Esra Yalazan: ‘Yazar gerçekleri kurgulamaktan, okur da kurgulanmış karakteri gerçek sanmaktan, orada kendini görmekten hoşlanır.’

Söyleşi: N. Gün Uzun

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
12 min readJul 23, 2018

--

Kelimeler ve Kader’deki denemeleri okurken biz de yazarın okuma, görme, satırların içinde kaybolma serüvenine eşlik ediyoruz: Küçük hikâyeleri ile karşılaşıyoruz ve onun merakının, gündelik hayatındaki küçük ayrıntıların peşinden giderek, bir de onun gözüyle bakmaya çalışıyoruz bir zamanlar okuyup büyüsüne kapıldığımız kitaplara. Sayfalar ilerledikçe “edebiyat dersleri’’ne devam ettiğimizi düşündürüyor Esra Yalazan; okura romanda ve roman karakterlerinde yazarın izini sürmeyi öğretirken, bir yandan da etraftaki “gök parçası, dal demeti, kuş tüyü” nün tanıklığına çağırıyor bizi. Yazardan yazara, kitaptan kitaba geçerken bazen de O’nun günlüklerini okuduğumuz hissine kapılıyoruz. Kırk sekiz denemede, onlarca kitap ve yazar, kahramanları ile birlikte karşımıza çıkıyor. O kahramanlardan kimi doğrudan gözlerimizin içine bakıyor, kimiyse bizi hiç umursamıyor sanki… “Gerçek orada bütün haşmetiyle duruyor. İhtiyaç duyduğumda yanımda değildi, hiç olmadı. Tam da bu yüzden kendimi daha iyi tanımak için biraz değiştirerek hikâye edeceğim. (…) “ Her daim hikâye peşindeki okur için Kelimeler ve Kader, zengin bir buluşma…

Kelimeler ve Kader bir edebiyat resmigeçidi gibi: Kelimeleriyle, koca bir yüzyılı baştan aşağı yeniden yaşayabileceğimiz şairler, yazarlar ve onların kahramanları ile şenlikli bir toplantıya dönüşen Kelimeler ve Kader’de yer alan 48 ‘’deneme’’, bize aynı zamanda ‘’yazar Esra Yalazan’’ın ‘’okur’’ yanını gösteriyor. Kitaba adını veren ‘’Kelimeler ve Kader’’ arasındaki ilişkiyi, kitabın farklı sayfalarına dağılmış halde, iki boyutlu olarak tarif ettiğinizi de görüyoruz: Kelimeleriyle kahramanlarına kader yaratan yazar ve yazarın kelimeleri ile kendi kaderine daha yakından bakmaya başlayan okur…

Yazmaya neden ve nereden başladınız? Kelimeler ve kader arasında sizin kendi yazarlığınız bağlamında kurduğunuz ilişki nasıldır?
Okumanın ve yazmanın belli bir başlangıç noktası yok. En azından benim için öyle. Her ikisi de önce evde sonra okulda ve yakın çevrede kendiliğinden gelişiyor. Daha sonra da seçtiğiniz mesleğe, yaşam tarzına, alışkanlıklarınıza ve dünyayı algılama biçiminize göre şekilleniyor.

Tespitinizdeki çift yönlü bakış aslında ‘Kelimeler ve Kader’de yer alan yazıların omurgasını oluşturuyor. Doğrusu bilinçli bir tercih değildi, öyle olsaydı henüz kitaplara girmemiş yazılar da öyle yazılamazdı sanırım. Yazarlığın benim için en sihirli yanlarından biri, yazanın hayatı, insanları kendi düşünce sistemiyle, duygularıyla tamamlayarak gerçekliği yeniden yaratabilmesidir. O yaratım sürecinde yazmaktan aldığı haz bir yana, hikâyelerle kendini keşfeden yazar ve okurun dev bir ‘hayat ağacının’ gölgesinde buluşması çok kıymetlidir bana göre. Nörolog ve yazar Oliver Sacks, “Biz her birimiz, bir hayat hikâyesine, bir iç anlatıya sahibiz… Bir insanı tanımak istiyorsak, hikâyesi nedir — hakiki en iç hikâyesi — diye sorarız çünkü her birimiz bir biyografi, bir hikâyeyiz” der. Bu algısına tamamen katılıyorum. Bir de şöyle ironik bir çelişki vardır: Yazar gerçekleri kurgulamaktan, okur da kurgulanmış karakteri gerçek sanmaktan, orada kendini görmekten hoşlanır. Böyle bakıldığında, dediğiniz gibi kelimeleriyle ‘kader yaratan’ yazarla, yazarın kelimeleriyle kendine daha yakından bakmaya başlayan okurun bir kitapta buluşabilmesi, yazı sanatının en mucizevi özelliklerinden biri gibi gelir bana.

