Fidel Castro, Frei Betto: Fidel ve Din

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
Published in
12 min readJun 28, 2018

“Bin yıllardır cehalet taraftarlığıyla dokunan ağın altında gizli kalan gerçekler vardır. Devrimin ilk yıllarında, Fidel Castro bunu şöyle belirtmişti: “Bizi yalanla evlendirip onunla yaşamaya mecbur kıldılar. O yüzden gerçekleri duyduğumuzda dünya başımıza yıkılıyor sanıyoruz.” Hıristiyanlar ile Komünistler arasında sıkı politik bağlar kurma olasılığının üzerine örtülen kalın peçe, Fidel’in Brezilyalı Rahip Frei Betto’ya verdiği bu röportajda kalkıyor. Okurun burada üzerine düşünebileceği şey hiç görülmedik, duyulmadık bir olay. Sözcüğün sözlük tanımına bağlı kalarak adlı adınca söylersek, bu röportajı okuyacak kişi “insanları hayran bırakan, doğaüstü sayılan olay”la, yani bir mucizeyle karşılaşacaktır. Komünistlerin inançlı insanlarla anlaşmasının mümkün olmayacağı dogması, zenginlik-yoksulluk veya zulüm-adalet terazisinde yerle bir oluyor. Fidel “somut durumun somut tahlili” ilkesini hassas bir konuda ele alarak, hayata ve teoriye dair ustalığını gözler önüne seriyor. Sosyalistlerin din meselesine bakışı bu kitapta yeni ve şaşırtıcı yollar buluyor. İnsanlığın kaderi için içtenlikle kaygılanan herkesin üzerine derin derin düşünmek isteyeceği bir mesele bu.” Fidel ve Din’den Önsöz ve bir ek bölüm paylaşıyoruz.

Yirmi Yıl Sonra

Frei Betto

Fidel ve Din’in Kasım 1985’teki ilk basımından 20 yıl sonra bu denli güncel olması ilginç. Bu arada bu kitabın öyküsü bir dizi tesadüfi ve beklenmedik olayı kapsıyor. Halen aktif olarak yaptığım gazetecilik, biraderi olduğum Dominken Tarikatı’nda rahip olarak üstlendiğim görevimle tamamen uyum içinde yürüyor. Her ne kadar iş hayatına gazeteci olarak atılmış olsam da Kumandan’la uzun bir röportaj yapma ayrıcalığına sahip olacağım asla aklımdan geçmezdi.

1985’in Şubat’ında Fidel benimle kısa bir röportaj yapmayı kabul ettiğinde ve sonradan Havana’da, gece 11’den sabah 7’ye kadar konuştuğumuzda kendimi çok müteşekkir hissettim. Kübalı lider gece kuşu ve bunun yanında mükemmel bir hatip; sizi muhabbetin içine çekmeyi herkesten iyi biliyor. Hiçbir muhatabını 10–15 dakikalığına kabul etmiyor. Genellikle onlarla saatlerini geçiriyor, mümkünse sabahlayarak. Ziyaretçisinin anlatacağı ne varsa büyük ilgiyle dinliyor. İlgisini çekmeyen hiçbir konu yok. Soru yağmuruna tutuyor, manastırlarda yapılan yemeklerin tarifini istiyor; biraderlerin kütüphanesini, verilen dersleri, İncil’i yayma yöntemlerini veya ziyaretçinin ülkesinin ekonomik problemlerini, tarihini, iklimini, politik manzarasını soruyor. Ve Küba Devrimi’nden, onun kazanımlarından, hatalarından, ilerlemesinden ve kısıtlamalarından asla solcu bir klişe kullanmadan veya Marksizm’in klasiklerinden alıntı yapmadan bahsetme fırsatını kaçırmıyor.

