Malike Bileydi Koç: Aleviler

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
Published in
17 min readJun 28, 2018

“Toplumsallaşmanın önemli unsurlarından biri din olgusudur. Hak ve özgürlükler kapsamını genişlettikçe inanç özgürlüğü de aynı paralellikte kendi alanını genişletmektedir. Alevilik konusu yüzyıllardır bu alanda kendine yer açmaya çalışmakta, geçmişten itibaren sırtlandığı sorunları çözme çabası vermektedir. Uzun ve çok boyutlu bir tarihsel sürece sahip olan Alevilik sorununun çözümü aslında tüm toplumun inanç konusundaki iç içe geçmiş sorunlarına bir cevap üretebilecektir. Elbette bu sorunlar tüm toplum katmanları tarafından da paylaşılırsa bir çözüme kavuşabilir. Diğer bir ifadeyle demokratik ve özgürlükçü bir yönetim anlayışının sağlanması için hukuki, siyasi ve toplumsal bir zeminde Alevilerin sorunlarının çözümlenmesi toplumsal barışa katkı sağlayabilir. Çünkü insan hakları, demokrasinin dayandığı temel kaynaklardan biri olma özelliğine sahiptir. Bu çalışmanın amacı, yüzyıllar öncesine dayanan Aleviliğin, uygarlaşmanın önemli dayanaklarından biri olan hukuki olanakların sağladığı insan hakları boyutuyla sorunlarını tespit etmek, Alevi toplumunun din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde dile getirdiği talepleri ve bu taleplerinin çözümüne yönelik gelinen aşamayı 22 kanaat önderinin görüşleri çerçevesinde ortaya koymaktır.” Dr. Malike Bileydi Koç’un, “Cumhuriyet Döneminde İnsan Hakları Bağlamında Aleviler” adlı kitabından bir bölüm sunuyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti ve Aleviler

Cumhuriyetin ilanı ile Aleviler, Osmanlı döneminde var olan dinsel baskıdan kurtularak rahat bir döneme girmişlerdir. Alevilerin Türkiye Cumhuriyeti’ni ve cumhuriyet devrimlerini sahiplenmesindeki en önemli nedenleri, dinsel olmayan öğelerle tanımlanmış bir ulus kavramı ile genel olarak din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanan laik anlayıştır. Çünkü cumhuriyete kadar dinsel tercihleri yüzünden merkez ile yeteri kadar ilişki kuramayan Aleviler, cumhuriyet ile birlikte yeni fırsatlar elde etmişlerdir. Ancak okuma yazma oranının düşüklüğü, kapalı bir toplumsal yapının varlığı gibi etkenler bu fırsatları değerlendirme hızını yavaşlatmıştır.

Mustafa Kemal tarikatları kapatma öncesinde Bektaşi babalarından Ali Nutki Baba ve Haydar Maki Baba ile görüşmüştür.[1] Ancak bu görüşmeler sonrasında Bektaşilik özel bir muamele görmeyerek diğer tarikatlarla birlikte 30 Kasım 1925’te kapatılmıştır.[2] Alevi-Bektaşi tekkelerinin dışında Anadolu’nun her tarafında tekke ve zaviyeler bulunmaktaydı.[3] Toplam 446 tekke içinde Alevi tekkelerinin sayısı yalnızca 14’tü. Hülya Küçük, bu sayıyı 15 olarak vermektedir. Bu rakamlar tekkelerin kapatılmasında Aleviliğin bir sebep oluşturmadığını göstermektedir.[4]

Alevi-Bektaşiler, tarikat ve tekkelerin kapatılmasının gerekçesini oluşturmayan ancak tarikat ve dergâhlarının diğerleriyle aynı tutularak kapatılmış olmasından dolayı kısmi bir kırgınlığa düşmüşlerse de Atatürk’ün devrimleri ve hilafetin kaldırılmasıyla kendileri üzerindeki idari, siyasi ve resmi din çevrelerinin baskısının bütünüyle kalkmış olmasını da önemli görmekteydiler.[5] Ancak bazı Bektaşiler, özellikle Salih Niyazi Baba ve daha sonra diğer bazı babalar, tarikatlarının kapatılmasından sonra tarikatların henüz kapatılmadığı Arnavutluk’a giderken,[6] Erikli Baba Dergâhı ise yasanın uygulanmasını beklemeden yönetimlerindeki dergâhları kapatarak karara destek çıkmıştır.

Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra Alevi ve Bektaşi kitlesi cumhuriyet kurumları içerisinde varlıklarını sürdürürken dışa kapalı köylerde yaşayanlar ocak düzeniyle örgütlenmeye devam etmiş, her aile ya da köy, bir dede önderliğinde dini ve sosyal yaşantısını sürdürmüştür. Dedeler, kendilerine bağlı yerleri gezerek bu geleneğin devamlılığını sağlarken aynı zamanda devlet kontrolünden kendilerini korumaya çalışmışlardır. Baki Öz, Alevi-Bektaşilerin ibadet için belirli ve sabit bir mekâna gereksinim duymadıklarını belirtmektedir.[7]

Cumhuriyet rejimine laiklik, hukuk düzeyinde diğer bir ifadeyle ideal ve teorik düzeyde damgasını vurabilmiştir. Bernard Lewis, 1924’ün büyük laikleştirici reformlarının dervişlere karşı olmadığını, ulemaya yöneldiğini belirterek, dini devletten ayırmakla siyasal, toplumsal ve kültürel işlerde dinin ve onun temsilcilerinin yetkisine son vermek ve bunu inanç ve ibadet konularıyla sınırlamak amacı taşıdığını ifade etmiştir.[8] Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (1924) kurulması ve din adamlarının devlet tarafından atanması kararı sonucunda cumhuriyet rejimi, dini bilgi ve icraatları denetim altına alarak siyasetin dini kurumlardan uzak tutulmasını amaç edinmiştir.[9] Dolayısıyla Alevi kesimlerin cumhuriyet döneminde geçmişe oranla devlete karşı daha olumlu tavır içinde olmasına rağmen iktidar mekanizmalarından uzaklık nedeniyle çekingen bir kimlik göstererek kendilerini gizleme alışkanlıklarını devam ettirmelerine neden olmuş, devletin Sünni İslam yorumunu benimsediği, dinsel örgütlenmesini bu yorum çerçevesinde oluşturduğu gibi söylemleri nedeniyle memnuniyetsizlikleri giderilememiştir.

Cumhuriyet Döneminde Alevilerin Kendileriyle İlişkilendirdikleri Olaylar

Bu bölüm kanaat önderlerinin cumhuriyet tarihi döneminde kendileriyle ilişkilendirdikleri olaylar çerçevesinde hazırlanarak, mülakat değerlendirme kısmına bir önbilgi olması amacı taşımaktadır.

Dersim Olayları

Günümüzde Tunceli adı verilen kent Osmanlı döneminde Dersim adıyla anılmaktaydı. İlin sınırları bugünkünden daha geniş olup bölgenin doğal yapısı ve aşirete dayanan toplumsal yapısı, merkezi yönetimin otorite kurmasına engel oluşturmuştur. Toplumsal yapı göçebe boylarının örgütlenme düzenine dayanması nedeniyle aşiret adı verilen boylar, törelere göre yaşam sürmüşlerdir. Geçmişin en eski dönemlerinden beri devletle çatışmaya giren halkların güvenli sığınma alanı olduğu bilinmektedir. Osmanlı döneminde bölge, hemen hiçbir dönemde tam bir denetim altına alınamamıştır. Bu dönemde bile Dersim, devletin yasalarının uygulanmadığı, aşiret reislerinin siyasal egemenlik kurduğu bir yöredir. Devletin Dersim ile köklü biçimde ilgilenmesi Tanzimat Dönemi’ne uzanmakla birlikte öncesinde devletin ilgisi, baskın ve korkutma şeklinde olmuştur. Tanzimat’a kadar derebeylik sistemi ile idare edilen bölgede Tanzimat’tan sonra Nizam-ı Cedit usulü kabul edilmiş, böylelikle devlet Dersim’den de asker almayı sağlayarak bu bölgeye nüfuz etmeyi planlamıştır. Bu sebeple de nişan, rütbe ve hediyeler dağıtarak Dersim reislerini ele geçirmek istemiş ancak bölgede ağaların ve şeyhlerin iktidar mücadelelerini engelleyememiştir.[10] Tanzimat ile birlikte devlet diğer doğu illerinin yanında bu bölgede de merkezi yönetimin güçlendirilmesi yönünde çalışmalar yapmışsa da amacına ulaşamamış, sık sık direnişlerle karşılaşmıştır. Bu doğrultuda aralıklarla raporlar hazırlatılmıştır. 18 Şubat 1897’de sadrazamlık makamına sunulan raporda, Dersim’in ıslahı için ciddi önlemlerin alınması ve uygulanması kararı alınmış, 28 Ekim 1903 tarihli Dersim Mutasarrıfı Arif Bey’in raporunda ise genel durum özetlenerek bölgeye uygarlığın götürülmesi yönünde öneriler sunulmuştur.[11]