“Bazen berbat bir ‘sıkılmışlık’ duygusundan sıyrılabilmek için kendime hayali seyahatler icat ediyorum. Bu çabam daha ziyade tanıdığım dünyayla arama mesafe koyma arzusuyla ilgili. (…) Yanımıza geçmişe dair hiçbir şey almasak, kendimiz olmanın ağırlığından kurtulsak.’’ diyorsunuz. Edebiyat bize gerçek dünyadan uzaklaşmanın, ona uzaktan bakmanın en keyifli yollarından birini sunarken, aynı zamanda, gündelik hayatımızda belki de hiçbir zaman ne kahramanı, ne de tanığı olamayacağımız trajedileri etimizle, ruhumuzla acı çekerek yaşamamıza yol açıyor. Siz de Dickens’tan söz ettiğimiz bölümde ‘’… duygu dünyamızı acımazca deştiler.’’ diyorsunuz. Yazar, yazarak, kahramanlarına yükleyerek kendi dışına atmak istediği/attığı tüm acıyı, kederi, iyiliği, kötülüğü, günahı, ihaneti, ölümü, inancı, aşkı… aynı zamanda okur’un kucağına da dertop edip bırakmıyor mu? ‘’Okur’’ için böyle bir tuzak var mı edebiyatta?
Haklısınız, ama ben buna tuzak demezdim. Öncelikle o ‘ağırlığı’ sadece okur taşımıyor çünkü. Okur bazı okumalarda ‘kendi olmanın ağırlığından’ kurtulmak ister ancak yazmanın, başka hayatlar tasarlamanın sezgisel tohumu da bu arzudan çok farklı değildir. Bu anlamda hiçbir zaman tanığı veya kahramanı olamayacağımız (veya geçmişte olduğumuz) hikâyelerin bir yazarın diliyle yaşamak önemli ve kıymetli bir tecrübedir, hele iyi anlatılmışsa. Kelimeler zamansızdır, beklenmedik anlarda kendilerini iyi yazarlar vesilesiyle hatırlatırlar. Hafızanızı diri tutarlar dolayısıyla onlara yazarın kurtulduğu ‘dert’ diye bakmamak lazım. Bu paylaşım hayattaki önemli sorumluklardan biridir. Yazar meselesiyle halleşip okurun kucağına büyük bir ‘hediye’ paketi koyar aslında. Ve asıl hikâye tam da orada başlar. Evet, kimi zaman acımasızca duygu dünyamızı deşiyorlar ama bu ‘yıkım’ çoğu kez okurken farkında olmadığımız kendimizi, geçmişimizi hatta geleceğimizi yeniden keşfetmemizi sağlıyor. Bunu başka hangi disiplin ya da sanat bu kadar güçlü ve kalıcı bir biçimde yapabilir ki?

