Gülşah Elikbank: ‘Sıradan hayatın perdesini kaldırıyorum ve aynı anda başka bir hayatın yaşanıyor olabileceğini söylüyorum.’

Söyleşi: Murat Hocaoğlu

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
11 min readJul 23, 2018

--

Gülşah Elikbank’ın yeni fantastik romanı hakkında İnci Aral’ın yazdıklarından alıntılıyoruz: “Rüyalar, Tanrı’nın insanlarla konuşma yolu olabilir mi? Peki ya Evren, Tanrı’nın rüyasından ibaretse?İnsan uyurken mi hayattadır, hayattayken mi rüyada? Bir lanetle, kaderle, gölgelerle ve rüyalarla boğuşan Nina’nın sürükleyici macerasına sahne olan Uykusuzlar, fantastik dünyaların felsefeyle yoğrulduğu bir aşk hikâyesi… Romanın özeti ve sorduğu evrensel değerdeki soru ise şu: Hepimiz aynı rüyayı görebilsek, dünya daha güzel bir yer olabilir mi?”

Kitabınızın dördüncü bölümü, bir epigrafla başlıyor: “Gerçek hayatımız, uyandığımız rüya âlemidir.” (Thoreatu) Uykusuzların okuru çağırdığı eşik burası mı? Gücünü buradan mı alıyor?
Çıkış noktalarından biri bu cümleydi, diyebilirim. Sufiler ve aynı zamanda İslam dini sadık rüyalara yani kehanet içeren rüyalara zaten inanmaktadır. Kuran’ı Kerim’de birçok ayet vardır ki, görülen rüyalar ve sonra onların gerçekleşmesi ile ilgilidir. Fakat ben rüyalara farklı bir yerden bakıyorum. Sadece kehanet içeren rüyaları değil, bilinçli görülebilecek rüyaları da inceliyorum. Bize sunulan bu hayat mı gerçek yoksa başka bir gerçeklik de mümkün mü? Hayat, sadece göründüğü kadar mı, görünenler aslında rüyadan mı ibaret? Gerçeğin, hayatın sınırı ne? İşte bu sorular, romanın çıkış noktası.

Kitabınızı henüz okumamış okurlarımız için biraz anlatır mısınız? ‘Uykusuzlar’ nasıl bir hikâye ve sizin zihninize düşüşünden kitap olarak yayınlanana kadar neler hissettiniz, yaşadınız?
Sonuçta Uykusuzlar bir kişisel gelişim kitabı değil, bir roman. Yani sırtını dayadığı bir öyküsü var. Fakat başrolde insanlar değil, rüyalar var. Ben rüya konusuyla yıllardır ilgiliyim, bu konuda bir roman yazmayı hep düşünüyordum fakat nasıl yazmam gerektiği konusunda kararsızdım. Sonunda hikâyeyi 1946 yılında başlatmaya karar verdim ve her şey oradan devam etti. Benim için çok özel bir roman oldu. Bildiklerimin birçoğunu romana yazmadım elbette çünkü o zaman romanın sınırlarını aşardım. Belki onu yıllar sonra yazarım.

Önceki kitaplarınızdan biraz bahsedebilir misiniz? ‘Aşkın Gölgesi’ dışında bütün kitaplarınız fantastik edebiyat kapsamındaki eserler. Siz kendinizi bu roman türünün neresinde görüyorsunuz? Bu kitapları yazmak için kurduğunuz dünya, karşılığını buldu mu?
Aşkın Gölgesi, 13 yaşında şahit olduğum gerçek bir kürtaj vakasının izlerini süren bir romandı. Beni çok zorlayan, çok hüzünlendiren bir öyküydü. O romanı yazarken fark ettim ki, ben gerçekleri olduğu gibi kaleme alırken mutlu olamıyorum, özgür de olamıyorum. Bunları anlatmanın başka bir yolu olmalı. İşte o da benim için fantastik kurgu… Günebakan Üçlemesi’nde yarattığım kasaba, birçok okurumun gecelerce rüyasına girmiş. Demek ki anlattığınız öykü ve onun içinde nefes alan karakterler, gerçekten daha gerçek olabiliyor.