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aynı sorunların devrolması nedeniyle, rapor hazırlama ve ıslahat çalışmaları cumhuriyet döneminde de sürdürülmüştür. Ülkeyi yönetenler, hem merkezileşme politikası doğrultusunda hem de bu isyanları önlemek amacıyla bir dizi önlem almışlar ve bu yönde bir devlet politikası oluşturmaya çalışmışlardır. Bölge hakkında raporlar düzenlenmiş, genelkurmay başkanının ve başbakanların bölgeye yönelik gezileri olmuştur. Cumhuriyet hükümetleri bölgede bulunan aşiret düzenini dağıtmak ve devletin gücünü yerleştirmek amacıyla bazı girişimlerde bulunmuştur. 1928’de Diyarbakır merkezli Birinci Umumi Müfettişlik oluşturulmuştur. Müfettiş olarak atanan Dr. İbrahim Tali Öngören, Dersim’i dolaşarak alınabilecek önlemler arasında halkın silahtan arındırılması ve bölgenin eski yaşamlarını sürdüren ağa ve reislerden arındırılması gerekliliği üzerinde durmuştur. Yönetim ise bu görüşlerin yanında halkın bir bölümünü batıya kaydırarak bölgenin medeniyete açılabileceğine inanmaktaydı. 1930 yılında bölgede çıkan ayaklanmalar bastırılmıştır. 1935 yılında Dersim’in idaresi hakkında bir karar alınmıştır. Çıkartılan kanuna göre, bir askeri vali atanarak valiye geniş askeri yönetim ve yargı yetkileri verilecektir. Vali gerekli gördüğü durumlarda, ilde yaşayan kişileri ve aileleri il sınırları içinde kaydırabilecek ya da il sınırları dışına sürebilecektir. Valilik görevi Korgeneral Abdullah Alpdoğan’a verilmiştir.[12]

Olaylar yasanın uygulanmasıyla patlak vermiş, bölgede devlete karşı bir başkaldırı gerçekleşmiştir. 1937’de ayaklanmalara karşı kara ve hava harekâtı düzenlenmiştir. Olaylar sırasında halkın köylerini bırakıp sığındığı dağların, mağaraların da bombalanması nedeniyle sivil kaybı yaşanmıştır. Birçok ayaklanmacı yakalanmış, ayaklanmanın önderi Seyit Rıza teslim olmuştur. 13 Eylül 1937’de ayaklanma bastırılmıştır. Askeri harekâttan sonra Seyit Rıza’nın da aralarında bulunduğu 58 ayaklanmacının yargılamaları Elazığ’da yapılmış, 15 Kasım 1937’de biten yargılamalar sonunda ayaklanmanın önderi Seyit Rıza ile birlikte on bir kişi idama mahkûm edilmiştir.[13] İdam mahkûmlarından dördünün çok yaşlı olmaları sebebiyle ölüm cezaları otuzar yıl hapse çevrilmiştir. 1937 yılında yaşanan ayaklanmada askeri kuvvetler tarafından yakalanamayan asi gruplar olmuştur. Bu gruplardan bir çetenin 2 Ocak 1938 tarihinde asker kaçaklarını arayan bir jandarma birliğini pusuya düşürerek şehit etmeleri, bu olayı takiben karakol basmaları ve iki eri şehit etmeleri 1938 tarihli İkinci Dersim Harekâtı’nın başlamasına neden olmuştur. Dördüncü Umum Müfettişliği yeni problemlerin çıkmasına engel olmak için bölgenin güvenliğini sağlamayı amaçlamıştır. Geniş kapsamlı bu harekât 31 Ağustos 1938 tarihine kadar sürmüştür.[14]

