Aytuğ Akdoğan: ‘Hepimiz yalnızdık belki, ancak hiçbirimiz yalnız hissetmiyorduk.’

Söyleşi: Murat Hocaoğlu

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
6 min readJul 23, 2018

--

Aytuğ Akdoğan, Destek Yayınlarından çıkan ‘Duvar’ romanında, Gezi Direnişinde yaşanan bir hikaye anlatıyor… “Mezar taşları gibi yükselen binaların arasında hapsedilmiş ve geçmişinin gölgesinde kaybolmuş yabancı, bir gün eroin bağımlısı bir kızla tanışır ve birbirlerinin özgürlüklerini sorgularken soluğu direnişte alırlar. Yabancı, evini -sıcak ve rahat hapishanesini- direnişçilere açar, ancak ilerleyen günlerde bir polisi yaralayarak şiddetin çıkmaz döngüsünde esir düşer. Geriye hesaplaşması gereken sevdikleri kalır. Ve tırnaklarıyla teker teker kazmaya başlar mezarlarını. Hâlâ hayatta, ancak can çekişmekte olan ağabeyini de gördükten sonra…” Aytuğ Akdoğan‘la romanını konuştuk…

‘Bilinç Akışı’ diye tarif edilen, kitaplarınızı tanımlarken de kullanılan bir teknik söz konusu… Biraz nasıl yazdığınızı da sormuş olacağım elbette, ama size göre ‘bilinç akışı’ metin tam olarak nedir, nasıl yaklaşıyorsunuz?
Günlük yaşamımda pek konuşkan biri sayılmam. Hatta çoğu günü toplasanız 50–100 cümle konuşarak sonlandırırım. (Konuşmak yalan söylemek değil midir zaten?) Ancak her an bir düşüncenin; bir detay ya da hayalin peşinden giderim. Bilinç akışı da işte bu peşinden gittiğim düşüncelerin aynı hızda metne dönüştürdüğüm hali. Bir nevi iç monolog.

‘Bilinç akışı’ metin, roman kurgusuna bir farklılık getiriyor mu?
Ben bilinç akışını genelde rüya ya da uyuşturucular söz konusuysa kullanıyorum. Karakterim herhangi bir uyuşturucu etkisinde ise onun ‘kafa’sını; anbean yaşadığı heyecan, sevinç ve gel-gitli paranoyaları okura da hissettirebilmeyi deniyorum. Bence kitaplar insanların önce zihinlerine, sonra kalplerine ve ardından direkt olarak bedenlerine de etki etmeli. Okuduğun bir sayfa dolayısıyla miden bulanır ya da gözyaşın akarsa, hoşuna gitsin ya da gitmesin, o metinde sahici bir şeyler var demektir… Bilinç akışı bu mide bulantısına neden olabilir, ancak nitelikli ve deneyimli okurları öyle hemen kusturamazsınız.

‘Duvar’ ana akım bir yayınevinden çıkan ilk kitabınız. Önünüze daha önce açılmamış bir yol açtı mı, satış ya da iletişim anlamında farklılıklar oldu mu?
Benim adım o kadar kötüye çıktı ki, kitaplarımı dünyanın en iyi yayıncısı da bassa temizleyemez namusumu. Alıştım da yalnızlığa. Yıllardır hakkımda o kadar çok şey söylendi ki, artık hiçbir şey incitemiyor beni. Yani edebiyat ‘piyasası’, kitap ekleri ya da ‘büyük’ yazarlar sırf arkadaşları olmadığım için beni rahatlıkla görmezden gelmeye devam edebilir, çünkü onların; o kokuşmuş jürilerin vereceği onay ya da ödüllerin ve entelektüel hegemonyalarının hiçbir değeri yok gözümde. İsteseler de istemeseler de, üzgünüm; buradayım. Benim ihtiyacım olan şey kitap müşterileri değil, önyargısız ve nitelikli okurlar.

Bu bir ‘gezi romanı’. Ve samimiyetle söylemeliyim, “anlı şanlı” isimlerin yazdığı ‘gezi’ romanlarına kıyasla, gezi direnişine yaklaşmakta son derece başarılı… Sizce bu sürecin içinde olmanızla mı ilgili?
Yaşamak isteyeceğim hikâyelerin peşine düştüm hep. Buradaki en önemli nokta ise gerçekten hissetmek sanırım. Duvar’daki Yabancı, direnişte ‘İSYAN!’ diye bağırırken kendi sesini ilk defa duymuş, bir sesi olduğunu fark etmişti. Ben de öyleydim. Ve yüz binlercemiz. Hepimiz yalnızdık belki, ancak hiçbirimiz yalnız hissetmiyorduk artık.

Gezi direnişini yazmak sizin için nasıl bir ihtiyaçtı ?
Yemek yemek, su içmek gibi bir ihtiyaçtı. Bence Gezi gibi politik, psikolojik ve toplumsal hareketleri tarih kitaplarındansa romanlar daha iyi kayıt altına alabilir.

Bu kadar güncel bir tarihsel olayı anlatırken, zamanla demlenecek duyguları kaçırabilirsiniz. Bu bir yanı, bir yanı da gezi direnişini sömürmekle suçlanabilirdiniz…
Tam da bu iki nedenden ötürü, yazmak için bir sene kadar bekledim. Aldığım notları ve düşüncelerimi toplamam da epey uzun zaman aldı. Çünkü ne olursa olsun tarafsız, bağımsız da yaklaşmam gereken bir işti. Ancak gene de Duvar’ın bir Gezi kitabı değil; direniş ve varoluş kitabı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden kitapta tek bir ‘Gezi’ sözcüğü dahi geçirmedim.