‘Uykusuzlar’ benim ilk okuduğum Gülşah Elikbank romanı. ‘Uykusuzlar’ özelinde şunu söylemek isterim; bu farklı bir fantastik roman. Ne tümüyle bu dünyanın dışında kurgulanmış bir yalan gerçekliğin romanı, ne de insanlar tanımadığımız bir dünyadan konuşuyorlar. Fantastik romanlardaki genel tavrın aksine, insanları tanıyoruz, bizim gibiler ama yerel söylem ve duyguları abartarak da kurmamışsınız karakterlerinizi ve romanınızı… Ne söyleyebilirsiniz, siz bu ‘tür’ romanının hangi eğilimlerine yakın hissediyorsunuz kendi yazarlığınızı?
Günebakan Üçlemesi de bu dünyanın içindeydi. Kahramanı Nil, 18 yaşında, sokakta her an rastlayabileceğiniz bir genç kızdı. Yani ben, bu dünyanın içinden beslenen romanların tarafındayım. Sadece yaşadığımız sıradan hayatın perdesini kaldırıyorum ve başka bir hayatın, aynı anda farklı bir boyutta yaşanıyor olabileceğini söylüyorum. Sınırları gevşetiyorum, hayalle gerçeği iç içe geçiriyorum. Zaten neyin gerçek olduğunu kim bilebilir ki? Belki de her birimiz, kendi yaşantımız içinde, bir diğerine olağanüstü gelebilecek şeyler yaşıyoruz ve bunları kendimize saklamayı tercih ediyoruz. Hayatın kendisi yeterince fantastik değil mi? 28 yaşındaki bir metropol kadını ne kadar mutsuz ve umutsuzsa Uykusuzlar’ın kahramanı Nina da o kadar tükenmiş durumda. Sevgisizlik ve inançsızlık bu dünyanın en önemli sorunlarından ve Nina da bunları iliklerine kadar hissediyor.

Rüyalar İslami ve yerel çağrışımlarla yakın, Türkçe konuşunca yakalanmamak mümkün değil gibi. Siz buna yakalanmamayı nasıl başardınız?
Çünkü sırtımı dayadığım yer, evrensel sorunlardı. Felsefenin de yıllardır yanıt aradığı birçok soruyu yerelden çıkarıp evrensel gerçekliklerle yorumladım. Rüya konusuna da bu açıdan, özellikle de bilinçli rüya görme üzerinden yaklaştım. Birçok eski kabile için rüyalar bir bilim dalıydı. Yurtdışında da rüyalar bizden farklı ele alınıyor. Biz ise hala uyku problemleri ile uğraşıyoruz. Konunun önemini kavramış değiliz. Oysa dediğiniz gibi İslam da rüyaların önemine işaret eder.

Farklı hayatın hikâyesinin kahramanlarından biri, Nina şöyle diyor: “Bana insanların tek derdi sahip olmak gibi geliyor. Dünyaya, içindeki tüm canlılara, tabiata, evrendeki her bir gezegene, içinde soluk alıp veren ne varsa, hatta tüm maddelere… Bunun sonu yok, sürekli istiyorsunuz.” Fantastik edebiyatın bütün o hoş gürültüsü, kurulan yıkılan öte dünyaların tek nedeni içinde yaşadığımız dünyayı sorgulamak mıdır? Sıradan hayatımıza bakmak için mi başka sıra dışı hayatlar uydurur fantastik edebiyat yazarı?
En azından ben öyle yapıyorum. Yazdıklarım birer isyan metni aslında. İnsanları sarsmak için, fantastik dünyanın gizemini kullanıyorum. Çünkü her insan dışarıdan kendisine daha objektif bir gözle bakabilir. “Orası başka bir dünya”, “onlar biz değiliz”, duygusuyla kendisiyle daha kolay yüzleşebilir ve bunu ancak romanı bitirdiğinde fark edebilir. Benim için de aynı durum geçerli. Yani ben de fantastik bir evrende buradakinden daha özgür yazabiliyorum.