Dersim olayı binlerce insanın yaşadığı yerden sürülmesi ve binlercesinin yaşamını kaybetmesi nedeniyle acıyla anılan bir olay olarak tarihteki yerini almıştır. Aleviler belleklerinde iz bırakan bu olayla ilgili olarak Dersim olayının bir kıyım olduğunu, ordunun ayaklanmayı bastırırken gereğinden fazla güç kullanıldığını, ölü sayısının resmi açıklamanın çok üstüne olduğunu ileri sürmektedirler. Bölgede inceleme yapan ve rapor hazırlayan yetkililer, Dersim olayının nedeni olarak aşiretleri göstermişler, sorunun çözümünü aşiret düzeninin değiştirilmesine bağlamışlardır. Ayrıca sorunun çözümü sadece askeri yönteme bağlı olarak görülmemiş, bütün raporlarda ekonomik kalkınma, bayındırlık çalışmaları, halkın topraklandırılması, ulaşım sağlanması, halkın iş sahibi kılınması, üretimin artırılması, eğitim, sağlık gibi sorunların çözümü gerekli görülmüştür.[15] Bu değerlendirmelerin yanına, Cumhuriyet idaresinin Alevi-Bektaşilere karşı özel bir sorunu olmadığı, temel amacın ve önceliğin ulusal birliğin korunması olduğu, benzer olayların Alevilerin yoğun olarak yaşadığı diğer bölgelerde görülmediği yorumunu da eklemek mümkündür. Dersim olayları ile ilgili resmi belge ve bilgilerin bir bilim heyeti tarafından objektif ölçüler içinde değerlendirilmesi ve yayımlanması birçok spekülatif bilginin ortadan kalkmasını mümkün kılacaktır.

Malatya Olayı

Alevilere yönelik olumsuz tutum 1960’lı yıllarda da kendini göstermiştir. Antakya’da, Tunceli’de Aleviler üzerinde baskı kurulmaya çalışılmıştır. 24 Temmuz 1969 tarihinde Halk Oyuncuları adlı bir tiyatro topluluğu Pir Sultan Abdal isimli oyunu oynamak üzere gittikleri Tunceli’de tutucu bir grup tarafından saldırıya uğramışlar, Antakya’da da Alevilerin dükkânları gerici gruplar tarafından tahrip edilmiştir. Ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılı durum, karışıklık çıkarma amacında olanlara fırsat sağlamıştır. Nisan 1978’de Ankara’dan değişik illerdeki dört kişiye bombalı paket gönderilmiş, ilk paket MHP’li Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’na ulaşmış, 17 Nisan 1978 tarihinde paketin patlaması sonucu Fendoğlu hayatını kaybetmişti. Ölüm haberi duyulunca hedefe Aleviler konularak Alevilerin oturduğu mahalleler kuşatma altına alınmış, Malatya’da günlerce süren olaylar Alevi-Sünni çatışmasına dönüştürülmeye çalışılmıştır.[16]

Sivas Olayları

Malatya’da başlayan olaylar domino etkisiyle diğer bölgelere de yayılmıştır. 3 Eylül 1978 tarihinde başlayan olaylar daha sonra kente yayılmıştır. Evler ateşe verilmiş, işyerleri tahrip edilmiştir. Eylem ve çatışma çarşı içinden mahallelere, merkezden kenarlara sıçramıştır. Sabah başlayan eylem akşam saatlerine kadar sürmüş, Yozgat’tan yollanan askeri taburun olaya el koyması ile gece yarısı dinmiş, sokağa çıkma yasağı konmuştur. Ertesi gün de kışkırtmalar devam etmiş, dört gün süren Sivas olayları sonucunda 12 kişi ölmüştür.[17]

Maraş Olayları

Malatya olayları anlatılırken değişik illere gönderilen bombalı paketlerden bahsedilmişti. Bu paketlerden ikincisi Maraş olaylarının fitilini çekmiştir. Nisan ayında Ankara’dan yollanan ikinci paket, Maraş Pazarcık CHP İlçe Başkanı Memiş Özdal’a gönderilmiş, ancak Memiş Özdal paketi almamıştır. Paketi PTT memurları açmış, patlama sonucu 1 kişi hayatını kaybetmiştir. 19 Aralık 1978 tarihinde Maraş’a getirtilen Güneş Ne Zaman Doğacak adlı filmin gösterimi sırasında sinemaya bomba atılması, olayları yeniden başlatmıştır. Patlama sonrasında sinemayı Alevilerin bombaladığı söylentisi tahriklere neden olmuş, Alevi mahallelerine saldırıya geçilmiştir. Bombalama olayından sorumlu tutulan 2 öğretmen, bir grubun saldırısı sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir. Öğretmenlerin cenaze töreni sırasında büyük olaylar olmuş, cenaze törenine katılanların camileri ateşe verdiği söylentisi hızla yayılmış, bunun üzerine harekete geçen silahlı ve sopalı kalabalık gruplar Maraş’ın Alevi mahallelerine saldırmışlardır.[18]Günlerce devam eden olaylar nedeniyle çevre illerden askeri birlikler getirtilmiş, 13 ilde sıkıyönetimin ilan edilmiştir. Olaylar sonucunda açıklanan resmi rakamlara göre 111 kişi öldürülmüş, yüzlerce ev ve işyeri tahrip edilmiştir.[19] Ancak hayatını kaybedenlerin sayısının 500’ün üzerinde olduğu iddia edilmektedir. Maraş olaylarından sonra ülkedeki Alevi ve Sünni sürtüşmesi tırmanışa geçmiş, Alevilerin yoğun olarak yaşadıkları Sivas ve Çorum gibi yerlerde gerginlik artmıştır.

