Edebiyatçılar ve İntihar Olgusu

Umay Rana USTA
Not Tutuyoruz
Published in
8 min readJul 26, 2022

Yazının hazırlık sürecindeki psikolojik terimler ve durumlar için desteğini esirgemeyen Not Tutuyoruz yazarlarından olan Psikolog İlayda Etkin Güler’e teşekkürü borç bilirim.

İntihar olgusu

Dünyada her yıl bir milyonun üstünde kişi, tüm ölüm sebepleri içerisinde onuncu sırada yer alan intihar nedeniyle hayatlarını kaybetmektedir. Buna ek olarak her yıl 20 milyona yakın intihar girişimi meydana gelmektedir. İntihar, insanın öz benliğine yönelmiş bir saldırganlık ve yok etme eylemi olup bireyin yaşamına istemli olarak son vermesidir. Başka bir deyişle, hayatına son vermeye karar veren kişinin en etkili yöntemi seçip, kimsenin müdahalesine izin vermeyecek şekilde kendini öldürmesidir. Hala yaşıyor ise, bu bir intihar değil intihar girişimidir. Çaresiz kalan kişinin, sorunlarından ümitsiz bir kaçışı olarak da tanımlamaktadır. Yasalarımıza göre her intihar olayı adli bir olay olup, adli tıbbi ve hukuki olarak iyi incelenmesi gereken bir durumdur.

‘’Jean-Paul Sartre’a göre, “intihar var olmanın bir başka yoludur”. Sartre intiharı birçok kez haklı görür ve acizlik olarak değerlendirmez. Bunun tersine Albert Camus ise ciddi bir felsefi sorun kabul ettiği intiharı “kaçış” olarak nitelemektedir. Yaşamın çabalamaya değmediğini kabullenmek, kısır ve kolay olan bir yolu seçmektir Camus’a göre. Attila Jozsef, anti-emperyalist bir söylemle mutlak karşıdır intihara; “bizi yoksul ve tutsak kılanlara, bir zerresini bağışlamam yaşama hakkımın” der ama dediğinin tersine kendini bir trenin altına atarak intihar eder. Ernest Hemingway ilerleyen bir yaşında, umutsuz bir aşka kendisini kaptırıp bunun verdiği öfke ve kızgınlıkla intihar ederken, benzer bir durum yaşayan Goethe, intihar etmek yerine Werther romanını yazarak melankolisini üretime yönlendirip yaşamayı tercih eder.

Çok önemli iki çalışmadan bahsetmek gerek. İlki California Eyalet Üniversitesi’nden James C. Kaufman, yazarların doğum ve ölüm tarihleri ile ilgili bir çalışmasını geçtiğimiz yıllarda yayımladı. “Genel olarak yazarlar genç ölür, hatta şairler, daha genç ölür, intihar eden şairler, diğerlerine göre daha ayrık ve kendileriyle daha ilgilidirler” demektedir Kaufman. Diğer çalışma ise Pennsylvania üniversitesinden Shannon Wiltsey Stirman’a aittir. “Her ne kadar çoğu şair intihara teşebbüs etmemiş olsa da, şairler arasında intihar oranının diğer edebi yazarlar ve genel nüfusa göre daha yüksek olduğunu” vurgulamaktadır Stirman. Bu çalışmada, intihar eden şairlerin kariyerleri boyunca yazdıkları şiirlerde, intihar etmeyen şairlerden çok daha fazla oranda “ben, benim” gibi birinci tekil şahıs kelimeleri kullanmış oldukları saptanmıştır. Ayrıca intihar eden şairler, şiirlerinde, “konuşmak, paylaşmak, dinlemek” gibi sosyal bağlantı içeren kelimeleri olabildiğince az kullanmış oldukları belirlenmiştir. Bu çalışma için seçilen “intihar etmiş” şairler: John Berrymandi, Hart Crane, Sergei Yesenin, Adam L. Gordon, Randall Jarrell, Vladimir Mayakovsky, Sylvia Plath, Sarah Teasdale and Anne Sexton. Eşleştirildikleri “intihar etmeyen” şairler ise: Matthew Arnold, Lawrence Ferlinghetti, Joyce Kilmer, Denise Levertov, Robert Lowell, Osip Mandelstam, Boris Pasternak, Adrienne Rich ve Edna St. Vincent Millay’dir.’’(1)

Peki duruma başka bir açıdan bakalım; Edebiyatçılarda intihar oranı neden bu kadar yüksektir?

