NATO’nun kurulması ile dünya Batı ve Doğu bloklarına ayrılarak Soğuk savaş dönemi başladı.

Soğuk savaş, Batı ve Doğu bloklarının ateşsiz mücadelesini belirten terimdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa’nın Demir Perde içine alınması ve komünizmin hızla yayılma istidadını kazanması üzerine başlayan 1990’lara kadar yani Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar devam eden bir süreçtir.

Soğuk savaş dönemi Türklerin birleşme idealini iyice sönükleştirdi. Türk Dünyası birliği imkânsız bir hayal gibi algılandı.

1991’de Sovyetler Birliği çökmesiyle Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan gibi ülkeler bağımsızlıklarına kavuşmuş ve Türkiye-Türk cumhuriyetleri ilişkileri gündeme gelmişti. Türkiye başta olmak üzere dünyada hiçbir ülke Sovyetler Birliği’nin Aralık 1991’de dağılmasını beklemiyordu. Bu sebeple pek çok ülke yeni bağımsız cumhuriyetler ile ilişkiler tesis etmede ve bu ülkelere yönelik politikalar belirlemede hazırlıksız yakalanmışlardı. Türkiye de hazırlıksız yakalanan ülkeler arasındaydı. Ancak, yeni ülkeler ile yeni ilişkiler tesis etmede, belki de, dünyadaki en avantajlı ülkelerden biri konumunda idi.

Sovyetler Birliği’nin Aralık 1991’de kendini feshetmesi ile beraber ortaya çıkan değişikliler Türkiye’nin de politikalarını yeniden gözden geçirmesine neden olmuş ve Türkiye Türk Dünyasına yönelik yeni politikalar oluşturmaya başlamıştır. Türkiye’nin Türkistan’daki Türk İlleri ile (Orta Asya Türk Cumhuriyetleri) ile siyasal ilişkileri tekrar canlanır.

Türk Dünyası Birliği Projesi

Türkiye, Turgut Özal döneminde Türk İlleri ile ile çok sıcak siyasal ilişki ağları kurmaya başlamıştı. Nitekim Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini tanıyan ve bu ülkelerde Büyükelçilik açan ilk ülke Türkiye olmuştu. Bu ülkelere ilk üst düzey ziyaretler Türkiye’den yapılmış, bu ülkelerin yöneticileri de ilk ziyaretleri için Türkiye’yi seçmişlerdir. 1992 yılından bu yana gerçekleştirilen üst düzey ziyaretler ve imzalanan 500 civarında ikili ve çok taraflı anlaşma, ilişkilerin pekiştirilmesinde önemli rol oynamıştı.

Türkistan’daki Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonra dış dünyaya Türkiye üzerinden açılma olanağı bulmuşlar, Türkiye, bir bakıma bu ülkeler için bir pencere olmuş, dünya ile bütünleşmeleri sürecinde de onların önemli bir ortağı haline gelmişti. Bu çerçevede, Orta Asya Cumhuriyetleri’nin Birleşmiş Milletler ve Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gibi uluslararası ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) gibi bölgesel örgütlere üye olmalarında ayrıca NATO’nun Barış İçin Ortaklık (BİO) programına katılmalarında ve başka pek çok konuda, Türkiye her türlü yardımda bulunmuştu. Çünkü o tarihe kadar kendisini önemli oranda yalnız hisseden Türkiye dünya sahnesine henüz yeni çıkan kardeşlerinin güçlenmesi sayesinde yalnızlığının da son bulmasını umuyorlardı.

Turgut Özal’ın ölümünden sonra Türkiye’nin Türk İlleri ile olan ilişkileri sekteye uğradı. Türkiye tekrar içine kapanırken Özbekistan ise Türkiye ile olan ilişkileri asgari düzeye indirdi. Azerbaycan Eski Cumhurbaşkanı Elçibey’e darbe yapıldı. Türkiye ve Türk İlleri arasındaki sıcak ilişkiler zaafa uğratılarak siyasi ve ekonomik olarak kriz baş gösterirken Asya’nın doğusunda Çin’in öncülük ettiği bir örgüt tarih sahnesine çıkmaya başladı.