O dönemde niyetim Küba hakkında küçük bir kitap yazmak ve Fidel ile röportajımı önsöz olarak kitaba koymaktı. Bana Kumandan’ın röportaj verme, hele ki özel hayatından bahsetme adetinin olmadığını çoktan söylemişlerdi. Buna rağmen özel kalem müdürü Chomy Miyar’ın evinde sabaha kadar sohbet ettiğimiz o gece bir şey dikkatimi çekmişti. Fidel hem evde hem de La Salle ve Marist biraderlerin okullarındaki Katolik eğitimini coşkuyla ve belli belirsiz bir özlemle anıyordu. Sohbet sırasında söylediklerini bir röportajda tekrarlamaya razı gelir miydi acaba? Bana evet cevabını verdi ve Küba’ya üç ay sonra tekrar gelmemi önerdi.

Laik Devlet ve Parti

Başlangıçta Küba’ya ideolojik nedenlerle yakınlık duymuştum. Devrim zafer kazandığında 14 yaşındaydım. Bir yıl önce sol öğrenci gruplarında politikaya başlamıştım. Bizim Kuzey Amerika karşıtlığımız Sierra Maestra’daki sakallıların Havana’ya muzafferane girişiyle ödüllendirilmişti.

Ardından Vietnam Savaşı ve Brezilya’da CIA’in himayesin-deki askeri diktatörlük (1964–1985) geldi. Asker-polis baskısının kurbanı olarak, 1964’te 15 gün tutuklu kaldım. 1969’dan itibaren, diktatörlüğün peşine düştüğü politikacılara destek oluşum ve militan öğrenciliğim nedeniyle 4 yıl hapis yattım. Bu olaylar, ABD’nin Latin Amerika politikasına olan karşıtlığımı ve Küba halkının kahramanca direnişine olan sempatimi artırdı.

Askeri rejim sırasında Küba, Brezilya’da yasaklanmış bir sözcüktü. Hatırlarım, bir defasında hapisteyken bana bir grup kitap gönderilmişti. Listeye göz atarken bir tanesinin eksik olduğunu gördüm; Kübizim adlı kitap yoktu. Dilekçe verdim ve anlaşıldı ki Küba’yla ilişkili kitaplara izin veremeyecekleri için cezaevindeki sansür kurulu, kitabı aileme iade etmişti.

1979’da Sandinist Devrim içinde yer alan Hıristiyanlar, benim Nikaragua’ya yakınlık duymamı sağlamışlardı. Fidel ile de 19 Temmuz 1980’de orada tanıştık; yazar ve başkan yardımcısı Sergio Ramírez’in evinde, bugün Brezilya’nın başkanı olan Lula ile birlikte. Bütün geceyi koyu bir sohbete dalarak geçirdik ve Kurtuluş Teolojisi’den bahsedince Kumandan’ın şaşırdığını fark ettim. Ona neden Küba Devleti’nin ve Küba Komünist Partisi’nin din referanslı olduğunu sordum. Kullandığım sıfatı duyunca şoke oldu ve “Nasıl din referanslı?” diye tepki gösterdi. “Evet Kumandan, din referanslılar çünkü ateist oldukları resmen ilan edildi. Bir kurumun dinsel niteliği sırf Tanrı’nın varlığını kabulünden değil, aksine inkârından da kaynaklanır. Modernizmin kazanımlarından biri de siyasal partilerin ve devletin laik karakteridir” diyerek karşılık verdim.

Fidel ve Din’in yayımlanmasının ardından Küba Hükümeti anayasada değişiklik yaptı ve komünist önderler de laik bir karakter kazandırmak üzere parti tüzüğünü değiştirdiler. Bu da Küba Komünist Partisi’nin kapılarını dini inancı olan Kübalı-lar’a açtı. O dönemde hükümetle dini yetkililer arasındaki iliş-kilerden sorumlu olan Dr. Carneado’ya açılımın çok sayıda Hıristiyanı partiye çekip çekmediğini sordum. Bana asıl sürprizin pek çok komünist militanın her zaman inanç sahibi olduklarını, artık partiden uzaklaştırılma riski de olmadan, kamuoyuyla paylaşmalarını görmek olduğunu söyledi.

