Ahmet Demirel: ‘Birinci Meclis sadece Türkiye’nin değil, dünyanın en demokratik meclislerinden biriydi.’

Söyleşi: Mustafa Kılıç

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
11 min readJul 15, 2018

--

Milli Mücadele yıllarında faaliyet gösteren Birinci Meclis, muhalefetin de son derece etkin olduğu bir parlamento idi. Dönemin iktidarının hızlı karar almak adına zaman zaman Meclis’i devre dışı bırakma eğilimine sert tepki gösteren bu muhalefet, anayasal haklarının üzerine titriyordu. Başkumandanlık Kanunu’yla Mustafa Kemal’e verilen olağanüstü yetkiler, yine Mustafa Kemal’e tanınan “bakan seçimlerinde aday gösterme yetkisi” veya “İstiklâl Mahkemeleri’nin başına buyrukluğu” İkinci Grup adıyla anılan bu hareketin muhalefet ettiği başlıca konular arasındaydı. Temel hak ve özgürlükler noktasında da son derece hassas olan bu muhalefet hareketi, Lozan’da verilen tavizleri her fırsatta eleştirmekten de geri durmuyordu. 1922 Temmuz’unda çoğunluğu sağlayan muhalifler Mustafa Kemal’e rağmen, eleştirdikleri konularda Meclis’te istedikleri yasal düzenlemeleri kanunlaştırmışlardı. Size bildiklerinizi yeniden düşündürecek bir kitabı, Ahmet Demirel ile ‘Birinci Meclis’te Mustafa Kemal’in Muhalifleri’ adlı eserini konuştuk.

Sizin uzun zamandır Birinci Meclis üzerine çalışmalar yaptığınızı görüyorduk fakat neden Birinci Meclisteki Muhalifleri yazdınız desem, bu arşivlik eserinizden nasıl bahsedersiniz, neler söylemek istersiniz?
Bundan tam yirmi yıl önce, Ocak 1994’te İletişim Yayınları’ndan ilk kitabım olan ‘Birinci Mecliste Muhalefet: İkinci Grup’ yayınlandı. Bu aynı zamanda benim doktora tezimdi. Bu kitabımı hazırlarken yaklaşık yirmi bin sayfalık Birinci Meclis’e ait açık ve gizli toplantıların zabıtlarını satır satır okumuş, dönemin basınını ve ilgili bütün resmi ve gayrı resmi belgeleri gözden geçirmiştim. Ortaya o güne kadar yazılandan tamamen farklı bir tarih çıkmıştı. Gericilikle suçlanan muhaliflerin aslında son derece demokratik bir sistemin peşinde koştukları, halkın iradesine, meclis üstünlüğüne, insan hakları ve temel hak ve özgürlüklere büyük önem verdikleri ortaya çıktı. Kitap yayınlandığı tarih itibarıyla 70 yıllık resmi tezleri kökünden sarsmıştı. Böyle olunca hem akademik dünyadan hem de tanınmış gazetecilerden kitaba hayli sert eleştiriler de yapılmıştı. Bu eleştirileri çeşitli dergi ve gazetelerde cevaplandırdım. Tabii ki bazen benim cevaplarıma karşı cevaplar geldi ve bu böyle sürüp gitti. Birkaç ay önce bir arkadaşım bu yazıların gazete ve dergi köşelerinde kalmasına gönlünün razı olmadığını ve bunları derleyip toparlayıp yayınlamamın doğru olacağını söyledi. Ben de sadece dört gün içinde bu yazılarımı bir araya topladım. İçine önceden yazmış olmama rağmen hiç yayınlamadığım yazıları da ekleyerek bu kitabı hazırladım. Bu onuncu kitabım ve esas olarak ilk kitabım üzerinde seneler boyunca yapmış olduğum polemikleri bir araya toplayan bir kitap görünümünde. Bir başka deyişle ‘Birinci Mecliste Muhalefet: İkinci Grup’ adlı kitabımın yirmi yıl içinde kamuoyunda uyandırmış olduğu yankıların bir bilançosu.