Kelimeler ve Kader’de S. Zweig’ın yazdığı biyografiler başta olmak üzere birçok biyografiden söz ediyorsunuz. Yazarın yaşamöyküsünü okuduktan sonra, başka bir gözle yeniden okuduğumuz romanlar, yazarın kendi yaşamının izlerini sürdüğümüz karakterler var. Yazarla yazdıkları arasına bir mesafe koymalı mıyız? Mesela S.Zweig’ın Balzac, Dickens, Stendhal, Tolstoy, Dostoyevski vb. biyografileri o kadar güzel yazılmış ki, adeta ‘’gerçek kahramanın yazar olduğunu’’ düşündürür. Biyografiler okura bu ‘’mesafeyi korumak’’ta zorluk çıkarır mı?
Biyografiyi kimin yazdığına bağlı. Kitaptan örnek verdiğiniz Stefan Zweig, geçtiğimiz yüzyılın en etkili biyografi yazarlarından birisiydi. Doğrusu yazarları onun gibi şehvetli, özenli ve sevgiyle dolu aynı zamanda müthiş edebi bir lezzetle yazabilecek yazar çıkacağını sanmıyorum. O, bu anlamda gerçekten benzersizdir. Tolstoy, Dickens, Balzac, Dostoyevski gibi yazarları okumak, klasik bir romanın içinde onun yazarıyla birlikte dolaşmaya benzer. Her okur için ayrıcalıktır. Onun ‘yazarlarıyla’ romanları arasına isteseniz de mesafe koyamazsınız. Onun çok sevdiği yazarlara karşı duruşu şefkatli ama fena halde mesafelidir. Onların zaaflarını, korkularını, yüzleşemedikleri eksikliklerini anlatırken edebi dehalarının kaynağını hiç kimsenin (kendileri de dahil) fark edemeyeceği bir kıvraklık ve nezaketle anlatır. Ve has edebiyatı seven herkesi bir biçimde ağlatır Zweig.

Bu örneğin dışına çıkınca sorunuzun cevabı değişebilir. Biyografi okumak da edebiyatın kendisi gibi yoruma açıktır bana kalırsa. Hakikat bilincinden uzaklaşmamış biyografiler, bazen romanlardan daha derin izler bırakır. Başkalarının hayat hikâyelerini okuyarak kendi hikâyemizi daha tutarlı hale getirebiliriz. Romanlarda farklı karakterler, uç duygular arasında savrulan okur iyi yazılmış biyografide kendi hikâyesinin eksik ve fazla yanlarını bulabilir. Hikâyesini parçalanmaktan kurtarıp kendine daha bütünlüklü bakmayı öğrenebilir. Tabii bir de o yazarlardan eserlerine çöken tortu meselesi var. Hikâyeleri anlattığımız vakit onlar artık bizim hikâyelerimiz olmaktan çıkar. Kabuk değiştirirler, dönüşürler, ölürler, dirilirler ve başka benliklerde başka ruhlarla yaşamaya devam ederler. Bu anlamda gerçek yaşamlardan izler taşıyan roman kahramanlarına eşlik etmek, yazarın farklı karakterlerle nerede ve nasıl kesiştiğini görebilmek okurun kendisi için de terapik ve sağaltıcı bir süreçtir.

Kelimeler ve Kader’den biyografileri sevdiğiniz anlaşılıyor. Türkçe edebiyatta biyografinin ihmal edilmiş bir tür olduğu fikrine katılıyor musunuz? Biyografi yazmak isteseniz kimi/kimleri seçerdiniz?
Elbette katılıyorum. Biyografi Türkçe edebiyatın üvey evladıdır. Böyle bir gelenek neredeyse hiç olmamış. Beşir Ayvazoğlu’nun titiz çalışmalarıyla gün ışığına çıkan özel çalışmaların dışında pek yoktur bizde. Yazarını sevmeyen, her fırsatta hapishaneye gönderen, yoksullukla cezalandıran çarpık bir sistemde pek şaşırtıcı bir sonuç değil. Bir de biyografinin okura edebiyat hazzı veren bir tür olduğunu yeni keşfediliyor sanırım. Başında konuştuğumuz Zweig biyografileri, Türkçeye çevrilen önemli biyografiler zamanla yeni kuşak yazarları da iştahlandıracaktır diye umut ediyorum. Sabahattin Ali, Yusuf Atılgan, Lawrence Durell, John Fowles, Van Gogh öncelikli tercihlerim olurdu.

“Şairin bakışı, varlık sebebi, şiiri kadar saf ve bozulmamış olabilir mi, çok emin değilim doğrusu.’’ ‘’Ben şiirin şairden çok daha güçlü olduğuna inanırım. Bu düşüncem yazının yazarından daha önemli olduğu inancından farklı.’’ diyorsunuz İki Duygu Arasındaki Boşluk’ta. Şiirde böyleyken, yazı’nın yazarından daha önemli olduğu inancınız nerden kaynaklanıyor? Yazı, yazarından ne kadar uzağa düşebilir ki?
Bu sorunun cevabı kitabın ilk yazısında var aslında. Şiirin ve yazının gücü mukayase edilemez, etkileri de çok farklıdır. O yazıda dediğim gibi “Şiir, kainatın varoluşundan bu yana sebebini insanın içine sır olanda bulduğu, kelamın hayata en saf haliyle dokunabildiği o sihirli anın tezahürüdür. Şiir sevmeyebilirsiniz, onu, hakikatine vakıf olmayanlar gibi küçümseyebilirsiniz ama has şiirin gücünü reddedemezsiniz, onu bozamazsınız, yok edemezsiniz. Yeryüzünün kabuğundan söküp atamazsınız. Toprağın altında çürütemezsiniz”.