Devlet ve Kilise Arasındaki Sürtüşmeler

1981’de Fidel beni Küba Hükümeti’nin Katolik Kilisesi’yle yeniden yakınlaşması konusunda danışmanlık yapmam için davet etti. General Franco’nun diktatörlüğünün dini kolu olan İspanyol Katolikliği’nin damgasını vurduğu Küba’daki Katolik Kilisesi, II. Vatikan Konsili öncesindeki konjonktürde devrimin olumlu bir okumasını yapacak ipuçlarından yoksundu. Bu yüzden de devrimin, demokrasi kisvesi altında, yerine bir sınıf diktatörlüğünü, yani seçkin sınıfın egemenliğini geçirmek üzere diktatör Fulgencio Batista’yı devirmekle yetinmeyeceğini idrak etmesiyle yeni Küba rejimine muhalif olan ABD’nin, kendini yönlendirmesine izin verdi. Yoksulların haklarına kavuşma vakti gelmişti; bu da okuma yazma oranının artırılması, toprak reformu, kentsel reform, yabancıların gayrimenkullerine el konulması, kumarla fuhşun sonu ve ulusal egemenlik anlamına geliyordu.

Küba’yı Sovyetler Birliği’nin kollarına iten ABD olmuştur. Sierra Maestra’daki zaferden hemen sonra, Fidel’in üstü açık bir arabada New York caddelerini dolaştığını hatırlamakta yarar vardır. 1961’deki Girón Plajı’na yapılan başarısız Domuzlar Körfezi çıkarmasından sonra –Kennedy’nin paralı askerlerinin arasında üç adet rahip de vardı– Küba için, o dönemin çift kutuplu jeopolitiğinin diğer kutbuna bağlanmaktan başka çıkar yol kalmamıştı. Sosyalizmin benimsenmesi devlet ile Katolik Kilisesi arasındaki ilişkinin kopmasına neden olmakla beraber, ibadet yerlerinin kapatılmasına veya kovuşturmalara yol açmamıştır.

Kilise, devrimin halkta bu denli derine kök salabileceğine ihtimal vermemişti. Mülklerine el konulmuş ve okullarının laikleştirilmiş olmasından rahatsız olarak, “özgürlük” ve “demokrasi”nin yeniden ele geçirilmesi için antikomünist bir tutumu benimsedi. Çatışma kaçınılmazdı. Bütün bunlara rağmen, dini özgürlüğün devrim tarafından güvence altına alınması sürdü; hatta Vatikan’la iyi ilişkiler kuruldu. Yine de Katolik ruhban sınıfının karşıdevrimcilerle özdeşleşmesi ve resmen ateist olan bir partinin ideolojik katılığı gerilimlere yol açıp diyalog kurmayı güçleştirdi.

Küba’nın Dindarlığı

Kübalılar son derece dindardır. Halktan kimselerin birincil ideolojisinin dini temalarla örülü olduğu Latin Amerika’da, Küba bir istisna değildir. Rahip Félix Varela ile şair ve devrimci José Martí gibi Küba’nın ilk akla gelen tarihi şahsiyetleri Hıristiyanlıklarıyla, maneviyatlarının derinliğiyle öne çıkıyor. Sierra Maestra’daki gerillalar arasında, sonradan Devrim Komutanı unvanını alacak olan, Guillermo Sardiñas adında Katolik bir rahip bulunuyordu.

Küba’da birinci derecede, Afrika’dan köleler aracılığıyla gelen animizm ve İber Yarımadası Katolikliğinin karışmasının sonucu, Brezilya’dakine benzer, Afro-Hıristiyan bağdaşımı olan Santeria egemendir. Devrim Santeria’yı folklor sayarak onunla birlikte yaşamasını öğrendi. Aynı zamanda Protestanlıktan kaynaklanan kiliselerle de Kuzey Amerikan köklerine rağmen olumlu ilişkiler kurmayı başardı.