Şangay İşbirliği Örgütü’nün Kuruluşu

Türkiye’nin öncülüğünde gerçekleştirilecek olan Türk Dünyası Birliği Projesinin kısa zaman içerisinde çökmesi üzerine asıl amacı Türk illerini yeniden kontrol altına alma olan bir örgüt yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Temeli 1996’da Şanghay’da temeli atılan Çin’in öncülük ettiği söz konusu örgüt 2001’de Özbekistan’ın da katılmasıyla adım adım küresel bir örgüte dönüşerek Türk illerindeki güç dengelerini yeniden şekillendirmeye başladı…

Şanghay Örgütü kurulduğunda Putin ve ekibi Sovyetler Birliği’nin küllerinden güçlü bir Rusya kurma telaşı içinde idi. Dolayısıyla arka bahçesi olan Türk illeriyle ilgilenecek vakitleri yoktu. Türkiye ise Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünden sonra bir taraftan siyasi ve ekonomik belirsizliklerle uğraşırken bir taraftan kendi sınırları içinde PKK terör örgütüyle mücadele etmekle meşgul oldu. ABD ise Körfez Bölgesi’nde çıkardığı savaşın içinde bocalanıp duruyordu. Dolaysıyla Çin’in önüne bulunmaz bir fırsat çıkmıştı. Çin kısa zaman içinde Şanghay Örgütü’nü büyüterek Asya’daki büyük ülkeleri de projesine dâhil etti. Söz konusu örgütün sağladığı imkânlarla ticaret hacmini de büyüterek dünya ticaretinden önemli bir paya sahip oldu.

Böylece artık siyasi, askeri ve ekonomik alanda küresel bir güç olan Çin, Yeni İpek Yolu Projesi ile ABD’nin başını çektiği tek kutuplu dünya düzenine meydan okumaya başladı ve 21.yüzyıldaki yeni düzeninde büyük oyunculardan biri olduğunu ilan etti.

Yeni İpek Yolu Projesi

Yeni İpek Yolu Projesi’ni Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, ilk kez 7 Eylül 2013 tarihinde Kazakistan Nazarbayev Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada: “Avrasya bölgesindeki bütün ülkeler arasındaki ekonomik bağlantıları daha da yoğunlaştırmak, karşılıklı işbirliğini daha da derinleştirmek ve gelişme için daha geniş bir ufuk açmak için yaratıcı bir ruhla işbirliği modelini geliştirerek İpek Yolu Ekonomik Kuşağı’nın ortaklaşa oluşturulabileceğini” ortaya koydu. Daha sonra yine Çin devlet başkanı Xi Jinping, 3 Ekim 2013’te Endonezya Parlamentosu’ndaki konuşmasında Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) ile denizcilik alanında işbirliğini güçlendirerek, Çin hükümeti tarafından kurulan Çin-ASEAN ülkeleri Deniz İşbirliği Fonu’ndan yararlanmak suretiyle iyi bir deniz ortaklığı geliştirip birlikte “21.yüzyıl Deniz İpek Yolu”nu kurmayı gündeme getirir. Böylece bugün asrın projesi olarak tanımlanan “Bir Kuşak ve Bir Yol” projesi ortaya çıkmış oldu.

Söz konusu Projeyle Avrupa ve Asya’daki 65 ülkenin birbirine bağlanması hedefleniyor. Projeye dâhil edilmek istenen ülkeler dünya nüfusunun yaklaşık 63%’ini oluşturuyor. Bu projeyle karadan ve denizden Doğu Asya, Orta Asya, Afrika, Batı Asya ve Avrupa’nın alt yapı çalışmalarına öncelik verilmek koşuluyla, çok boyutlu, çok sıralı ve karma bağlana bilirliğinin arttırılması amaçlanmaktadır.

Bazı uzmanlar güzergâhta bulunan ülkelerin küresel ekonomiyle entegrasyonunun sağlanacağını ve ülkelerdeki iç refahın artacağını savunmakla birlikte güzergâh üzerindeki ülkelere sermaye akışının sağlanacağını ve bu ülkelerde istihdamın artırılmasında önemli rol oynayacağını ileri sürerken yine bazı uzmanlar Çin’in bu projeyle bir bakıma Rusya’nın da desteği ile Soğuk Savaş sonrası ABD’nin liderliğine dayalı tek kutuplu dünya düzenine karşı çok kutuplu/çok merkezli bir dünya düzenini oluşturmayı hedeflediğini de hatırlatmaktadır.

Bir Kuşak Bir Yol Projesi sayesinde Çin’in Bir Kuşak Bir Yol güzergâhında bulunan henüz yakın ilişkiler kuramadığı birçok ülkeyle bu sebeple ilişkilerini güçlendirerek dünyadaki gücünü ve etkinliğini arttırma beklentisi içinde olduğu görülmektedir.