Yine romanınızdan kopya çekeceğim; “Sizi hayvanlardan ayıran özelliğinizin düşünebilme ve konuşabilmeniz olduğunu mu sanıyorsun? Bundan çok daha fazlası var; sizler olmayan bir şeyi hayal edebilirsiniz ve hayallerinizi gerçekleştirebilirsiniz. Dünyada bir hayal gücünün, bir de kör inancın gücünden korkmak gerekir.” Şimdi başka bir yere geldik… Fantastik edebiyatın tutkulu okurları bu inancın mı peşinde? Hayal gücüne tutkuyla inanmak bu dünyayı değiştirebilme umudu mu veriyor?
Elbette. Ben her şeyin bir hayalle başladığına ve başlayabileceğine inanıyorum. Bu dünya, Tanrı’nın hayali olabilir mi mesela? Şu an icat edilen birçok icadın ilk önce hayal edilmediğini söyleyebilir miyiz? Dikiş makinesi bir rüya sonucu icat edilmiştir mesela. İnsan olarak iki ayrı güce sahibiz, hayaller ve rüyalar… Sonuçta hayal gücü, zihnin özgürce oyun oynamasıdır.

İnsanların fantastik edebiyata duyduğu tutkulu bağı neyle açıklıyorsunuz?
Özgürlük tutkusuna ve hayatın sahteliğini, özellikle birçok genç okurun çok çabuk fark etmesine bağlıyorum.

Fantastik edebiyatın gücü –sizin için- nereden geliyor? Bu dünyaları, bu tür bir ‘akış’ı tasarlamak ve okurla paylaşmak sizin dünyanızda neyi değiştiriyor?
Benim bakış açımı değiştiriyor her şeyden önce. Her şeye daha geniş açıdan bakabiliyorum. Olayları, kişileri, duygularımı bile daha derinlemesine anlayabiliyorum. Ursula Le Guin’in dediği gibi, insanlar fantezideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit olduğunu bilirler ve o nedenle fanteziden korkarlar. Ben ve okurlarım, hatta tüm fantastik roman okurları, bu korkunun üzerine gidiyoruz.

“Bence yaratıcımız aşkı insanoğlunu ıslah etmek için yarattı. Çünkü ben, astığım astık kestiğim kestik diyen nice yiğidin, aşk karşısında el pençe divan durduğunu, bir kadının tek bir sözüyle kılıçlarını bıraktıklarını ve ağladıklarını gördüm.” ‘Uykusuzlar’ çok rahat söyleyebiliriz ki, aynı zamanda bir aşk romanı. Aşk, sizin romancılığınızda ne kadar var?
Aşk, yaşamın içinde ne kadar varsa, benim romancılığımın içinde de o kadar var. Yani yaşanan her şeyin arka planında, o var. İtici bir güç belki de. Yaşamı ve mücadeleyi anlamlı kılan en özel duygu değil mi, aşk?

Rüyalar yoluyla ilerleyen, kahramanların zihnine rüya ile müdahale etme hikâyelerinin peşi sıra ilerlediği bir roman ‘Uykusuzlar’. Ama asıl meselesinin aşk olduğunu düşünüyorum. Peki, aşk, size göre zihin oyunlarının bir tezahürü mü?
Aşkı bilimsel olarak incelemeye başladığınız an, o aşk biter. Çünkü aslında bunun kimyasal bir durum olduğunu bilirsiniz. Ama orada bir durmak lazım. Ben yaşanan duyguları sorgulamaktan yana değilim. İnsanın ayağını yerden kesen kaç “an” var hayatında toplasanız? Neden aşkın büyüsünü onu düşünerek ve sorgulayarak bozalım ki?

