Evelyn Waugh: Bir Avuç Toz

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
Published in
7 min readApr 22, 2018

“Lady Brenda Last, yedi yıldır evli olduğu Tony Last’ten ve aile yadigârı malikânelerindeki günlük hayattan bunalmıştır. Tekdüze yaşantısına Londra sosyetesine katılmakla teselli bulan Brenda, zamanla ailesine sırt çevirip yapmacık bir gençle, John Beaver’la kaçamak yapar. Karısının sadakatsizliğinden başka büyük sarsıntılar da yaşayan Tony Last, her şeyi ardında bırakma kararı alarak uzun, zorlu bir yolculuğa çıkar. Ancak gün geçtikçe kılavuzunu büsbütün kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Frank Kermode, Alexander Woollcott gibi önde gelen eleştirmenlerce yüzyılın en önemli romanları arasında gösterilen, Time dergisinin belirlediği “Yüzyılın İngilizcedeki En İyi Yüz Romanı” listesine dâhil edilen Bir Avuç Toz, benzersiz üslubuyla trajedi, komedi ve taşlamanın harmanlandığı bir roman. Yabancılaşmış bir neslin sorunlarını irdeleyen Evelyn Waugh, toplumu ve tek tek bireyleri bir arada tutan bağların çözülmesiyle gelen üstü örtülü barbarlığı, sakınmasız bir gözle betimliyor.” Bir Avuç Toz’dan bir bölüm sunuyoruz.

“Yaralanan oldu mu?

“Çok şükür olmadı,” dedi Mrs. Beaver, “yalnız iki hizmetçi paniğe kapılıp cam bir çatıdan aşağı, avlunun döşeme taşlarına atladı. Aslında tehlikeli bir durum yoktu. Ne yazık ki yangın yatak odalarına ulaşamadı. Yine de elden geçirilmeleri lazım, her taraf dumandan kapkara olmuş, suya batmış; neyse ki her şeyi mahveden o eski tip yangın söndürücülerden kullanmışlar. Ama şikâyet edemem doğrusu. Salonların içindeki her şey yandı, hepsi sigortalıydı. Sylvia Newport adamları tanıyor. O Mrs. Shutter cadısı pençelerini geçirmeden, bu sabah konuşmalıyım onlarla.”

Mrs. Beaver sırtını ateşe vermiş, sabah yoğurdunu yemekteydi. Yoğurt kabını çenesinin altına tutmuş kaşıklıyordu.

“Bu yoğurt da pek tatsız. Sen de alışsan keşke John. Son zamanlarda çok yorgun görünüyorsun. Ben bunu yemesem günü nasıl çıkarırdım bilmem.”

“Ama anneciğim, senin kadar çok işim yok ki benim.”

“O da doğru çocuğum.”

*

John Beaver annesiyle birlikte, babasının ölümünden sonra taşındıkları Sussex Gardens’daki evde oturuyordu. Mrs. Beaver’ın müşterileri için tasarladığı ağırbaşlı ve zarif dekorasyondan bu evde eser yoktu. Daha büyük iki evin dönem mobilyası denemeyecek, çağdaşlık iddiası ise hiç olmayan, satılamayan eşyaları tıkıştırılmıştı eve. En iyi parçalarla Mrs. Beaver’ın duygusal bağı olan eşyalar üst kattaki L salondaydı.

Beaver’ın kendine ait küçük, karanlık bir oturma odası (zemin katta, yemek odasının arkasında) ve kendi telefonu vardı. Giysileriyle yaşlı sofra hizmetçisi ilgilenirdi. Ayrıca eskiden Beaver’ın babasının giyinme odasında duran iç karartıcı hantal eşyalar koleksiyonunu da parlatıp tuvalet masasıyla şifonyerinin üzerinde simetrik bir düzende tutardı; babasının düğününde ve yirmi birinci doğum gününde hediye edilmiş, pahalı bir Edward dönemi erkeksiliğini çağrıştıran fildişi, pirinç menteşeli, domuz derisi kaplı, armalı ve altın kakmalı eşyalar: yarış ve av mataraları, puro tabakaları, tütün kutuları, losyon şişeleri, işlemeli lületaşı pipolar, kol düğmeleri ve şapka fırçaları.

Hepsi kadın ve biri hariç hepsi yaşlı toplam dört hizmetkârları vardı.