Bu anlamda şiir, şairinden önemlidir zira has şiir onun gücünü, hakikatini aşar. Sınırsızdır, ölçüsüzdür. Yazı da yazarından önemlidir bence ama farklı ölçülerle. Netice itibarıyla hayatiyetini sürdürebilen kelimelerden bahsediyoruz. Eğer kalmıyorlarsa zaten bu sorunu pek önemi kalmıyor. Ama şunu da anlamak lazım; bazen okur-yazar arasındaki korkunç uçuruma tanık olanlar bilir. Yazı yazarından epey uzağa düşebilir, bu yazının ya da yazarın kıymetini azaltmaz. Önemli olan onun yazıya tutunduğu kökü doğru kavrayabilmektir.

Merhamet, Devrim ve Andrei Platonov başlıklı yazınızda ‘’Çantanızda gizli bir aşık gibi taşıdığınız bir yazarla konuştuğunuzu(…) ‘’ da öğreniyoruz. ‘’(…) Platonov’la konuşmak her şeye rağmen fırıl fırıl dönen bu dünyada beni sağlam tutuyor.’’ Platonov’la bütün dünya gibi biz de geç tanıştık, öğrendiğimizde hepimizin utandığı sebeplerden dolayı. Has edebiyatın er geç okuruyla buluşacağına inandık Mutlu Moskova, Çevengur ve Can’ı okuyunca. Bu nedenle biraz merak, ama daha çok kıskançlıkla sormak isterim: Platonov’la başka neler konuştunuz?
Doğrusu pek hatırlamıyorum. Bütün ‘deli’ okurlar gibi o sırada etkilendiğim bir roman ya da hikâye okuyorsam mutlaka yazarına bir şeyler soruyorumdur, o da cevaplarını satır aralarında, kelimeler arasındaki kısa boşluklarda, sürprizli benzetmelerinin tılsımında veriyordur zaten. Platonov, değeri sonradan keşfedilen çok özel bir yazar. Metis Yayınları’na onu bizle tanıştırdığı için teşekkür etmeliyiz. O varoluşu mütevazı bir cüret olarak görüyor sanki. Sevdiğim öykülerinden birisinde anlatıcısı şöyle diyordu: “Her acı avutulamaz; bazı acılar vardır ki ancak yüreğin, uzun bir unutkanlık ya da gündelik kaygıların dalgınlığında tükenmesiyle biter”. O en keskin duyguları, varoluş sancılarını böyle yumuşak ve çarpıcı ifade edebilen bir yazar. Malum, çalışma kampından dönen oğlundan kaptığı tüberkülozdan ölmeden evvel tanınıyordu aslında ama hayatının son döneminde bir okulda müstahdem olarak çalışıyordu. Ona orada o ‘unutulmuşluğun’ içinde sonbahar yapraklarını süpürürken zihninden, yüreğinden geçenleri sormuşumdur herhalde. Cevabı KGB’nin edebiyat arşivinin kısmen açılmasıyla ortaya çıkan eserlerinde var. Olmayanlar da onun sırrı. Her yazarın, insanın yaşamak için ihtiyaç duyduğu sır!

Kelimeler ve Kader’de söz ettiğiniz ya da etmediğiniz ‘’çantanızda gizli bir âşık gibi taşıdığınız’’ yazarlar kimler?
Bilmem çok var ama yakın arkadaşlar gibi kimisi sahiden daha ‘yakın’. Dostoyevski’yi erken kaybettiğim bir ağabey gibi severim mesela. Sandor Marai, Yourcenar, Marquez, Hamsun, Durell, Anne Micheals, Fowles, Tanpınar, Sait Faik, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Buzatti, Bachmann ve diğerleri. Ve elbette vazgeçemediğim şairler. Sevmediğim yazarları okumuyorum onlar hakkında yorum yazarak yorum yapmıyorum. Vakit kaybı gibi geliyor bana.