Fantastik edebiyat eserlerinin aşka yaklaşımının daha coşkulu olduğu söylenebilir mi? Gerçeklik dışı bir dünyanın, gerçeğin ta içinde ama tanımlanması hala mümkün olmamış bu duyguyu içermesi daha mı görkemli?
Ben gerçek hayatta Jane Austen’ın yarattığı muhteşem Mr. Darcy’i de pek görmedim. Romanlar gerçekleri yüceltebilir, duyguları daha yoğun gösterebilir. Bu romanın türüyle ilgili değil bana kalırsa, genel olarak edebiyatın ruhuyla ilgili. Roman okumamızın nedenlerinden biri de bu değil midir? Bazı yazarlar fantastik kurguda aşkı değil savaşı tercih edebilir. Oysa aşk en büyük savaştır. İlk romanım Siyah Nefes’in başlangıç cümlesidir bu, Ovidius’un sözü: Her âşık bir savaşçıdır.

Önceki kitaplarınızda da rüyalar var ama ‘Uykusuzlar’ neredeyse tamamen rüyalar üzerine kurulu… Rüya temasının tüm bir romanı kapsaması fikrini nasıl planlandınız?
Evet, üçlemeyi yazarken de rüyalardan epeyce yararlanmış ve bu konuda bir roman yazacağımın ipucunu vermiştim sanırım. Rüyaları bir şekilde anlatmak zorundaydım ama bunu nasıl yapacağım sorusu benim için çok önemliydi. Sonunda insanın evrende yalnız olmadığı duygusundan hareketle, Uykusuzlar ırkını yarattım.

Sizin anlatımınızla, “Uykusuzlar, fantastik karakterler. Rüyalarımıza sızan, gerek görürlerse onları değiştiren, insanlığı ilgilendiren mühim rüyaların görülmemesi için rüyalarda düzenlemeler yapan farklı bir ırk.” Bu ‘ırk’ı yaratırken nasıl kimlikler olmasını istediniz? Uykusuzlar, bu dünyadan en çok hangi konuda farklı?
Bir kere yarattığım tüm ırkların, düşünceleri, duyguları kolaylıkla tahmin edilebilir. Yani insanlar gibi karmaşık dürtüleri yok. Her ırk neyse, o. Onları harekete geçiren şeyler daha belirgin, daha keskin kararları var. Uykusuzlar barışçıl bir topluluk ama insanlarla ilişkiye girdikten sonra, onların da kafası karışıyor.

Usta, Ares’e rüyaların haritalarımız olduğunu söylüyor. “Gerçeğin ve belki de yüce yaratıcıya ulaşmanın yolunu gösteren tek harita. Rüya gerçekliğin iplerini çözer, bir başka dünyanın kapısını açar ve farklı bir hayatın hikâyesiyle insanı tanıştırır.”Rüyalarla ilgili felsefi bir tartışma romanınızın belkemiği… Siz işin psikiyatrik ve bilimsel tarafı ile ilgili ne gibi çalışmalar yaptınız?
Bu konuda bulabildiğim kadar çok kaynak okudum. Ama zaten rüya konusunda da benim aradığım tarzda çok az kaynak var. O nedenle ağırlığı felsefe ve psikoloji okumalarına verdim. İslam dininin, Sufi inancının ve materyalistlerin görüşlerini de araştırdım tabii. Jung ve Freud’un çalışmaları da önemli bir çıkış noktası oldu.

Her romancı, romanının içeriğiyle ilgili araştırma yapar ama siz bunun ötesine geçmişsiniz diyebiliriz sanırım… Rüyalarla ilgilenmeye bu romanla mı başladınız yoksa kişisel gündeminizde bu konu var mıydı?
Çocukluğumdan beri. Hep rüyaları neden gördüğümüzü ya da gördüğümüz bir rüyanın nasıl olup da gerçekleştiğini düşünürdüm. Bu işin duru görü, uyarıcı rüya kısmıydı ama araştırmalarım beni bilinçli rüya görmenin de mümkün olduğu sonucuna götürdü. İşin bilimsel tarafı da bu zaten. Yoksa bilim, uyarıcı rüya kavramını zaten kabul etmiyor.