Çorum Olayları

4 Temmuz 1980 tarihine gelindiğinde Çorum kenti patlamaya hazır bir bomba gibiydi. MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ın 27 Mayıs’ta Ankara’da öldürülmesi üzerine Çorum’da gergin bir ortam oluşmuştur. 28 Mayıs’ta Çorum’da parti yöneticilerinin ölümünü protesto eden MHP üyeleri yürüyüş yapmıştır. 29 Mayıs’ta ise sağcı gruplar solcu ve Alevi işyerlerine yönelik saldırılar düzenlemiştir.[20] 1 Temmuz’da ikinci toplu saldırı başlatılmış, camiye bomba atıldığı yolunda çıkan söylentiler üzerine Alevilerin evlerine ateş açılmış, ev ve işyerleri yakılıp yıkılmıştır. Günlerce süren çatışmalar sebebiyle Samsun, Amasya ve Kayseri’den askeri birlikler kentlere kaydırılmış, olaylar 12 Eylül’e kadar devam etmiştir. Olaylarda 57 kişi ölmüştür ve kayıp sayısı ise 100’ün üzerindedir.[21] Alevi-Sünni çatışmasına dönüştürülme çabasını içeren olaylarda ölü ve kayıp sayısının daha fazla olduğu öne sürülmektedir.