14–15 Mayıs 2017’de Pekin’de yapılan İpek Yolu Forumu’nda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Yeni İpek Yolu Projesi kapsamındaki ülkelerin vatandaşlarının hayat standartlarının artmasından bahsederken, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, “Projenin küresel ekonomi için itici rol oynayacağı” nın üzerinde durur. Ev sahibi ülke Çin’in Devlet Başkanı Xİ Jinping ise “Projenin güvenlik ve finans bağının güçlendirilmesini” ortaya koyarak katılımcı ülkelerle bir güvenlik koordinasyon mekanizması kurulmasını gündeme getirir.

Çin’e göre güvenliğin sağlanması Yeni İpek Yolu Projesinin hayata geçirilmesinde olmazsa olmaz şartlardandır. Çin güzergâh ülkelerinde kendince tehdit olarak görülen unsurları ortadan kaldırmadan altyapı yatırımlarının yapılamayacağını ve istediği sonucu alamayacağını savunuyor. Projenin mimarı ve en büyük yatırımcısı olduğu için Çin, sahip olduğu ekonomik gücünü de kullanarak diğer ortakları güvenliği sağlama konusunda ikna etmiş gözüküyor.

Çin’in kaygı duyduğu tehdit unsurların Kuşak üzerindeki Doğu Türkistan (Sözde Sincan Uygur Özerk Bölgesi) ile Yol üzerindeki Arakan olacak ki güvenlik konusundaki uzlaşıdan sonra bu iki bölgede alınan haddinden ziyade güvenlik tedbirleri bölgede yaşayan Müslümanlara yönelik baskı ve şiddetin bir insanlık dramına dönüştüğüne şahit oluyoruz.

Türkiye’nin Orta Koridor Projesi

Türkiye tarafından ortaya konulan “Orta Koridor” Yeni İpek Yolu Projesi’nin önemli bir parçasını oluşturmakta olup, Çin’den yola çıkan bir trenin Orta Koridor üzerinden Londra’ya ulaşması hedeflenmektedir. Dünya nüfusunun yaklaşık 63%’nü kapsayan ve güzergâhtaki 65 ülkeyi ilgilendiren, yaklaşık 21 trilyon dolarlık bir ekonomiyi hedefleyen söz konusu projenin asrın en büyük projesi olduğu ve gerçekleştiği takdirde insanlığa refah ve huzur getireceği iddia edilmektedir.

Orta Koridor ile Türkiye’den demir yolu ile Gürcistan, Azerbaycan, Hazar Denizi üzerinden feribot ile Türkmenistan, Kazakistan ve Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi üzerinden Çin’in tarihi başkenti ve eski İpek Yolu’nun başlangıç noktası olan Xi’an şehrine uzanan bir koridorun oluşturulması planlanmaktadır.

Türkiye’nin savunduğu Orta Koridor Projesi, Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerindeki devletlerinin bu projeye sahip çıkmaları ile mümkün olabilecektir. Orta Koridor sayesinde Avrasya ülkeleri bir bütünleşmeye doğru giderken Amerika Birleşik Devletlerinin ticareti fazlasıyla gerileyecektir. İşte bu nedenle ABD yenilgiyi önlemek ve Avrasya ülkelerinin bütünüyle Çin’in kontrolü altına girmesini önlemek doğrultusunda bir taraftan Çin’in güvenlik kaygısıyla Doğu Türkistanlılara uygulamakta olduğu insanlık dışsı muameleleri baha ederek Çin’i sıkıştırırken diğer yandan Orta Koridor güzergâhındaki ülkelerde başta Türkiye olmak üzere istikrarsızlığa sürükleyici eylemlerde bulunmaktadır. Bu nedenle, uluslararası terör örgütleri emperyalist devletlerin istihbarat kuruluşları tarafından azdırılmakta ve bütün Asya ülkelerinin Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ittifakının hükümranlığı altına girmesini sağlayacak bir dünya savaşı çıkartılmaya çalışılmaktadır.