Katolik Kilisesi Küba’da asla kök salamamıştır. Devrimden önce, çocuklarını Katolik okullarına gönderecek parası olan seçkinlerin ve orta sınıfın dini adresi olmuştur. Fidel’in röportajda da belirttiği üzere, şehir merkezlerinde çok sayıda kilise olmasına karşın, kenar mahallelerde ve kırsal alanda hemen hiç olmayışından da bu anlaşılabilir. Buna rağmen devrim, Katolik Kilisesi’nin kurumsal ağırlığını asla görmezden gelmemiştir. Kilise’nin güçlü bir simgesel iktidarı vardır. Papalık’ın meşru kıldığı uluslararası bağlantıları, politik ve diplomatik bakımdan dikkate değerdir. Fidel’in Katolik cemaatiyle iyi ilişkiler içinde olmak istemesi bundan kaynaklanmaktadır.

Kırılan Direnç

Kübalı piskoposların muvafakatiyle, Küba’da devlet ve Katolik Kilisesi’nin yeniden yakınlaşması yararına yapacağım çalışmalara başladım. Bu yakınlaşma, kitabın basılmasıyla somutlaştı. Fidel’in bana sözünü verdiği kısa röportaj için hazırlanmış halde, 1985’in Mayıs ayında Havana’ya tekrar geldim. Ancak konjonktür aynı değildi. Miami’de karşıdevrimci topluluk, Küba’ya yayın yapan Radyo Martí’yi devreye sokmuştu. Fidel röportaj yapmak için hevesli değildi artık. Devrime yapılan yeni fiili saldırıyla fazlasıyla meşguldü.

Hemingway’in yaşlı bir balıkçının devasa bir balığı yakalama çabasını anlattığı başyapıtı olan Yaşlı Adam ve Deniz’i hatırladım. Fidel benim yakalamak zorunda olduğum köpekbalığıydı. “Ya şimdi ya da asla” dedim kendime. Bazı fırsatlar hayatta yalnızca bir kez ele geçiyor. Şubat ayında verdiği sözü tutması için ısrar ettim. Fidel direndi, direndi ve nihayet “Bana ne soracaksın?” diye sordu. 60’tan fazla sorudan oluşan bir liste hazırlamıştım. 5. soruya geldiğimizde “Yarın başlayalım” dedi.

Fidel’i pes ettiren neydi? Soruların kapsamı olduğuna inandım. Sorularım teorik meselelere dair değillerdi. Marksizm ve din hakkında spekülasyonlar yoktu. Ne Feuerbach vardı ne de Lenin. Sorularım sözcüğün etimolojik anlamıyla içtendi. Beni Fidel’in ailesinin, eğitiminin, politikasının izlediği yol ve hayatı ilgilendiriyordu. Şimdi bir komünist lider olan (Sierra Maestra’dan sonra ateist olduğunu beyan etmişti ama bana agnostik gibi geliyor.) ve toprak sahibi, Katolik bir ailenin oğlu olarak dini yatılı okullarda on yıl öğrenim görmüş bu adamın izlediği güzergâh neydi?

Kumandan gerçeklikten, tarihi olaylardan ve politik uygulamalardan yola çıkmayı seviyor. Müspet bilimler hariç, teorilerden ve soyut kavramlardan hoşlanmıyor.

Kitabın Yankıları

Kitap Küba Devrimi içinde bir devrimi tetikledi. 300.000 adetlik ilk baskı yeterli olmadı. Kitapçıların kapılarında sonu gelmez kuyruklar oluştu. Yasadışı satışın önlenmesi için polis çağırmak gerekti. Santiago de Cuba’da satışlar başladığında, on binlerce insan meydanda izdihama yol açtı. Küba sosyalizminde din özgürlüğünün bildirgesi işte oradaydı. İlk kez bir komünist lider, dinden olumlu biçimde bahsediyor ve onun gerçekliği değiştirmeye katkı sunabileceğini, bir ülkede devrim yapabileceğini, zulmü yıkıp yerine adaleti tesis edebileceğini kabul ediyordu.