“Ben yazıları öyle hemen masaya oturup yazanlardan değilim. İnsanlar nasıl öyle yazıyorlar ve hiç titremeden yaşıyorlar doğrusu hiç anlamıyorum.‘’ ‘’Ben yazmanın hazır reçetelerle öğretilebileceğine pek inanmam.’’ diyorsunuz ve yazma sürecinin herkeste ‘’parmak izleri kadar eşsiz’’ olduğunu ekliyorsunuz. Siz nasıl yazıyorsunuz? Yasemin Mürekkebiyle ve Kelimeler ve Kader’i yazdığınız süreçlere benzer mi roman yazma süreciniz? Dünyayla, gündelik hayatla aranıza mesafe koyuyor musunuz?
Evet, geçenlerde sosyal medyada da yazdım bir vesileyle. Ben yazarlık kurslarına da pek inanmam. Elbette bu ‘işin’ de bir aritmetiği, ölçüsü, tekniği var ama bence yazı yazma sürecini daha çok sezgiler yönetir. Yazma dürtüsünü harekete geçiren duyguyu en az yazım süreci kadar önemserim ben. İçimize atılan tohumların filizlendiği yer tam da dürtüyü kışkırtan duygularda saklı çünkü. Bahsettiğiniz her iki kitap da periyodik yazıların derlemesiydi dolayısıyla o süreç roman yazma sürecine benzemez zaten. Roman ya da hikâye yazmak ise her yazarın kendi yöntemini geliştirdiği çok kişisel bir yolculuktur. Kimisi işe gider gibi her sabah masasının başına oturur kimisi de sadece yazmak istediği zaman. Ya da başka biçimlerde. Hemen her konuşmada söylüyorum; dünyada ne kadar çok yazar varsa o kadar çok yazma ‘hali’ vardır.

Ankara’da büyümüşsünüz ama Kelimeler ve Kader’de hep İstanbul var. Biz bu kitabı okurken, elinizde bir Puşkin’le yahut Tanpınar’la bir vapurdan inerken size rastlayabiliriz, yüzlerce yıllık İstanbul duvarlarından birinin köşesinden dönüp bize gülümseyebilirmişsiniz gibi hissediyoruz. ‘’Güneşi örtemeyen yırtık bulutlar’’dan ‘’rüyamsı anlara’’, ‘’Boğazdan göçmeye hazırlanan yırtıcı kuşlar’’a; ‘’kuşların çiftleşme mevsimi’’nden, ‘’ateşin sıcağı ile gevşemiş ahşap’’a değin içinden geçtiğimiz anları fotoğraflarcasına sabitleyen, içsel yolculuğuna iliştiren, bizim de farkına varmamızı sağlayan bir gözle bakıyorsunuz sanki İstanbul’a. İstanbul’da yazmanın ve yaşamanın Kelimeler ve Kader’e, sizin kişisel okuma-yazma serüveninize etkisi nedir?
Dediğiniz gibi ben her anlamda ‘soğuk’ bir şehirde doğdum. Bürokrasinin sınırlarıyla çizilmiş bir kentte her şeye rağmen ayrıcalıklı bir hayatım oldu. Ama oradan uzaklaşıp Fransa’ya gittiğimde, daha sonra İstanbul’a yerleştiğimde kanatlarım hafifledi ve hayatı daha yukarından, iyice sindirerek izlemeye başladım sanki. Yaşadığınız şehir farklı renkleri, kokuları ve dokunuşlarıyla ruhunuzu beslerken size yazarak kendini ifade etmenin bütün imkânlarını da hissettirmeden sunar. Bu çok bilinçli bir tercih ve süreç değil; yazarken ansızın hatırladığınız bir ‘an’ gibi. Şimşek çakımı kısalığında bir görüntü, kimi zaman hafızanıza, benliğinizin derinliğine bir yerlere çöküyor. Sonra bir gün ansızın o fotoğrafı kendi hikâyenizle birleştiriyor ya da hikâyenizin içinde ona çok özel bir yer arıyorsunuz. Platonov’un Çevengur’da dediği gibi “İnsanın kendi kendisiyle sohbeti sanat, başkalarıyla sohbeti eğlenceydi”. Ben yazının, okuru da yazarı da kuşatan iç sesini, insanları birbirine bağlayan müphem kader yolculuğunu ve birbirine tutunabilen kelimelerin kâinatın boşluğunda inadına tutkuyla, cesaretle dolaşmasını seviyorum. Hayat tam da bittiğini sandığımız yerde edebiyatın tılsımıyla tekrar ve sonsuza kadar yeniden başlıyor çünkü.