Edebiyatçılar çoğu zaman ortaya koydukları eserlerinde yaşadıkları olayları ve hissettikleri duyguları farklı karakterler çerçevesinden yorumlayarak bir olay örgüsü çıkartırlar. Genelde iç dünyalarının yansıması olan bu eserleri okuduğumuz zaman, eseri meydana getiren kişi hakkında da az çok bilgi sahibi olabiliriz.

Depresif eserleri okuduğumuz zaman kimi zaman kendimizden bir parça bulur ve yazılmış cümlelerden çok etkileniriz, kimi zaman da bu yazarın bu cümleleri yazmasına nasıl bir olayın sebep olmuş olabileceğini düşünürüz. Edebiyatçılar genellikle dünyayı farklı algılar ve onu çoğu insanın göremeyeceği açıdan görür. Bunlardan bazıları toplum tarafından dışlanıp hayata tutunmak için çaba sarf ederken, bazıları da toplum ve yakın çevresi tarafından sevilip sayılan ve iyi hayat standartlarına sahip olan kişilerdir. Yine de ortak noktaları aynıdır; her iki kesim de varoluşlarını sorgulayan, bir anlam arayışında olan ve bu dünyada acı çeken insanlardan oluşur. Özellikle eski eserleri ve yazarları incelediğimizde bunu çok net fark edebiliriz.

Not Tutuyoruz, üniversite öğrencilerinin ve mezunlarının öğrenim gördükleri bölümler hakkında içerik ürettikleri bir topluluktur. Kişisel deneyimler, üniversite hakkında bilgilendirici içerikler, ilgi alanları ve daha birçok konuyu kapsayacak şekilde içerik üreten bir topluluğuz.

Not Tutuyoruz Kasım 2021'de aktif hale gelerek günden güne değişmeye devam ediyor, siz de bu aileye katılmaktan çekinmeyin!

Psikanalizin kurucusu olarak bilinen Sigmund Freud, edebiyatçılara şu açıdan yaklaşır; onun gözünde edebiyatçılar nevrotik kişiliklerdir. Nevroz, sürekli sıkıntı içeren, fakat sanrı ya da varsanı içermeyen işlevsel psikolojik rahatsızlıklara verilen addır.

Freud edebiyatçı kesime bir danışan topluluğu olarak yaklaşır. Bu topluluğun eserlerini de kendi duygularını, düşüncelerini, takıntılarını, zayıflıklarını ve kırgınlıklarını, egolarını ve komplekslerini yansıttığı düşüncesinden yola çıkarak, eserlerinde anlattıkları şeyleri birer semptom olarak görür ve bu şekilde değerlendirir.

Daha önce de belirttiğim gibi, edebiyatçıların yaşadığı ve ele aldığı tüm durumlar bir yandan da onlara ilham kaynağı olur. Edebiyatçıların varoluşsal sorgulamalara sahip olması veya çeşitli duygu-durumlar içerisinde bulunması onlar için kaçınılmaz bir nimettir. Tabi ki bu ilham kaynakları edebiyatçıları geri dönüşü olmayan bir yola sokabilir. Yani yazımın konusu olan; edebiyatçıların intihar ile hayatlarını sonlandırmayı seçmeleri.

Eğer birkaç edebiyatçıyı, içinde bulundukları hayat şartları, yaşadıkları olaylar ve psikolojik durumları ile inceleyecek olursak, buna öncelikle Stefan Zweig ile başlamak isterim.