Kitap, nüfusu 12 milyonu geçmeyen Küba’da 1 milyondan fazla satıldı. Dünya solu ve ilerici Hıristiyanlar arasında da ilgi gördü. Fidel ve Din, 32 ülkede en az 23 dile çevrildi. Bir tanesini bile elde edemediğim korsan baskıları yapıldı. İsviçre’nin Almanca konuşulan bölgesinde, kitap tiyatroya uyarlandı ve 1987 yılında yılın en iyi sahne gösterisi ödülünü aldı. Küba’da Rebeca Chávez kitabın hazırlanışına dair, Şu Tükenmek Bilmeyen Umut adıyla şahane bir belgesel yaptı.

Kitabın yankıları, komünist dünyada hemen her zaman çatışma kaynağı olmuş devlet ve din arasında, yeniden bir yakınlaşmaya dönük gayret göstermem için sayısız davet almama neden oldu: Rusya’da, Çin’de, Polonya’da, Letonya’da, Litvanya’da, Doğu Almanya’da ve Çekoslavakya’da bulundum.

Kitaptan yalnızca Küba ve Latin Amerika solu yararlanmadı. Küba Katolik Kilisesi de yararlandı. 16 yıllık aradan sonra Fidel Katolik piskoposlarla yeniden diyalog kurdu ve böylece Papa II. Jean Paul’ün 1998’deki Küba ziyaretinin yolu açılmış oldu.

İlişkilerin Soğuması

Bununla beraber, her şey güllük gülistanlık değildi. 1987’de Katolik Kilisesi’nin Havana’da düzenlediği, yerel bir konsey toplantısına denk düşen Küba Ulusal Ruhban Buluşması’na yabancı rahiplerin de katılmasına rağmen benim davet edilmeyişime Fidel sinirlendi. Katolik hiyerarşi, katılan tüm yabancıların kurum temsilcisi olduğunu iddia etti ki ben hiçbir kurumu temsil etmiyordum.

Hemen arkasından Berlin Duvarı’nın yıkılışı gündeme oturdu. Bu olay, Doğu Avrupa’da domino etkisi yarattı. 1989’un sonlarında Bostonlu Kardinal Law, Küba’da bulunduğu sırada Katolik piskoposları ruhsal inzivaya çağırdı. Onlara Polonyalı piskoposların örneğini izlemelerini öğütledi. Küba sosyalizmi yakında çökecekti ve piskoposlar, yeni zaman Musa’ları gibi, zulümden demokrasiye geçişte halka rehberlik etmeye hazır olmak zorundaydı. İnziva sona erdiğinde piskoposluk, Fidel’e, devrime yönelik sert eleştiriler içeren bir mektup gönderdi.

Kumandan’ı sinirlendiren mektubun içeriği değildi. Mart 1990’daki Brezilya ziyareti sırasında bana hiçbir zaman piskoposların devrim karşısındaki eleştirel konumuna dair hayallere kapılmadığını söyledi. Onu rahatsız eden piskoposluğun mesajını şahsen vermemiş olmasıydı; oysaki doğrudan diyalog kanalları açıktı. O andan itibaren Fidel’in her zaman hayranlık duyduğu Papa II. Jean Paul’ün ziyaretine dek kapılar bir kez daha kapanmış oldu.

Gelecekteki Zorluklar

Bugün Küba’daki Katolik cemaati daha fazla özgürlüğün tadını çıkarıyor. Hapiste ne bir rahip ne de dindar biri var. Tam tersine, mahkûmların rahiplik hizmeti alma hakları var. Yeni tarikat ve cemaat üyeleri adaya geliyor. Katolik bayramlar kamusal olarak kutlanıyor. Katolik yayımlar ortalıkta dolaşıyor. Teoloji kitapları herhangi bir güçlükle karşılaşmadan Küba’ya giriyor.