Bir de televizyon maceranız var Aynalar’da izledik sizi daha önce, şimdi de İMC televizyonunda “Mithat Sancar ve Esra Yalazan, güncel sorunlara edebiyatın, sanatın ve tarihin penceresinden bakıyor” sunusuyla yayınlanan Hayat Ağacı programını yapıyorsunuz ve ilk bölümlerden anladığımız kadarıyla bol kitaplı, edebiyatlı, sinemalı söyleşiler olacak… Televizyonculuk hayatınızın neresinde?
Ben yazılı basın geleneğinden geliyorum. 25 yıl boyunca o alandaki mutfağın her yerini dolaştım. Gazete, dergi, ek, köşe yazarlığı vs; dolayısıyla televizyoncu değilim ama benim dahil olduğum kısmını sevdiğimi söyleyebilirim. Yaşayanlar bilir, ölçüler, koşullar, dinamikler epey farklıdır orada. Televizyon vahşidir aslında! ‘Rating derdi’ mazeretiyle sunulan projeler veya teklifler orada iş yapma alanını oldukça daraltıyor. Neyse ki son yıllarda bağımsız kanallar da kendini göstermeye başladı ancak reklam geliri olmadan ayakta kalmak da çok zor.

Aynalar’da kültür- sanat dünyasının değerli aktörleriyle derinlikli söyleşiler yapmak benim için güzel bir tecrübe oldu. Yıllarca yazarak röportaj yapmış birisi olarak ‘canlı yayın’ hazzının ne kadar farklı olduğunu da gördüm. Mithat Sancar’la yaptığımız ‘Hayat Ağacı’ da beni heyecanlandırıyor doğrusu çünkü muadili yok. Malum bilinen ulusal kanallar, artık kültür-sanat programlarının ajanda olarak veriyorlar ya da hafta sonu programlarında ‘eğlence’nin arasına sıkıştırıveriyorlar. Biz gündemdeki sorunlardan çok uzaklaşmadan meselemize edebiyat, sanat, tarih, felsefe, şiir gibi farklı disiplinler aracılığıyla bakmaya çalışıyoruz. Ben kendi adıma bu coğrafyadaki sorunları böyle görmeyi, okumayı sevdim. Sanırım izleyiciler de memnun zira muadili yok. Ayrıca Mithat Sancar da böyle bir programı birlikte yapabileceğim en iyi partner, şanslıyım, her anlamda.

Aktif bir twitter kullanıcısısınız. Twitter –belki sosyal medya diye genelleyebiliriz- pek çok yazarın kitaplarını yazma süreçlerini, başka kitaplarla ilgili fikirlerini, okuma tavsiyelerini de paylaştıkları bir ortam, olanak sunuyor okura. Hatta bazı kitaplar adına açılmış hesaplar var… Tüm okurlar, yazarlar ve kitaplar hakkında “uluorta” konuşabiliyor. Çeviri süreçlerini paylaşan çevirmenler var. Yazar ve olarak twitter’ı bu açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet twitter kullanıyorum ve seviyorum. Orada bilginin hızla çoğalmasını ve klasik mecralar aracılığıyla okura ulaşamayan yazıların birkaç dakika içinde ‘alıcısına’ ulaşmasını da önemsiyorum. Dezenformasyon, dedikodu, sert tartışmalar gibi kaçınılmaz tatsız yanları da var ama elbet. Nasıl kullandığınıza bağlı. Kullanıcının kendini koruması için gayet iyi çalışan bir sistem var. Tabii bir de itiraf etmeliyim ki bazı gazetelerin yaydığı dezenformasyonla mukayese edilmez. Üstelik onlar taammüden birer ideolojik aygıt olarak çalışıyorlar. Bu anlamda sosyal medya bu tür yanlış algıları düzeltmek, insanları bilgilendirmek için de iyi bir fırsat.