Niçin kendine bir ev açmayıp orada oturduğu sorulduğunda, Beaver bazen orada yaşamasından annesinin hoşlandığını söylerdi (işine rağmen yalnız bir kadındı); bazen de haftada en az beş sterlin tasarruf imkânı sağladığını.

Toplam geliri haftada yaklaşık altı sterlin olduğundan bu önemli bir tasarruftu.

Yirmi beş yaşındaydı. Oxford’dan sonra, büyük buhran başlayıncaya kadar bir reklam ajansında çalışmıştı. O zamandan beri kimse ona yapacak bir şey bulamamıştı. O da geç kalkıyor, günün büyük bölümünde aranmayı umarak telefon başında oturuyordu.

Mrs. Beaver fırsat buldukça bir saatlik bir ikindi arası verirdi. Her sabah tam saat dokuzda dükkânda bulunur, saat on bir buçuğa geldiğinde ara verme ihtiyacı duyardı. Eğer önemli bir müşteri beklemiyorsa iki kişilik arabasına binip Sussex Gardens’a, eve dönerdi. Beaver bu arada giyinmiş olurdu; Mrs. Beaver oğluyla yaptıkları sabah dedikodularına zamanla değer vermeye başlamıştı.

“Akşam ne yaptın?”

“Audrey saat sekizde arayıp yemeğe davet etti. Büyükelçilikte on kişiydik, epey sıkıcıydı. Sonra hep birlikte De Trommet diye bir kadının partisine gittik.”

“Anladım kimi dediğini. Amerikalı. Geçen Nisan yaptığımız toile de Jouy iskemle döşemelerinin parasını ödemedi. Ben de sıkıcı bir gece geçirdim; bütün gece elime tek kâğıt gelmedi, dört sterlin on şilin kaybettim.”

“Zavallı anneciğim.”

“Öğle yemeğine Viola Chasm’deyim. Sen ne yapıyorsun? Burada bir şey hazırlatmadım ne yazık ki.”

“Şimdilik bir şey yok. Brat’e gidebilirim tabii.”

“Çok pahalı ama. Chambers’a söylersek bir şey ayarlar mutlaka. Dışarıda yersin diye düşünmüştüm.”

“Çıkabilirim aslında. Saat daha on iki olmadı.”

(Beaver çoğunlukla son dakikada davet edilirdi; hatta bazen daha sonra, kucağında tepsisi, tek başına yemeğe başlamışken… “John, hayatım, bir terslik oldu, Sonia Reggie’siz geldi. Ne olur imdadıma yetiş. Ama acele et, başlamak üzereyiz”… Bunun üzerine alelacele taksiye atlayıp yemeğin ortasında özür dileyerek boy gösterirdi… Annesiyle son zamanlardaki tek tük kavgalarından biri, Mrs. Beaver’ın verdiği bir öğle yemeği davetini bu şekilde terk etmesiyle çıkmıştı.)

“Hafta sonu nereye gidiyorsun?”

“Hetton’a.”

“Kimdi? Unuttum.”

“Tony Last.”

“Doğru ya. Kadın çok hoş, adam pek tatsız tuzsuz. Onlarla tanıştığını bilmiyordum.”

“Tanışmıyorum aslında. Tony geçen gece Brat’te davet etti. Unutmuş da olabilir.”

“Telgraf çekip hatırlat. Telefon etmekten çok daha iyi. Mazeret ileri sürme şansları daha az olur. Yarın yola çıkmadan hemen önce çekersin. Onlar için yaptırdığım masanın borcunu henüz ödemediler.”

“Brifing versene.”

“Karısını evlenmeden önce çok sık görürdüm. Lord St. Cloud’un kızı, Brenda Rex, çok güzel bir sarışındı, bir sualtı havası vardı. Gençliğinde herkes bayılırdı ona. Bir aralar Jock Grant-Menzies’le evleneceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Ukala Tony Last’e gitti, harcandı. Artık sıkılmış olması gerekir bence. Beş-altı yıldır evliler. Zenginler, ama bütün para evin bakımına gidiyor. Evi ben hiç görmedim, ama devasa ve epey çirkin bir yer olduğunu tahmin ediyorum. En az bir çocukları var, belki birden fazla.”

“Anneciğim, harikasın. Bilmediğin kimse yok.”

“Bu bilgiler çok faydalı. Mesele, insanlar konuşurken dikkatli dinlemek.”