Birinci mecliste Atatürk’ün muhalifleri kimlerdi?
Tek tek isim saymak da mümkün örgütlü bir yapıdan söz etmek de mümkün. İsimlerden gidecek olursak Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Ulaş, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü bey, Mersin Milletvekili Selahattin Köseoğlu, Sivas milletvekili Vasıf Karakol, Kastamonu Milletvekili Abdülkadir Kemali gibi isimler ön plana çıkıyor. Bunlardan ilk dördü Temmuz 1922’de kurulan İkinci Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurucuları. Abdülkadir Kemali Öğütçü ise yazar Orhan Kemal’in babası. O da iki grup dışında kalanları bir araya toplayıp Bağımsız Grup’u kurmuş ve onun liderliğini üstlenmiş.

16 Nisan 1923’te son oturumunu yapmış olan Birinci Meclis’te muhalefet nasıldı?
Bir cümleyle özetlemek gerekirse asıl önem verdikleri hâkimiyet-i milliye ve meclisin üstünlüğü. Kısaca şunu söylüyorlar: Bizi halk buraya olağanüstü yetkiler vererek seçti. Dolayısıyla gece gündüz toplantı halinde olan meclis tek hâkim olmalı ve bütün kararları bu meclis vermeli. İktidarın anlayışı ise şöyle: Olağanüstü dönemdeyiz. Hızlı karar almak gerekiyor. Bu nedenle zaman zaman meclise haber vermeden de bazı kararlar alınabilmeli. Bu iki anlayış doğal olarak çelişiyor. Muhalefetin niteliğini anlamak için de anahtar burada. Mesela, başta herkes bakanlık için adaylığını koyabiliyor ve bu yolla mecliste gereken oyu sağlayan herkes bakan olabiliyordu. Mustafa Kemal’in birlikte çalışmayı istemediği bazı kişiler bu yolla bakan olunca kanun değiştirildi ve dendi ki bundan böyle bakan adaylarını Meclis Başkanı Mustafa Kemal gösterecek, gösterilen bu adaylar dışındakilere verilen oylar geçersiz sayılacak ve mutlaka resmen gösterilen adaylardan biri bakan olabilecek. Buna karşı çıkıyorlar ve diyorlar ki “her konuda yetkili olan bir meclis bir bakanını bile özgürce seçemiyor”.

Bir başka nokta kuvvetler ayrılığı. Malum o dönemde meclis başkanı hem meclisin hem hükümetin başkanıydı ve kuvvetler birliği uygulaması vardı. Bunun yerine kuvvetler ayrılığını savunuyorlar ve Meclis Başkanı’ndan ayrı olarak bir Hükümet Başkanı’nın seçilmesini öneriyorlar. Bir başka nokta da İstiklal Mahkemeleri. Meclis içinden seçilen milletvekillerinden oluşan başına buyruk bu mahkemelere karşı çıkıyorlar ve diyorlar ki olağan mahkemeler varken olağanüstü mahkemelerin kurulmasına gerek yok ve eğer illa ki kurulacaksa verdiği kararlar üzerinde meclis denetimi olmalı. Yine çok önemli bir itirazlarını Başkumandanlık Kanunu’nun ikinci maddesine yapıyorlar. Malum bu kanan Mustafa Kemal’e Başkumandan sıfatıyla Meclis yetkilerini yani kanun çıkartma yetkisini veriyor. Müthiş bir olağanüstü yetki bu. Üç ay süreyle verilen bu geçici yetki üçer aylık sürelerle üç kez uzatılıyor ve Mustafa Kemal 1921 yazından 1922 yazına kadar kişisel olarak kanun çıkartma yetkisiyle donatılıyor. Temmuz 1922’de muhalefet örgütlü bir hale gelince bütün kanunları istedikleri doğrultuda değiştiriyor. Bakan seçiminde aday gösterme sistemi kaldırılıyor, Herkes önceden olduğu gibi bakan adayı olabiliyor, bakan seçilebiliyor; Meclis Başkanı ile Hükümet Başkanı bir birinden ayrılıyor ve Rauf Orbay oybirliğiyle Hükümet Başkanı seçiliyor; Başkumandanlık Kanunu’nun kanun çıkarma yetkisi veren ikinci maddesi yürürlükten kaldırılıyor; İstiklal Mahkemeleri kaldırılıyor ve yeniden ihtiyaç olur da kurulursa kararları üzerinde meclis denetimi getiriliyor. Ayrıca Şubat 1923’te temel hak ve hürriyetleri güvence altına alan bir kanunun meclisten geçmesini sağlıyorlar. Kısacası itiraz etmekle kalmayan sonuç almayı da başaran bir muhalefet bu.