Kitap değerlendirme yazılarını paylaşmak, okuma tavsiyeleri, yazara ulaşmak veya ‘kitap reklamı’ için de fonksiyonel bir mecra olduğunu görüyoruz. Kimileri buna da itiraz ediyor ama doğrusu onları ciddiye almıyorum. Bir panelde rastladım, hala “orada sadece 140 karakterle edebiyat yapılır mı’ diye soran edebiyat dergisi yöneticileri var. Dünyadaki önemli yayınevlerinin, edebiyat dergilerinin, gazetelerinin kitap eklerinin ve hatta yazarların orada okura nitelikli yazılarla ulaşabileceğinin farkında bile değil. Bugün Türkiye’de giderek büyüyen kitap endüstrisine karşın medyada kitaba, edebiyata ayrılan yer giderek azalıyor. Mevcut edebiyat dergileri yaşamadığı için birer birer kapanıyor. Bu hep böyleydi Türkiye’de. Ayda bir basılan kitap eklerinin kaç kişiye ulaştığı da malum. Dolayısıyla orada yazılarını, kitaplarını paylaşan yazarları, kurumları küçümsemenin, bu sisteme itiraz etmenin bir anlamı yok, gülünç oluyor. Bugün kitap ekleri piyasaya çıktıklarının günün ertesinde yazıları dijital ortamda paylaşıyorsa nedeni çok açık, okur en çok orayı takip ediyor. Bu anlamda dijital platformda kurulacak olan edebiyat/sanat geleceği parlak. Yayınevleri, Türkiye’de iş yapmak isteyen yabancı ortaklı yatırımcılar da bu tür projelerle yeni sisteme hazırlanıyor. Erken yol alan kazanacak.

Kelimeler ve Kader / Yazar: Esra Yalazan / Timaş Yayınları /Editör: Seval Akbıyık /1. Baskı Ekim 2011, İstanbul /288 sayfa

Esra Yalazan: 29 Aralık 1965; Ankara’da camların buzdan kristal çiçeklerle parladığı bir kış günü başladı garip yolculuğuna… Tam 20 yıl, bir zamanlar mağrur, soylu, biraz mahcup, yalnızlığıyla kendi üstüne kapalı, fazlasıyla siyasi o ‘yokuş şehrin’ badem ağaçlı sokaklarında, loş okul kantinlerinde, rutubetli sinema salonlarında, kalabalık tiyatro fuayelerinde, dostlarıyla buluştuğu çay bahçelerinde, pudra kokan kitapçılarında, ıssız parklarında dolaştı durdu. Kolej yıllarında Shakespeare’in hayal gücünü besleyen ‘gerçekçi’ sesiyle tanışınca İngiliz kültürünü ve edebiyatını sevdi. O büyülü andan beri kendisini İngiliz sananlara hiç itiraz etmiyor. Okulu bitirince İtalyan dili ve edebiyatıyla başka coğrafyalara seyahat etmek istedi. Ama kader işte, hocalarından birisinin işgüzarlığı yüzünden yanlışlıkla iktisat okudu. Çok sıkıldı; arkasına bakmadan Fransa’ya kaçtı. Strasbourg Üniversitesi’nde başka bir lisanla, kültürle tanıştı. Bisikletle nehir kenarında dolaştı; öğrenci kahvelerinde özgürlüğün tadını çıkarttı. Paris’e taşındığında, ‘serseri gençlik’ hülyalarını uzatmak istediği için turizm okudu. Haliyle dönünce kendini otel yöneticileriyle toplantı yaparken buldu. Ve elbette yine çok sıkıldı. Sıkıntısını gidermek için dergilerde yazmaya başladı. O işi çok sevdi. Muhtelif dergi ve gazetelerde muhabir, röportajcı, editör, yayın yönetmeni, yazar, yayın direktörü ve danışmanı olarak çalıştı. Hâlâ kelimelerin, okuyanın/yazanın kaderini değiştirebileceğine, edebiyatın insanı ‘iyileştirdiğine’ inandığı için yazıyor. Gelecekte ne olacağını henüz bilmiyor. (http://aesrayalazan.wordpress.com)

--

--