Mrs. Beaver bir sigara içip sonra da arabayla dükkâna gitti. Bir Amerikalı kadın tanesi otuz bir buçuk sterline iki kırkyama yorgan aldı; Lady Metroland banyo tavanıyla ilgili telefon etti; kim olduğunu bilmediği genç bir adam bir minder alıp nakit ödedi; bu olaylar arasındaki sürede Mrs. Beaver iki elemli kızın abajur paketlediği bodruma inebildi. İçeride küçük bir gaz sobası yanıyordu, ama aşağısı soğuktu, duvarlar hep rutubetliydi. Mrs. Beaver kızların epey beceri kazanmış olduğunu memnuniyetle fark etti; özellikle kısa boylu olanı kasaları erkek gibi taşıyordu.

“Aferin,” dedi, “gayet iyi gidiyorsun Joyce. Yakında sana daha ilginç bir iş vereceğim.”

“Teşekkür ederim Mrs. Beaver.”

Mrs. Beaver bir süre daha paketlemede kalmalarının iyi olacağına karar verdi; tahammül edebildikleri sürece. İkisi de yukarıda çalışabilecek şıklığa sahip değildi. Ama Mrs. Beaver’ın sanatını öğrenmek için yüklü bir çıraklık ücreti ödemişlerdi.

*

Beaver telefon başında oturmaya devam etti. Telefon bir kere çaldı, bir ses, “Mr. Beaver?” dedi. “Mrs. Tipping sizinle görüşmek istiyordu efendim.”

Aradaki sessizlik hoş bir beklentiyle doluydu. Mrs. Tipping’in o gün bir öğle yemeği daveti olduğunu Beaver biliyordu; bir gece önce birlikte biraz vakit geçirmişlerdi, Beaver epey gözüne girmişti. Herhalde birisi mazeret…

“Ah, Mr. Beaver, sizi rahatsız ediyorum, çok özür dilerim. Rica etsem dün gece Madame de Trommet’nin davetinde bana tanıştırdığınız delikanlının adını söyleyebilir misiniz? Kızılımsı bıyıklı olan. Parlamentodaydı galiba.”

“Jock Grant-Menzies’i kastediyorsunuz herhalde.”

“Evet, tamam. Onu nerede bulabileceğimi bilmiyorsunuzdur herhalde, değil mi?”

“Rehberde kayıtlı, ama şu anda evde olacağını sanmam. Saat bir civarında Brat’te bulabilirsiniz belki. Çoğu zaman orada olur.”

“Jock Grant-Menzies, Brat Kulübü. Çok teşekkür ederim. Çok naziksiniz. Bir gün beni ziyarete gelirsiniz umarım. Hoşça kalın.”

Telefon daha sonra suskunluğunu korudu.

Saat birde Beaver umutsuzluğa kapıldı. Paltosunu giydi, eline eldivenlerini, başına melon şapkasını geçirdi ve güzelce katlanmış şemsiyesiyle kulübe doğru yola çıktı; Bond Sokağı köşesine kadar tek penilik otobüse bindi.

*

Brat Kulübü’nün zarif George dönemi cephesinden ve güzel lambrili odalarından kaynaklanan antika havası tamamen sahteydi, çünkü savaştan hemen sonra ortalığa hâkim olan dostluk atmosferinde kurulmuş yeni bir kulüptü. Gençlerin şömine karşısında yayılabilecekleri, yaşlı üyelerin sert bakışlarına maruz kalmadan iskambil salonunda gülüp eğlenebilecekleri bir yer olarak düşünülmüştü. Ama şimdi kulübü kuranların kendileri orta yaşa geliyordu; savaştan döndükleri zamankine oranla daha kilolu, daha kel ve daha kırmızı suratlıydılar, ama hâlâ şen şakraktılar ve şimdi erkeksi ve centilmence davranışlardan yoksun olmalarına hayıflanarak sonradan gelenleri utandırma sırası onlardaydı.

Beaver’la barın arasında altı geniş erkek sırtından oluşan bir set vardı. Beaver dış salondaki koltuklardan birine yerleşip tanıdığı birinin gelmesini beklerken New Yorker’ın sayfalarını çevirmeye koyuldu.

Jock Grant-Menzies çıktı aşağıdan. Bardaki adamlar, “Selam, Jock, ne içiyorsun?” ya da sadece, “Ne haber ahbap?” diyerek selamladılar onu. Savaşa katılmış olamayacak kadar gençti, ama bu adamların ona itirazı yoktu; kulübe zaten kabul edilmemesi gerektiğini düşündükleri Beaver’dan çok daha fazla hoşlanıyorlardı ondan. Ama Jock durup Beaver’la konuştu. “Ne haber ahbap?” dedi. “Ne içiyorsun?”