Stefan Zweig

Stefan Zweig, 28 Kasım 1881 tarihinde Viyana’da doğmuştur. Varlıklı bir ailede, bankacı bir anne ve tekstil alanında üreticilik yapan bir babanın evliliğinden dünyaya gelen Stefan, Viyana Üniversitesi’nde Felsefe bölümünde eğitim almış, hatta bu alanda doktora yapmıştır. Birçok yazar ve şair ile arkadaşlık yapmanın yanı sıra, ilk şiir kitabını bu zamanlarda çıkartmıştır. 1.Dünya Savaşı zamanlarında, savaş karşıtı ‘’Yeremya’’ isimli dramayı yazmış ve vatansever kişiliği ile ülkesine destek vermiştir. Bu dönemde yazdığı bir diğer eseri ise ‘’Mecburiyet’’ isimli romanıdır. Bu romanda yine savaş karşıtı bir tutum sergiler ve Avrupa birleşmesini savunur.

Hitler’in 1933 yılında yönetimi ele geçirmesiyle, Stefan Zweig’in eserleri Almanya’da yasaklandı. Avusturya’da da faşizm ideolojisinin yükselişe geçmesi ile, polis Stefan Zweig’in evine baskın düzenledi. Bu olaydan sonra, ilk evliliğinden boşandı ve Londra’ya yerleşti.

Stefan Zweig

Yaşadığı bu olay, onu biraz daha tarafsız bir tutum sergilemeye itti ve Londra’da hayatını devam ettirdiği dönemde bu tarafsız tutumu yüzünden hak savunuculuğu yapmamak ile toplum tarafından yargılandı. Yine de yazmaktan vazgeçmedi ve Avrupa’da insanlara yapılan zulümleri işlediği bir roman yazdı. Bu roman ise ‘’Satranç’’ isminde bir eseriydi. Yine hemen hemen bu dönemlere denk gelen bir süre içerisinde, bir kesim yazar Stefan Zweig’in eserlerini değersiz buldukları yönünde söylemlerde bulundu. İntihara kalkışmadan önce “Dünün Dünyası’’ isimli bir roman yazarak, İngiltere’de Yahudi mültecilere karşı sergilenen tutumları yazmıştır.

Sürekli yeni bir hayata başlamak için yeni adımlar atan yazar, yukarıda bahsettiğim birkaç eserin yanı sıra birçok roman ve deneme yazmaya devam etmiştir. Ayrıca yaptığı yeni evlilik ile dünya seyahatine çıkmış, ardından başka bir ülkeye taşınmıştır. Ancak tüm bu yaşadığı trajik ve pathetik hayat, ona depresyon ve travma sonrası stres bozukluğu gibi hastalıklar getirmiştir. Bu hastalıkların tedavi edilmediği zaman kötü sonuçlar doğurabileceği aşikârdır.

Stefan Zweig’in İntiharı

Stefan Zweig kendi ülkesinden sürülmeye, savaşın olduğu bir dünyada yaşamaya ve içinde bulunduğu psikolojik durumlardan o kadar bıkmıştır ki, çözümü hayatını sonlandırmakta bulur. Bu kararında onun peşinden gelmeyi seçen eşi Lotte ile birlikte aşırı doz uyku hapı alarak yaşamlarına son verirler.

“Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”

Stefan Zweig

Bu sözler Stefan Zweig’in ölmeden önce yazdığı intihar notunda yer almaktadır. Bu nottan da anlaşılabileceği üzere büyük bir melankoli ve ümitsizlik içerisindedir, ayrıca yaşadığı tüm bu travmatik hayat tecrübelerinden sonra yaşamak için hiçbir şekilde gücü kalmamıştır.

Bu yazarımızı içerisinde bulunduğu hayat şartlarına bakacak olursak, savaş ve yıkımdan başka bir şey göremeyiz. Ne para, ne de varlıklı bir aileden gelmek onu bunca olaydan kurtaramamıştır. Eserlerinin birçoğunda savaş karşıtlığı ve yapılan zulümleri dile getirmesi onun içinde bulunduğu hayat şartını açıklar. Diğer bir açıdan bakacak olursak bu eserlerde bizi melankoli karşılar. Yazarın hayatına bakıldığında bu anlaşılabilir bir durumdur ve melankolinin kaynağını bulmak hiç de zor olmaz.