Bu, haklı bir muhalefet miydi?
Demokratik kriterler açısından bakıldığında, halkın hâkimiyeti ilkesinden bakıldığında, temel hak ve özgürlükler açısından bakıldığında haklı gözüküyorlar. Daha 1920’lerin başında dile getirdikleri bu itirazlar bugün de geçerliliğini koruyan demokratik ilkeler.

Kitabınızda sık sık karşımıza çıkan Hüseyin Avni Ulaş figürü var. Onu biraz tanıtır mısınız bize?
Hüseyin Avni Ulaş 1887’de Erzurum’un bir köyünde doğmuş sıradan bir Anadolu insanı. 12 yaşına kadar köyünün dışına çıkmamış ve burada eski usulde eğitim görmüş. 1901’de Erzurum Mülkiye İdadisi’nin birinci sınıfına kaydoluyor; Ziraat Mektebi şubesine giriyor ve burada 6 yıl eğitim görüyor. 1906’da İstanbul’a gidiyor 1908’de Mekteb-i Hukuk’a giriyor; 1911–1912 öğretim yılının sonunda da mezun olup İstanbul’da avukatlığa başlıyor. Dünya Savaşında Kafkas Cephesi’nde savaşıyor, Milli Mücadele döneminde de Erzurum’da direnişi örgütlüyor. Erzurum Kongresi’nde delege. Daha sonra İstanbul’da açılan son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na Erzurum mebusu olarak katılıyor, 23 Nisan 1920’de de Ankara’da olağanüstü yetkilerle açılan birinci TBMM içinde de Erzurum mebusu olarak yerini alıyor.

Hukuk Mektebinde eğitim gördüğü yıllar tam İkinci Meşrutiyetin hürriyetçi yılları. Burada Batı düşünürleriyle tanışıyor, bunlar fikriyatını derinden etkiliyor ve onu kendi deyişiyle “bir hâkimiyet-i milliye aşağı” yapıyor. Meclisteki bütün muhalefetinin temelinde demokrasi ve halk hâkimiyeti var. Birinci Meclis içinde gerçek bir demokrasi mücadelesi vermiş, başından sonuna kadar kanun hâkimiyeti ve Meclis üstünlüğü konusunda uyarılarda bulunmuş. Kendi konumunu da “muhalif değil murakıbız” sözleriyle tanımlamış.

Türkiye tarihinde az rastlanır önemli bir fikir adamı. 1923 seçimiyle birlikte Meclis dışında bırakılıyor ve 1948’deki ölümüne kadar çoğu polis takibinde geçen çok sıkıntılı bir hayat yaşıyor.

Ulaş, Kemalist kalemlerce çok sert eleştirilere maruz kalmış bu konuyu biraz aydınlatır mısınız?
Kemalist kalemler kendisini yıllarca “dinci, gerici, saltanatçı, hilafetçi bir ayak bağı” olarak tanımladılar. Aslında zaman içinde unutulmuş veya unutturulmuş gitmiş bir siyaset ve fikir adamıydı. Kemalist kalemler yıllar sonra benim onu gerçek kimliğiyle ortaya çıkartan ve o zamana kadar yazılan çizilenlere meydan okuyan anlatımımla karşılaşınca önce şaşırdılar sonra bu çizgi üzerinden kendisini eleştirmeye devam etmeye kalkıştılar. ‘Birinci Mecliste Mustafa Kemal’in Muhalifleri’ kitabımda Hüseyin Avni ile ilgili olarak bu kalemlerle yaptığım tartışmalar da büyük bir yer tutuyor. Orada bu tartışmaları açıkça görebilirsiniz. İddiaların ne kadar boş ve havada kaldığı açık ve net olarak ortaya çıkıyor.