Gezi direnişinde hakkınızda bir dava açıldı ve yargılandınız. Bu süreci anlatır mısınız?
Henüz beraat ya da hapis kararı çıkmadı. Mahkemem ertelenip duruyor. Ama önemi yok. Hayatını kaybeden dostlarımızın yanında bana açılan dava bir hiçtir.

Romanınız güzel bir aşk hikayesi aynı zamanda. Aşkı, sokağa ve direnişe taşıyan, dünyevi — yaşamsal kılan bir dilden bahsetmek gerek…
Duvar’ın merkezinde olan aşk ve direniş konularını yazarken, düşünce ve tezlerine yer vermeyi denediğim; Foucault, Deleuze, Žižek gibi yazarlardan Roger Waters gibi rockçılara ve LGBT aktivistlerine dek uzanan geniş bir okuma/araştırma arşivim vardı. Bu tarz yaklaşımlara Duvar gibi sistemle mücadele içinde olan bir kitapta yer vermemek haksızlık olurdu. Ama bana sorarsanız Yabancı’nın annesine duyduğu ve artık karşılığını alamadığı aşkın, Karin’in özgürlüğünü elinden alan eroinden bir farkı yok. İki farklı bağımlılık sadece.

Önceki kitaplarınızda bu aşk, ilişkiler vurgusu daha yoğundu. Aşk hakkında yazmak hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Metinlerarası ilişki doğru kurulmadığı takdirde tüm aşk kitapları biraz sığ kalacaktır.

Söyleşilerinizde ve medyada görünümünüzde genç oluşunuza, ‘genç yazar’ vurgusuna çok yaslanıyorsunuz. Bir edebi tür olarak gençlik edebiyatını bu sorunun dışında bırakırsak, ‘genç yazar’ kategorisi, söylemiyle ifade etmek istediğiniz dert ne?
Türkiye’de genç sözcüğü ‘toy’ ile birlikte kullanılıyor. Oysa genç olan yeni ve özgündür. Ve bu yeni düşüncenin irdelenmesini sağlamak için GENÇLER! diye bağırıyorum her yerde. Bir bakın bakalım ne diyor bu gençler diye…

Hatta yalnızca gençlerin yazdığı bir edebiyat dergisi çıkardınız. Bu serüveni anlatır mısınız ?
Dergiyi büyük kitabevleri almak istemedi. Ben de ellerimle 6.45 gibi bağımsız kitapçılara ya da sahaflara bıraktım. İstek üzerine Gaziantep’e de gönderdim. İsteyen herkes ücretsiz edinebildi dergiyi. Ancak elbette sonunda ilk sayıda batmış olduk. Belki hala Kadıköy sokaklarında ya da alakasız bir kafede karşınıza çıkabilir ama… Ya da kafa dengi bir dostunuzun evindeki kitaplığında…

Türkiye’de genç yaştaki yazarların, sadece genç olmalarıyla alakalı bir engelleme ile karşılaştıklarını düşünüyor musunuz? Mesela kitap yayınlatmak noktasında bir sorun var mı artık size göre?
Kitap yayınlatma noktasında genç ya da yaşlı her yazarın sorun yaşadığına tanık oldum. Eğer bir yayınevinde editör olsaydım, bana gelen dosyaların ilk sayfalarını değil, tamamını okur öyle değerlendirirdim.

‘Duvar’ın ve diğer kitaplarınızın ‘gençlik romanı’ olarak algılanması yanlış olur mu?
Olmaz sanırım. Ancak sadece gençler okursa, kimseye yeni bir şey anlatamamış olurum.

Yeni çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Sanırım bu sene üniversite bitecek artık. Sinema eğitimi aldım. Önümüzdeki aylarda kısa ya da orta metraj filmler çekeceğim. Tiyatrocu arkadaşlarımla oyun yazmayı da deniyorum. Yeniden günlük tutmaya başladım. Belki birkaç sene sonra kitap olurlar. Bir de yaratıcı yazarlık dersi vermem için bir teklif aldım. Ancak ben düş gücünün, bilgiden daha değerli olduğunu savunanlardanım. Uzun ve atılmalarla dolu bir lise geçmişim oldu. Hayatımdaki en önemli bilgileri sokakta öğrendim. Yazma eylemi bir büro işi olmadığı gibi, yaratıcı yazarlık dersleri de asla anlatım kuralları üzerinden verilmemeli. Bunun yerine edebi anlatım tekniklerinin öğretilmesinden ve nitelikli okuma egzersizleri yapılmasından yanayım. Bu ölçüde gidebilirsem, belki yaparım.

Duvar / Yazar: Aytuğ Akdoğan / Roman / Destek Yayınları / 1 Baskı Ekim 2014 / 136 Sayfa

Aytuğ Akdoğan; 1992 Karamürsel doğumlu… Yazar, ilk defa henüz on yedi yaşında çıkarttığı ve Erdal Eren’e ithaf ettiği “Ben Hep 17 Yaşındayım” (Aralık 2009) adlı deneme kitabıyla isminden söz ettirdi. Diğer kitapları, “Ağladı ve Gözyaşlarını Öptüm”, “Ben, Hiçbir Şey” İkinci Adam Yayınları’ndan çıktı.

--

--