SYLVIA PLATH

Sıradaki edebiyatçımız ise Sylvia Plath. Sylvia, Amerikalı bir anne ve Alman bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Kalemi çok güçlüydü ve maalesef ki kendisini her zaman o kadar güçsüz görüyordu ki, bu iki durumu birleştirerek kalemi hiç elinden düşürmedi, kurtuluşu yazmakta buldu. O kadar yetenekliydi ve yaşadıkları o kadar acıydı ki, daha 8 yaşında küçük bir kız çocuğuyken şu dizeleri hiçbir zaman sevgi göremediği babasına yazmıştı:

”Canım yanmaz sanmıştım;
Kendimi acı geçirmez sanmıştım
Bağışıklık kazandığım ruhsal acıya
ya da ıstıraba…”

Bu satırlardan da anlayabileceğiniz üzere, belki de Sylvia genetik olarak depresyona meyilliydi, bu ona ailesinden bir mirastı. Belki de kendisini adlandırdığı gibi, gerçekten de çok güçsüz bir kişiydi ve hayatı ile nasıl baş edeceğini bilmiyordu.

Sylvia Plath

Sylvia çok başarılı bir kadındı. 1950 yılında Smitth College’den burs kazanmış ancak burada öğrenim gördüğü süre içerisinde ilk intihar girişimini gerçekleşmiştir ve manik depresif bozukluk ile karşı karşıya kalmıştır. Tüm bunlara rağmen Cambridge Üniversitesi’nden de burs kazanmıştır, hatta bu süreç içerisinde kalem aldığı şiirleri okul dergisi olan Varstiy’de basılmıştır.

Sylvia, kendisi gibi bir edebiyatçı ile evlenmiş, iki çocuk dünyaya getirmiş ancak evliliğinde eşi tarafından şair bir kadın ile aldatılmıştır. Baba sevgisinden mahrum büyüyen ve psikolojik olarak hastalıkla mücadele eden bir kadın olan Sylvia için bu bardağı taşıran son damla olmuştur. Uğradığı ihanet sonucu hastalığı giderek onu içten içe çürütmüş ve birçok intihar teşebbüsünde bulunmuştur. 11 Şubat 1963 gününde, planladığı intihar girişimini gerçekleştirmek için çocuklarının odasına yemeklerini götürmüş ve kapıyı sıkıca bantlamıştır. Fırının içerisinde kafasını sokarak intihar girişimini gerçekleştirmiş ve başarılı olmuştur.

Sylvia Plath

Sylvia, yaşadığı psikolojik rahatsızlıklar ve mücadele vermek zorunda olduğu tüm hayat tecrübeleri düşünüldüğünde melankolik ve karamsar bir ruh hali içerisindeydi. Bu, onun çizimlerine ve eserlerine de yansıdı. Geride bıraktığı eserlerde dünyadan çok bir şey istemediğini, sadece mutlu olmayı dilediğini anlayabiliyoruz. Aynı zamanda feminist bir karakter olan Sylvia, melankoli ve karamsarlık ile birleşen bu hayatını göz önünde bulunduran okuyucuları tarafından “Gizdökümcü’’ lakabı ile anılmaktadır.

Şimdilik bu iki edebiyatçının incelemesini yaptım ancak bahsetmeden yazımı bitirmek istemediğim bir konu daha var. Her 40 saniyede bir insan intihar ederek hayatlarını sonlandırmakta. İntihar kesinlikle ama kesinlikle bir çözüm yolu değildir. Ancak başta yazının içeriği gereği intihar ederek hayatına son veren tüm edebiyatçılar, ardından da bu yolu seçerek hayatını sonlandıran tüm insanlar için huzur içerisinde uyumalarını diliyor ve tüm sevenlerine baş sağlığı diliyorum.

Sevgi ile kalın,

Umay Rana USTA.

KAYNAKÇA:

  1. https://oggito.com/icerikler/edebiyatcilarda-bir-gizem-intihar/63331

Not Tutuyoruz, üniversite öğrencilerinin ve mezunlarının öğrenim gördükleri bölümler hakkında içerik ürettikleri bir topluluktur. Kişisel deneyimler, üniversite hakkında bilgilendirici içerikler, ilgi alanları ve daha birçok konuyu kapsayacak şekilde içerik üreten bir topluluğuz.

Not Tutuyoruz Kasım 2021'de aktif hale gelerek günden güne değişmeye devam ediyor, siz de bu aileye katılmaktan çekinmeyin!

--

--