Kuruluş yıllarının yeniden tartışılması, İstiklal Harbi’ni yöneten heterojen bir Meclis’ten, tek parti dönemindeki homojen yapı arasındaki geçişteki olaylara bakmak, iktidar mücadelesinin kodlarını açığa çıkarıyor gibi… Siz bu geçişi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mustafa Kemal’in iktidarı ilk meclis döneminde gerçekten çok çetin bir muhalefetle karşılaşmış. Çok güçlü bir iktidar olmasına rağmen birçok oylamada muhalifler eleştirdikleri noktalarda sonuç alarak bunları kanunlaştırmayı başarıyor. Bu kanunlar iktidarın meclisi dışlayarak karar almasını engelleyen kanunlar. Bu nedenle 1923’ten sonra bu tarz muhalifli bir meclis istenmiyor. Mesela 1923 seçiminden sonra 287 kişilik mecliste sadece bir gerçek bağımsız var. O da Gümüşhane Milletvekili Zeki Kadirbeyoğlu. Kalan 286 milletvekilinin tamamı Halk Fırkası mensubu. Böylece homojen bir meclise doğru ilk adım atılıyor. Her ne kadar zamanla bu meclis içinde bu sefer Milli Mücadelenin A kadrosu bölünecek ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla bir muhalefet partisi kurulacaksa da, Mart 1925’teki Takrir-i Sükûn Kanunu bu demokratik dönemi sonlandırıyor ve artık tamamen tek sesli otoriter bir yapı kuruluyor. Otoriter bir dönemden geriye bakılıp ilk meclis değerlendirilince de, Kemalist kalemler “hah gördünüz mü, şimdi tek sesli mecliste reformlar kolaylıkla yapılabiliyor ve istenen adımlar kolayca atılabiliyor, o ayak bağları şimdi mecliste olsalardı bu reformlar bu kadar rahat yapılamazdı” diyerek geçmişi eleştirmeye başlıyorlar. Böylece ilk meclisin demokratik niteliği göz ardı ediliyor hatta bazen edilmiyor bile, otoriterliğin hâkim olduğu bir dönemden bakılarak geçmişin demokratik niteliği düpedüz karalanıyor. Günümüzdeki Kemalist kalemlerin çoğu bu zihniyetin sürdürücüleri maalesef.

1921 yılında Mustafa Kemal Paşa anayasaya göre kendine ‘süper’ yetkiler vermiş. Bunu kitabınız da yer alan ‘hem yasama hem yürütmenin başı idi, aday gösterme yöntemi sayesinde yalnızca birlikte çalışmayı istediği kişiler vekil seçilebiliyordu’ cümlesinden de çıkarabiliyoruz. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Mustafa Kemal’in ilk Meclis döneminde gerçekten olağanüstü yetkileri var. Muazzam bir yetki toplulaşması söz konusu… Meclis içindeki muhalefet bunu görüyor. Söyledikleri açıkça şu: “İkinci Meşrutiyet döneminin demokratik ve hürriyetçi niteliği zamanla yok oldu ve yerine Enver, Cemal ve Talat Paşaların kişisel yönetimine dayalı otoriter bir tek parti dönemi kuruldu. Bu yetki toplulaşması böyle giderse benzer bir durum yakında yeni Türkiye’nin de kaderi olacak”. Nitekim Türkiye’de sonraki yıllarda yaşanan gelişmeler muhalefetin bu endişelerini haklı çıkartmıştır. Muhalefet ilk Meclis döneminde bu yetki toplulaşmasını önlemeye ve yetkileri dağıtmaya çalışmışlar ve bunda başarılı da olmuşlar, ama muhalefetin tasfiye edildiği 1923 seçiminden sonra özellikle de Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıktığı 1925 İlkbaharından sonra bu yetki toplulaşması tekrar hayata geçirilmiştir. Gerçekten de özellikle Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkmasından sonra tam 20 yıl süreyle ülkede hürriyeti ifade eden tek bir kelime sarf edilmemiş, edilememiştir.