Gereken şey piskoposların, sosyalizmin Tanrı’nın Krallığı’na giden yolda zorunlu bir aşama olduğunu anlamaları. Onu kutsallaştırmaları değil, onu dinleştirmeleri hiç değil. Ancak devrimin üstünden neredeyse 50 yıl geçtikten sonra, sosyalizmin Küba tarihinde istenmeyen bir parantez olduğu fikrinden kendilerini kurtarmaları gerekli. Çünkü bu gözle bakıldığında kapitalizm, Kilise’nin prensipleriyle daha çok örtüşen bir sistemmiş gibi görünüyor; özellikle de Kilise’nin kapitalist ülkelerde yoksulları dışlayarak tamamen özelleştirdiği eğitim, sağlık ve diğer hakların dinselleştirilmesine ve bu bağlamda mülk edinmeye imkân verdiği için.

Katolikler’in karşı karşıya bulunduğu meydan okuma İncil’i rejim karşıtı olarak veya sistemin dışında kalarak değil, sosyalizm içinde vazetmektir. İsa işine gelen bir gerçeklikte vücut bulmadı. 1. yüzyıldaki Filistin, Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyetindeydi, İsa’ya ters düşen bir konjonktürden geçiyordu. Bunun kanıtı da İsa’nın iki politik güç tarafından mahkûm edilip öldürülmüş olmasıdır.

Hıristiyan İncil’i vazetmek için şu veya bu sosyal düzeni seçmez. Kapitalizmi şeytanlaştırmak veya sosyalizmi takdis etmek ya da tam tersini yapmak ona düşmez. Tanrı’ya olan taahhüdünü en yoksulların safında olarak yerine getirmek zorundadır. Hangisi olursa olsun eğer bir devlet halkın yanındaysa, Kilise ile ilişkileri iyi olacaktır. Eğer devlet halkını eziyorsa Kilise bunu peygamber tavrıyla ifşa etmek ve ezilenlerin yanında adalet uğruna savaşmak zorundadır.

Maalesef genelde olan tam tersidir. Katolik Kilisesi öncelikle en yoksulların özgürleştirici hizmetkârı olan İsa gibi davranmayı değil, malını mülkünü, haklarını ve ayrıcalıklarını düşünmektedir. Latin Amerika’da istisnalar vardır, özellikle de Hıristiyan Taban Cemaatleri ve Kurtuluş Teolojisi’nin, kardinallerle piskoposları, papazlarla kilise çalışanlarını haksızlığa uğrayanlar için kendilerini riske atmaktan korkmadan onların yanında yer almaya sevk ettiği Brezilya’da.

Tüm bu nedenlerle Fidel ve Din, ilk basımından 20 yıl sonra da güncel bir kitaptır. Kumandan, dini eğitimini ve politik inançlarını Marksizm ve Hıristiyanlık arasındaki ilişkinin üstünde tutarak çocukluğuna ve gençliğine dair bu denli ayrıntılı hiç konuşmamıştır.

Sandinist Devrim başarısız olmuş ve Berlin Duvarı yıkılmış olsa bile, bu eser sosyal adalet için uğraşan tüm Hıristiyanlar ve de tüm ateistler ile komünistler için bir referans olacaktır.

Bu eser, sol görüşlü kadın ve erkeklerin önyargılarını, Hıristiyanların korkularını boşa çıkarmaya yardım edecek bir kitaptır. İnsanlığı sefalet ve yoksulluktan, zulüm ve eşitsizlikten kurtarmanın, aşkın bir inancımız olsun ya da olmasın hepimizin etik ve ahlaki ödevi olduğunu kavramayı sağlayacak bir kitaptır. Bizi özgürleştiren ve insanlaştıran, insana olan inancımızdır. Tanrı’nın İsa aracılığıyla gösterdiğidir. Ve bu inancı esere dönüştürmenin tek yolu vardır, o da “Göklerdeki Babamız bize gündelik ekmeğimizi ver” diye seslendiğimizde bunun hakikaten gerçeğin bir ifadesi olması için, tüm insanlık ailesinin onuruyla yaşaması için gereken şartları yaratacak olan sevgidir.