Bir söyleşide şöyle diyorsunuz; “Rüyaları ciddiye almakla başlar. Bunun anlatımı da, uygulaması da zordur aslında. Mesela bir korkum var, 0–6 yaş bilincin erişemediğim korkular, şu anda hayatımı yönetiyor mesela. Yani 0–6 yaş aralığında yaşadığın acıyı hatırlamıyorsun, ancak rüya ile erişmek mümkün. Çünkü o acı, o korku bilinçaltında sabit duruyor.” Kişisel bir yoğunlaşmadan mı söz ediyorsunuz yoksa psikolojik bir terapi sürecinden mi?
İkisi de olabilir tabii. Ama tercihen kişisel yoğunlaşma daha doğru. Freud, bilincin erişemediği anılara rüyaların sahip olduğunu söyler. 0–6 yaş arası kişiliğimizin ve korkularımızın şekillendiği yaş aralığını çoğumuz hatırlayamayız ama rüyalarımız onları bulup çıkarır. Zaten bilinçli rüya görmenin en güzel yanı da bu. Ne aradığınızı bilirseniz, onu daha kolay bulursunuz.

Posta Gazetesinde Nar Güneş Kılıç ile bir söyleşi yaptınız. Bu söyleşide, ‘bilinçli rüya’ görmenin mümkün olduğundan bahseden, rüyaları kontrol etme yollarından bahseden bir figürle karşı karşıya geldik. Bu söyleşiden memnun musunuz? Bir tür ‘rüya terapisti’ gibi bir algı doğmasından çekinmediniz mi, romancı kimliğinizin önüne geçebilecek?
Röportajlarda bazı cümlelerin alıntılanması yanlış yorumlara yol açabiliyor. Oysa ben Uykusuzlar romanımda da, birçok röportajımda da rüyaların kişiye özel olduğunun altını çizdim. Rüya tabirini ancak kişinin kendisi yapabilir. O nedenle herkes kendi rüyalarının alfabesini öğrenmek zorunda. Ben de kendi rüyalarım dışında kimsenin rüyasını yorumlamam zaten. Gelip rüyalarını anlatanlar oluyor elbette ama aradıkları yanıtlar bende değil, onların kendi zihninde.

Kahramanınız Ares şöyle diyor: “Rüyalar senin zihninin şifrelerini gizler. Şifreler metaforlardır ama sen uyandığın zaman sadece bir bardak hatırlarsın. Oysa yalnızca bilinçaltın, onun gerçekte ne olduğunu bilir, şifreyi o bilir. Bu şifreleri ele geçirirlerse, bilinçaltını da ele geçirirler. Seni çok kolay yönlendirirler.”Bu bir yandan müthiş bir polisiye fikrinin de ipucu. Mesela sizin kitabınızla aynı dönemlerde çıkan Ünver Alibey’in ‘Serseri Mayın’ romanı bu fikrin polisiye tarafına yaslanmış. Sizin romanınız aşka ve felsefeye yaslanmayı tercih etmiş ama polisiye bir gerginlik içerdiğini de söylemek mümkün. Ne dersiniz?
Bu tespitiniz çok ilginç çünkü ben ilk olarak yazmaya, on üç yaşımda polisiye öykülerle başladım. Fakat başlamamla bitirmem bir oldu zira öğretmenim durumdan hiç hoşlanmamıştı. Yine de yazdığım her romanda gizemler, bilmeceler, küçük oyunlar ve şaşırtmacalar var, bu da sanırım polisiye yazma dürtümden kaynaklanıyor.

‘Edebiyat konseptli’ bir otel işletiyorsunuz. Çok bahsettiniz biliyorum ama doğrusu çok da üstünde konuşmaya değer bir konu. Anladığım kadarıyla 15 odanın her biri bir yazarın izlerini taşıyor, odalarda yazarların özel eşyaları ve el yazmaları var. Bu otelden ve konuklarınızla neler yaşadığınızdan bahsedebilir misiniz?
Edebiyatımızın 15 farklı ismine ithaf edilmiş bir otel bizimki. Kendine has bir ruhu olan, yakın gelecekte bir müze otel olma yolunda emin adımlarla ilerleyen bir yapı aslında. Koridorlarda kulağınıza her an Sabahattin Ali’nin ya da Tanpınar’ın sesi, cümleleri gelebilir. Konuklarımız yaz aylarında yurtdışı ağırlıklı oluyor. Kış aylarında ise, İzmir fuar alanına çok yakın olduğumuz için iş dünyasından insanları ağırlıyoruz. Bazen sadece konsepti görmeye, yaşamaya gelen konuklar da oluyor. Yazarlarımız, edebiyatçılar da İzmir’e geldiklerinde mutlaka bize uğrayıp bir kahvemizi içiyorlar.