Sonuç

Bu durumda Türkiye öncelikle Çin ile olan diyalogu yapıcı bir şekilde sürdürerek Çin’in söz konusu projenin gerçekleşmesinde kilit rol oynayan Doğu Türkistan’da soydaş Uygur Türklerine yönelik yapılmakta olan baskıcı politikalarına son vermesini sağlamalıdır. Bu aynı zamanda Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinin endişelerini de ortadan kaldıracak ve Türk Cumhuriyetlerinin uluslararası siyasal sistemde birlikte ve koordineli hareket etmelerini sağlayacaktır. Aksi halde gelişen süreçte Türkiye’nin ve diğer Türk Cumhuriyetlerinin kayıpları çok büyük olacaktır. Türk Devletleri’nin tamamını bir araya getirerek, bir AB veya Arap Birliği örneğinde olduğu gibi ekonomik ilişkileri geliştirmekle başlayan anlaşmalar yapmaları, ekonomik ilişkilerde birbirlerine destek olmaları, siyasal anlamda BM örneği, Uluslararası Olimpiyat Komitesi veya Futbol Federasyonları veya çok çeşitli uluslararası ekonomik kuruluşta birbirlerine destek olmaları, tek alfabeyi gerçekleştirip, Türk Radyo-Televizyon Yayın Birliği’ni kurmaları, ulaştırma sistemlerini müştereken geliştirmeleri, enerji üretim ve naklinde emperyalist ülkeler tarafından yapılan istismara karşı koymaları, herhangi bir Türk Cumhuriyeti’ne karşı yapılmış bir askeri müdahaleye uluslararası örgütler nezdinde beraberce karşı koyup, hatta birbirlerine askeri anlamda da yardım etmeleri elzemdir.

Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri yeniden şekillenmekte olan dünya düzeninde jeopolitik ve jeo-stratejik konumlarını küresel ve bölgesel gelişmeleri de göz önünde bulundurarak eline geçen fırsatları akılcı bir tarzda değerlendirmek zorundadır. Aksi takdirde telafisi imkânsız bir sonuçla karşı karşıya kalabilirler.

Prof. Dr. Varis Çakan

Lisans

Xinjiang Üniversitesi Tarih Fakültesi, (Uygur Özerk Bölgesi/Doğu Türkistan) 1985–1990

Yüksek Lisans

Ankara Üniversitesi Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı 1995–1997

Doktora

Ankara Üniversitesi Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı 1997- 08 Ocak -2002

İş Deneyimi

1.Temmuz 1990'dan Şubat 1995'e kadar Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı Uygur Özerk Bölgesi (Doğu Türkistan) Millet ve Din İşleri Başkanlığı’nda araştırmacı memur olarak çalıştı.

2.Eylül 1990'dan Mayıs 1991'e kadar Uygur Özerk Bölgesi Halk İşleri Nezaretinin yürüttüğü “Uygur Özerk Bölgesi’ndeki Sivil Toplum Örgütlerini Denetleme ve Düzenleme Projesi”nde asıl üye olarak çalıştı.

3.Şubat - Mayıs 1994'te Uygur Özerk Bölgesi Millet ve Din İşleri Başkanlığı’nın resmi görevlendirmesiyle Pekin’de “Uygur Özerk Bölgesi Hac İşlerini Denetleme ve Düzenleme Çalışma Grubu”nda yönetici olarak çalıştı.

4.Türkiye’de Türk Tarihi alanında yüksek tahsil yapmak için kendi isteğiyle ve imkanlarıyla Uygur Özerk Bölgesi’ndeki görevinden ayrılıp 03 Şubat 1995'te Türkiye’ye hicret etti.

5.Mayıs 2000'de Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi (Şimdi Edebiyat Fakültesi) Tarih Bölümünde Öğretim Görevlisi olarak çalışmaya başladı.

6. Kasım 2008 ‘da Genel Türk Tarihi Bilim Alanında Doçent oldu.

7.Ocak 2011'den Nisan 2012'ye kadar Japonya’nın Osaka Üniversitesi’nden gelen resmi davet ile Japonya Osaka Üniversitesi Yabancı Diller Araştırma Enstitüsü’nde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak görev yaptı.

8.Kasım 2016'da Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Profesörü oldu.

9. 05. 10.2016'dan itibaeren Gazi Üniversitesi Asya Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (ASYAM) Müdürlüğüne atandı.

10 Mart 2017'de Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Bilim Dalı Başkanlığı görevine atandı.

11. 7141 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 183 Numaralı Ek Maddesi ile 18 Mayıs 2018’de Gazi Üniversitesi’nden aktarılan birimlerle kurulan Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ndeki görevi ile yine Gazi Üniversitesi Rektörlüğüne bağlıyken Yükseköğretim Yürütme Kurulu toplantısında 2547 sayılı Kanun’un 2880 sayılı kanun’la değişik 7/d-2 maddesi uyarınca bağlantısı değiştirilerek Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi’ne aktarılan Asya Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’ndeki görevlerine devam etmekte.

Doğum Yeri ve Tarihi

ATUŞ, 1968

Yabancı Diller

Çince, İngilizce

İlgi Alanları

Orta Asya(Türkistan) Türk Tarihi, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Çağataylılar, Türkistan Hanlıkları ve Çağdaş Türk Dünyası Tarihi ve Kültürü, Türkistan(Orta Asya) Jeopolitiği ve Stratejisi

--

--