7 Ekim 2005, Sao Paulo

Küba Basımına Ek

Armando Hart

Bin yıllardır cehalet taraftarlığıyla dokunan ağın altında gizli kalan gerçekler vardır. Devrimin ilk yıllarında, Fidel Castro bunu şöyle belirtmiştir: “Bizi yalanla evlendirip onunla yaşamaya mecbur kıldılar. O yüzden gerçekleri duyduğumuzda dünya başımıza yıkılıyor sanıyoruz.”

Hıristiyanlarla komünistler arasında sıkı politik bağlar kurma olasılığının üzerine örtülen kalın peçe, Fidel’in Brezilyalı Dominiken Rahip Frei Betto’ya verdiği bu röportajda kalkıyor. Kübalı okurun bu kitabın ikinci bölümünde okuyabileceği ve üzerine düşünebileceği şey ise hiç görülmedik, duyulmadık bir olay. Sözcüğün sözlük tanımına bağlı kalarak adlı adınca söylersek, bu röportajı okuyacak kişi “insanları hayran bırakan, doğaüstü sayılan olay”la, yani bir mucizeyle karşılaşacaktır.

Derin bir Hıristiyan inancı olan militan Katolik ile ilkelerinden ödün vermemesiyle tanınan bir komünist önder etraflıca konuşabilecekleri bir konu buluyorlar ve dahası da var; fikir alışverişi bittiğinde kendi kanaatlerinin daha da güçlendiğini ve günlük politik mücadele içinde ilişkiyi yoğunlaştırıp sağlamlaştırmaya daha istekli olduklarını hissediyorlar. Üstelik her ikisi de savlarını Hıristiyanlığın ve Marksizm’in asıl kaynaklarına dayandırıyorlar ki bu belki araştırmacıların ilgisini en çok çekecek taraf olabilir. İkisi de ilkelerinden bir gıdım ödün vermiyor. Ahlak, güncel ekonomik-politik sorunlar ve daha iyi bir dünya uğruna mücadelede Hıristiyanlarla komünistleri birleştirmenin gereği gibi son derece önemli konularda birbirlerini içtenlikle anlıyorlar.

Buna rağmen, kastedilen birlik, savaş taktiği bağlamında bir birlik değil. Basit bir politik ittifak ya da konjonktürel bir mesele, mevzu bahis değil. Elbette tanımı gereği öyle ama burada etik veya ahlaki düzlemde Hıristiyan olsun, komünist olsun, yoksulları savunan insanın rolüne dair kurulan bağ, stratejik bir ittifakın kalıcı ve sürekli karakterine sahip. Sağlam ahlaki, politik ve toplumsal temelleri olan bir öneri söz konusu. Ve bu da insanlığın düşünce tarihinde başlı başına aşkın bir olay. Ezilenleri, sömürülenleri savunan ve özgürlük uğruna mücadele veren savaşçıları bir araya getiren insancıllıkla dolu satırlara düşülen etik-ahlaki kayıt, dikkati çekiyor.

Bu mucize neden gerçekleşebildi? Sosyal bilimciler, felsefeciler, teologlar ve farklı ülkelerdeki geniş bir entelektüel kesimin bu soruyu kendisine sorması gerekir. Ayrıca, Hıristiyanlar da inançları gereği aynı soruyu kendilerine sormaya mecbur hissedeceklerdir herhalde. Marksist-Leninistler de bu soruyu sormaktan kendilerini alıkoyamayacaklardır. Bu basımın ithaf edildiği Küba halkı bir devrim yaptı ve Fidel’i gayet iyi tanıyor; neyin ne olduğunu iyi biliyor.