Uykusuzlar / Yazar: Gülşah Elikbank / Fantastik Roman / İthaki Yayınları / Yayına Hazırlayan: Yankı Enki / Düzelti: Alican Saygı Ortanca / Kapak Tasarımı: Şükrü Karakoç / 1. Baskı Ekim 2013 / 200 Sayfa

Gülşah Elikbank; internet sitesinde ( www.gulsahelikbank.com ) kendini şöyle anlatıyor: “1980 yılında İstanbul’da dünyaya geldim. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde lisans eğitimimi tamamladım. Ardından yüksek lisans eğitimimi Marmara Üniversitesi’nde Yönetim ve Çalışma Psikolojisi üzerine yaptım. 7 sene İstanbul’da, Türkiye’nin üç bölgesinde ve Romanya’da faaliyet gösteren bir inşaat ve turizm firmasında üst düzey yönetici olarak çalıştım. Kızım Rüya dünyaya geldikten sonra daha mutlu ve huzurlu olacağıma inandığım İzmir’e yerleştim. Burada İzmir’in ilk edebiyat konseptli oteli olan Mini Fuar Hotel’i işletiyorum. Ayrıca İzmir’de çeşitli edebiyat etkinlikleri düzenliyorum ve önemli edebiyat dergilerine makaleler yazıyorum. Zaman zaman BirGün gazetesinde röportajlarım yayınlanıyor. İlk romanım, Günebakan Üçlemesi’nin ilk kitabı Siyah Nefes, Ocak 2010’da yayınlandı ve özellikle gençler tarafından büyük ilgi gördü. Fantastik kurgu alanında Türkiye’de yazan çok az isim olduğundan seri okurların gönlünde, kısa sürede özel bir yere kavuştu. Serinin ikinci kitabı Mavi Dağ, Nisan 2011’de okurların beğenisine sunuldu ve her iki kitap da Eylül 2011’de Postiga yayınlarından ikinci baskısını yaptı. Üçüncü romanımı özellikle farklı bir tarzda yazmak istedim ve okurlarımın karşısına bir aşk romanı ile çıktım. Aşkın Gölgesi, Kasım 2011’de raflara girdi. Özellikle kadın okurlar arasında kendine özel bir yer edindi. Bu romanım, şu an 8 Ortadoğu ülkesinde Arapça yayına hazırlanıyor. Günebakan Üçlemesi’nin üçüncü kitabı Kızıl Ölüm, Nisan 2012’de okurların karşısına çıktı. 2012′in son günlerinde, Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından hazırlanan ve İlknur Özdemir’in yayına hazırladığı, Kar İzleri Örttü adlı seçkiye Hesaplaşma adlı öykümle katıldım. Mart 2013′te Bursa Kitap Fuarında, ilk fantastik çocuk romanım olan Rüya Takım- Medusa’nın Pusulası, İthaki Yayınları tarafından yayınlandı.Tabii yukarıda yazılanlar benim kim olduğumu anlatmaya yetmiyor. Peter Sellers’ın Parti adlı filminde, bir sahnede geçen replik beni çok etkilemişti. We don’t think who we are,we know who we are (Kim olduğumuzu düşünmeyiz, biliriz.) Ben henüz tam olarak kim olduğumu bilmiyorum ama arıyorum. Bu arayış serüvenime sizler de ortak olun istiyorum. Sanatın her dalına aşık, doğaya, doğanın kendi içindeki müthiş dengesine hayran biriyim işte. Dünya tozdur, öyleyse üfle gitsin mi yoksa dünya gerçektir öyleyse hiç bitmesin mi çelişkisinde tarafını bulmaya çalışan biri belki de.”

--

--