Tarihe baktığımızda Mustafa Kemal ‘tek adam’ olmuş. Peki, tek adam olmayı neden istedi? Ya da istemiş miydi? Ayrıca bu ‘tek adamlık’ günümüz de yaşananları da göz önüne aldığımızda, bir iktidar sarhoşluğundan kaynaklandığı yorumunu çıkarabilir miyiz?
Bu tabii ki psikoloji alanına girer ve benim uzmanlık alanım değil. Yalnız siyasi olarak şunu söyleyebilirim. Dünyada iki savaş arasındaki dönem, otoriter rejimlerin yükseldiği bir dönemdi. Parlamenter demokrasi dünyanın her yerinde küçümseniyordu. Bu otoriter rüzgârlar bizi de derinden etkilemiştir. Tek Adamlık sadece bizde değil dünyanın pek çok ülkesinde var. Aman buradan “o zaman öyle olması gerekirdi” dediğim sonucu çıkmasın. Tabii ki öyle olması gerekmiyordu, ama öyle oldu. Muhalefet alt edildi. Kanımca eğer o muhalefetin önü kesilmeseydi bugün Türkiye’de demokrasi yolunda çok daha ileri bir konumda olabilirdik. Bir de bu “Tek Adam” anlayışı siyasal kültürümüze damgasını vurdu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu kez dünyadaki “demokrasi rüzgârlarından etkilenip çok partili sisteme yöneldik”. Yöneldik yönelmesine de lidere dayalı siyasi kültürümüz değişmedi. Hep “bir lider gelse de bizi kurtarsa” dedik. Şunu da ekleyeyim. Liderlerin adı partilerinin önüne geçti. Gençler DP’yi bilmez ama Menderes’i bilir, ANAP’ı bilmez ama Özal’ı bilir, AP’yi bilmez ama Demirel’i bilir. Liderlerin adları bile partilerinin önüne geçmiş durumda. Bu da parti içi demokrasi açısından ciddi sorunlar yaratıyor.

Cumhuriyet Halk Fırkası sevmediği istemediği tüm grup ve görüşleri savunanları ‘gerici’ diyerek ötekileştirmiş. Neden bu yolu sıkça kullandılar?
Bu en kestirme yol. “Gerici” suçlaması tartışmayı bitiriyor, kimse “gerici”yi anlamaya çalışmıyor, “adam gericiymiş, nesini beğeneyim, dediğine niye bakayım” diyoruz hemen. Bir de “adam gericiymiş, şöyle, şöyle demiş, demokratik gözüküyor ama bunu derken aslında kafasının içinde başka bir şey var, söylediğine inanma, asıl niyeti başka, gerici taktiği bu” deyip tartışmada hemen galip geliyoruz. Etkili bir silah bu. Tartışmayı anında bitiriyor, kolay yoldan zafer sağlıyor. Şimdi olan bitenleri bütün açıklığıyla ortaya koyup tartışsanız, o zaman bu kadar kolay galip gelemezsiniz, hatta tartışmadan yenik de çıkabilirsiniz. Onun için bu tercih edilmiyor. Burada sözünü ettiğimiz son kitabımdaki tartışmalara bakınca göreceksiniz, tartıştığım kalemler cevap veremez hale gelince hemen bu taktiğe başvuruyorlar, “Ahmet Demirel gericiye sahip çıkıyor” diye galip gelmeye çalışıyorlar. Ama artık Türkiye biliyor Birinci Meclis döneminde olup bitenleri, onun için bu taktik artık etkili bir taktik olmaktan çıktı, hatta gülünüp geçiliyor artık.

Sizce Birinci Meclis mi daha demokratikti şu anki Meclis mi desem neler söylersiniz?
Bunlar farklı dönemlerin meclisleri. Koşullar da farklı. Ama içtüzük, işleyiş, milletvekillerinin kürsüde konuşma serbestiyetleri açısından birinci Meclis sadece Türkiye’nin değil dünyanın en demokratik meclislerinden biri. İsteyen herkes kürsüden istediği kadar konuşabiliyor. Zaman kısıtlaması yok. Gece gündüz toplantı halinde meclis. Söylemek istediğiniz her neyse sonuna kadar serbestçe söyleyebiliyorsunuz. Bunlar çok önemli. Şimdi düşünün, Meclis’te kendi adına bir konuşma yapmak isteyen bir milletvekili bunu serbestçe yapabiliyor mu? Hayır. Her şeyden önce parti tüzüğü ve grup disiplini kendisini bağlıyor. Zaten Meclis Başkanı’ndan böyle bir konuşma için izin alması da imkânsız değil belki ama çok ama çok zor. Bu açıdan çok önemli bir demokratik işleyişi vardır Birinci Meclis’in.