“Şimdilik bir şey içmiyorum.” Beaver saatine baktı. “Ama bir kadeh içme vakti geldi galiba. Konyak-zencefilli gazoz.”

Jock barmene seslendi, sonra Beaver’a döndü:

“Dün geceki partide bana yamadığın kadın kimdi?”

“Adı Mrs. Tipping.”

“Ben de öyle tahmin ettim. Anlaşıldı şimdi. Aşağıda bir mesaj ilettiler; adı ona benzer biri beni öğle yemeğine davet etmiş.”

“Gidiyor musun?”

“Hayır, öğle yemeği davetleri bana göre değil. Zaten yataktan kalktığımda burada istiridye yemeye karar vermiştim.”

Barmen içkileri getirdi.

“Mr. Beaver, geçen ayki hesapta on şilin açığınız görünüyor efendim.”

“Ha, teşekkür ederim Macdougal, bir ara hatırlatıver, olmaz mı?”

“Başüstüne efendim.”

Beaver, “Yarın Hetton’a gidiyorum,” dedi.

“Öyle mi? Tony’yle Brenda’ya selam söyle.”

“Âdetleri nasıl?”

“Sessiz sakin, çok hoştur.”

“Yazmalı oyunlar oynanmaz mı?”

“Hayır, öyle şeyler yok. Komşularla biraz briç, tavla, lowball poker.”

“Rahat mıdır?”

“Fena değildir. Bol içki. Banyo sayısı biraz az. Bütün sabahını yatakta geçirebilirsin.”

“Brenda’yla hiç tanışmadım.”

“Seversin, harika kızdır. Tony Last tanıdığım en mutlu adamlardan biri diye düşünürüm çoğunlukla. Yeterince parası var, evine bayılıyor, deliler gibi sevdiği bir oğlu, vefalı bir karısı var, derdi, tasası yok.”

“Gıpta edilecek bir durum. Başka giden var mı, biliyor musun? Arabayla beni götürecek biri olabilir mi diye düşündüm.”

“Bildiğim kimse yok ne yazık ki. Trenle kolay gidiliyor.”

“Evet, ama arabayla daha eğlenceli.”

“Ve daha ucuz.”

“Evet, daha ucuz mutlaka… neyse, ben aşağıya yemeğe iniyorum. Bir kadeh daha içmez misin?”

Beaver gitmek üzere ayağa kalktı.

“Evet, içerim.”

“Peki öyleyse. Macdougal. Birer tane daha lütfen.”

Macdougal, “Size mi yazayım efendim?” diye sordu.

“Evet, lütfen.”

*

Daha sonra Jock barda, “Beaver’a içki ısmarlattım,” dedi.

“Hiç hoşuna gitmemiştir herhalde.”

“Yüreğine iniyordu. Domuzlar hakkında bir bilgin var mı?”

“Hayır? Neden sordun?”

“Seçmenlerim domuzlar hakkında mektup yazıp duruyorlar da.”

*

Beaver aşağıya indi, ama yemek salonuna girmeden, kapı görevlisine evini telefonla arayıp mesaj var mı diye sormasını rica etti.

“Mrs. Tipping birkaç dakika önce aramış ve bugün öğle yemeğine çağırmış.”

“Kendisini arayıp memnuniyetle gideceğimi, ama birkaç dakika gecikebileceğimi söyler misin?”

Brat’ten bir buçuğu biraz geçe çıktı ve seri adımlarla Hill Street’e yürüdü.

(…)

*Bu okuma parçasının yayını için Everest Yayınları’na teşekkür ederiz.

Evelyn Waugh, İngiliz yazar, Londra 1903-Somerset/Taunton 1966. Gazeteci, yazar, yayıncı Arthur Waugh’un oğlu, Alec Waugh’un kardeşi. Daha çok Oxford’da yetişti, mezhep değiştirerek Katolikliğe döndü. Gazeteciliğinin ikinci aşamasında Daily Miror’un muhabiri olarak Etiyopya’da görev aldı (1935), daha önce ise bir yaşamöyküsü bastırarak 1928, eleştirmen ve inceleyici olarak tanınmıştı.

--

--