Gericilerin dillerine pelesenk ettiği Hıristiyanlarla komünistlerin anlaşmasının mümkün olmayacağı dogması, her iki doktrinin özünün kavranmasıyla yerle bir oluyor. Marksizm-Leninizm özünde dogma karşıtıdır. Lenin’in “Hayata, uygulamaya dair bakış açısı, bilgi teorisinin temel ve birincil bakış açısı olmalıdır” sözüyle formüle ettiği ilkeye bağlıdır. Fidel bu ilkeyi modern dünyada, sıra dışı bir ustalıkla uygulamıştır.

Uygulamaya dair bakış açısı bu kitapta gösterilmiştir. Dine ve Tanrı’ya dair düşünceleri ne olursa olsun, halkların iyiliği için savaşan herkes arasında karşılıklı ve insancıl bir anlayışın doğma olasılığına ve bunun aciliyetine işaret edilmiştir.

Fidel’in felsefesinin sonuçlarını bir kez daha takdir etmek için burada öne sürdüklerinin tüm devrimci hayatı boyunca ona eşlik eden, gitgide daha geniş ve derinlemesine ortaya koyduğu ve bir ihtimal şimdi tüm zenginliği ve kavramsal olgunluğu içinde somutlaşacak fikirleri olduğunun altını çizmek yerinde olacaktır. 1971’de Şili’deki Katoliklere yaptığı konuşmasını, 1977’de Jamaika’daki din adamlarıyla olan buluşmasını ve devrimin ilk yıllarındaki “Yoksullara ihanet eden, İsa’ya ihanet eder” sözünü hatırlayalım.

Bu metinde Fidel Castro’nun etik donanımının önemli kökenleri bulunabilir. Küba’nın en iyi Katolik okullarında gördüğü ilk ve orta öğreniminin onun üzerinde bıraktığı etkiler gözlemlenebilir. Elbette bu donanıma bize geçmiş yüzyıldan devrolan ve Luz Caballero, Varela ve hepsinden önemlisi Martí’nin tarihsel önemdeki ahlaki mesajlarında en yalın ifadesini bulmuş olan gelenek de dahildir. Bu etik unsur belki de diyalogun en önemli yönlerinden biridir.

Daha düne kadar birbirini anlamaktan acizmiş gibi görünen güçler arasında kapsamlı bir fikir alışverişine, hem de yalnızca taktik ve politik bir düzlemde değil, aksine stratejik ve ahlaki bir düzlemde de işte böyle başlandı. Çalkantıların hüküm sürdüğü Latin Amerika, öyle veya böyle yaşanacak kaçınılmaz değişimlerin bir ilanı sayılabilecek, derin bir ekonomik, politik ve toplumsal krizin, kültürel ve manevi hayatın her katmanına yansıdığı bir kıta olduğu için burada başlandı. Küba Devrimi bu topraklarda sosyalizm için, onun özüne ve köklerine inmeyi sağlayan bir yolu zaten açmış olduğu, meseleye yaptıkları ve yapmakta oldukları katkı inkâr edilemez olan Nikaragua Devrimi, halihazırda El Salvador’da ve diğer ülkelerde yaşanan olaylar, ayrıca da Katolik Kilisesi’nin bir bölümü ve diğer Latin Amerikan ve Karayipli Hıristiyan akımların, kendisi yeni ama kökenleri kadim bir yaklaşımı; yani inananların toplumsal ve politik sorunlar karşısında üstleneceği rolü ve misyonu ortaya koyması sayesinde bu diyalog Latin Amerika’da başladı.

Düşüncenin ve duygunun en önemli tarihsel yönlerinden ikisi, insanın gelişimine karşı duranlarca uzlaşmaz gibi sunulan Hıristiyanlık ve Marksizm bu kitapta, anlayışa giden yeni ve şaşırtıcı yollar buluyor. İnsanlığın kaderi için içtenlikle kaygılanan herkesin üzerine derin derin düşünmek isteyeceği kesin olan bir mesele bu.

Çevirmen: Özgül Erman
*Bu okuma parçasının yayını için Ayrıntı Yayınları’na teşekkür ederiz.

--

--