1920’de kurulan İstiklal Mahkemeleri neden kurulmuştu? Amaç muhalifleri susturmak mıydı?
Hayır. Birinci Dönem İstiklal Mahkemeleri ile İkinci Dönem İstiklal Mahkemelerini birbirleriyle karıştırmamak lazım. Birinci Meclis dönemi boyunca faaliyet gösteren istiklal mahkemeleri esas olarak milli mücadele dönemi içinde çok temel bir sorun olan asker kaçakları sorununu çözmek için kuruluyor. Bu meselenin çözümünde de önemli katkı yapıyor. Bununla birlikte kanun çıktıktan kısa bir süre sonra bu mahkemeler her türlü meseleye bakabilecek hale getirilmiş. Bu nedenle de büyük eleştiri alıyor. 1920 Eylülünde kuruluyor, 1921 Şubatında kaldırılıyor. 1922 Ağustosunda Mustafa Kemal Başkumandanlık yetkilerine dayanarak bu mahkemeleri yeniden kuruyorsa da bunlar Temmuz 1922’de yeniden kaldırılıyor. Bu dönemdeki mahkemeler siyasi karardan çok adli işlerle uğraşmış ama yine de olağan mahkemeler varken bu tür olağanüstü mahkemelerin kurulması muhalefetin şiddetli tepkisini çekmiş. Muhalifler bu mahkemeleri hedefliyorlar ve sonunda kaldırılmasını sağlıyorlar. Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sonra kurulan İstiklal Mahkemeleri ise farklıdır. Bunlar rejimi koruyan, siyasi kararlar alan ve muhaliflerle potansiyel muhalifleri sindiren, yargılayan, mahkûm eden mahkemelerdir.

Kitabınızın sonuç kısmında ‘ Türkiye’de birçok arşivimiz kapalıdır. Mesela Meclisin, Genelkurmayın, Cumhurbaşkanlığının, emniyetin ve birçok bakanlığın arşivlerine ulaşmak çok zor, neredeyse imkânsız’ diyerek haklı bir serzenişte bulunmuşsunuz. Bu arşivlerin açılmamasını Türkiye’nin demokrasilerde olduğu gibi bir şeffaflaşamamaktan kaynaklandığını söyleye bilir miyiz?
Aynen öyle. Şeffaflaşamıyoruz. Hala tabularımız var. Birçok konuda serbestçe yazamıyorsunuz. Yazarsanız müthiş tepki alıyorsunuz. Bunları göğüsleyecek gücünüz yoksa darmaduman olursunuz, yazacaksanız da bu tür tepkilerin geleceğini baştan bilerek yazacaksınız. Ben 20 senedir yazıp çiziyorum. 20 senedir resmi tarihin kalemşorlarıyla didişiyorum. Allahtan polemiği seven bir yapım var, bir de yazdıklarımdan eminimdir, her cümlemi tekrar tekrar kontrol ederek yazarım, araştırmadan, belgeye dayandırmadan asla yazmam. Onun için tartışmalardan da korkmam. Yirmi sene önce Birinci Meclis’te muhalefeti yazmak da bir tabuydu. Çok şükür onu aştık şimdi. Bugün serbestçe yazılıp çizilebiliyor. Bunda küçük de olsa bir katkım olduğu için mutluyum.

Ahmet Demirel; 1957’de Trabzon’da doğdu. Orta öğrenimini 1976’da Darüşşafaka Lisesi’nde tamamladıktan sonra, 1980’de Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans çalışmasını, ardından 1993 yılında doktorasını tamamladı. 1981’de Yurt Ansiklopedisi’nin ‘sosyo-ekonomik yapı bölümü’ koordinatörü olarak çalışma yaşamına atılan Demirel, şimdiye kadar çeşitli basın yayın kuruluşları ile piyasa ve kamuoyu şirketlerinde çalıştı. İsmet İnönü/Defterler (1919 -1973) adlı çalışması Yapı Kredi Yayınlarınca yayımlandı. Halen Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Dekan Yardımcısı ve Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün Başkanlığını sürdürmektedir. Başlıca kitapları tamamı İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Birinci Mecliste Muhalefet: İkinci Grup (1994), Ali Şükrü Bey’in Tan Gazetesi (1996), İlk Meclis Vekilleri (2000), Tek Partinin Yükselişi (2012) ve Tek Partinin İktidarı (2013) gibi birçok eseri bulunmakta. Halen her Pazar Taraf Gazetesinde ‘Tarihin Sesi’ adlı bir sayfa yazmaktadır

Birinci Meclis’te Mustafa Kemal’in Muhalifleri / Yazar: Ahmet Demirel / İnceleme & Araştırma / Ufuk Yayınları / Editör: Turgay Yavuz / Görsel Tasarım: Ali Bıyıklı / 260 Sayfa

--

--