Sivas-Madımak Katliamı

2 Temmuz 1993 tarihi, Türkiye için belleklerde derin iz bırakmış bir tarihtir. Olay, Pir Sultan Abdal Derneği ile Kültür Bakanlığı’nın Pir Sultan Abdal Şenliği’ni ortaklaşa kutlama düşüncesiyle başlamıştır. Bu şenlikler daha önce Pir Sultan Abdal’ın köyü olan Banaz’da gerçekleşirken ve bir gün sürerken, ilk kez Sivas merkezinde iki gün, Banaz’da da iki gün sürecek şekilde organize edilmiştir.[22] Yazar, şair, ozan ve gazetecilerden oluşan geniş bir topluluğun çağırıldığı şenlikte, Pir Sultan’ın tutsak kaldığı Sivas Kalesi önüne yerleştirilen heykelin de açılışı yapılacaktır. Aynı gün cuma namazı çıkışında ilk gösteri toplulukları oluşmuş, etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi ile davetlilerin kaldığı Madımak Oteli çevresinde sloganlar atılmaya başlanmıştır. Güvenlik güçleri topluluğu dağıtmakta etkisiz kalmış, otelin önüne gelerek Aziz Nesin’i protesto eden göstericiler, içeride bulunan insanların dışarıya çıkmasına izin vermemişlerdir. Kültür Merkezi önündeki Ozanlar Anıtı’nın otelin önüne getirilerek yakıldığı olaylarda, akşama doğru sayısı daha da artan kalabalık arasından provokatörler oteli ateşe vermişlerdir. İçeride bulunanlar dışarı çıkamamış, itfaiye olay yerine girememiştir. Madımak Oteli’nin yakılması ile 37 kişi hayatını kaybetmiştir. 33 yazar, ozan ve düşünürün, 2 otel görevlisi ve 2 eylemcinin ölümüyle sonuçlanan olaylar sonrasında Ankara’da 21 Ekim 1993 tarihli ilk toplu duruşma başlatılmış, taraflar arasında sürekli tartışmalar yaşanmıştır. Mahkeme 25 Mart 1994’te duruşmaların izleyicilere ve basına kapatılmasını kararlaştırmış, davayla ilgili sürekli ve kesin yayın yasağı koymuştur. Bu kararın kaldırılması isteminin reddedilmesi üzerine müdahil taraf, kapalı yargılama süresince duruşmalara katılmama kararı almıştır. Dokuz ay boyunca basına kapalı olarak sürdürülen duruşmalar sonrasında mahkeme, 26 Aralık 1994’te nihai kararını açıklamıştır. Kararda, sanıkların kendilerine atfedilen suçları ağır tahrik altında işlediği belirtilmiştir. Bu hafifletici sebep nedeniyle öngörülen cezalarda büyük ölçüde indirime gidilmiştir. 27 sanık “tahrik sonucu adam öldürmek” suçundan on beşer yıl ağır hapisle, 60 sanık da “kanuna aykırı yürüyüşe katılmak”, “toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefet etmek” suçlarından üç ya da ikişer yıl hapisle cezalandırılmıştır. Öte yandan etkinliğe katılan Aziz Nesin hakkında “tahrikte bulunduğu” iddiasıyla suç duyurusunda bulunulmuştur.[23] Ankara 1 No’lu DGM, Yargıtay’ın bozma kararına uyarak yargılamayı yeniden başlatmış, 28 Kasım 1997’de açıklanan kararda 33 sanığa idam cezası verilmiş, ancak hapis cezası onanarak idam cezası kararı usul noksanlığı nedeniyle bozulmuştur. Şubat 1999 tarihinde usul eksikliklerinin giderilmesi için başlanan yargılama sonucunda 33 sanık 16 Haziran 2000’de yeniden idam cezasına çarptırılmış, 2002 yılında idam cezasının yürürlükten kaldırılmasıyla, ceza müebbet hapse dönüştürülmüştür.[24] Kasım 2004 tarihinde 7 yıl altışar ay ağır hapis cezası alan 9 hükümlü, yeni Türk Ceza Kanunu’na (TCK) göre, ayrıca 3 kişi de daha önce yeni TCK’daki lehte olan hükümlerden yararlanarak tahliye olmuştur. 13 Mart 2012 tarihinde ise 7 sanık hakkındaki dava, zamanaşımı nedeniyle düşürülmüştür.[25]

Olaylar sonrası yapılan değerlendirmelerde, camiye, sinemaya bomba atıldığına dair söylentilerin yayılmaya çalışıldığı, Sivas’ta düzenlenen etkinlikten bir gün önce şehirde yapılan memur sendikalarının yürüyüşünün yerel gazetelerde “Pir Sultan’ı anmak üzere şehrimize gelen ateistler, komünistler şehri kuşattılar, slogan attılar!” manşetleriyle yer aldığı, yine gazetelerin birinci sayfalarında saldırıyı teşvik eder nitelikte Müslümanları cihada davet eden bildirilerin koyulduğu eleştirileri yapılmış, yedi saat süren otel kuşatmasında gösterilen ihmalkârlık, Hicret Koşusu adı altında düzenlenen koşunun zamanlaması, okulların kapalı olmasına rağmen yurtlardaki kalabalık, otelin önüne yığılan parke taşları, belediye hoparlöründen yapılan anons Madımak katliamına ilişkin tartışılan konular arasında yer almıştır.[26] Otel ise olaydan yaklaşık bir yıl sonra, mülk sahibi tarafından yeniden hizmete açılmış, ayrıca otelin altındaki lokantadan ötürü çok eleştiri almıştır. Bununla birlikte Madımak Oteli, Alevi Çalıştayları’nın ardından kamulaştırılmış ve 2011’de Sivas Özel İdaresi Bilim ve Kültür Merkezi’ne dönüştürülmüştür. Ancak beklentiler, Madımak Oteli’nin müzeye çevrilmesine ilişkindir. Sivas olayları, zaten mevcut olan Alevi örgütlenmelerinin artışını da etkilemiştir.

Gazi Olayları

12 Eylül sonrası Alevilerin örgütlenme faaliyetleri için bir dönüm noktası olmuştur. Alevilerin yoğun olarak yaşadığı her yerde cemevleri açılıyor, dernekler kuruluyor, Aleviler bir araya gelerek geleneklerini ve inançlarını yaşatma mücadelesi veriyorlardı. Bu çabalar özellikle Anadolu’nun her bölgesinden büyük bir göç alan İstanbul gibi büyükşehirlerde yoğunlaşmıştı. İstanbul’da Alevilerin çoğunlukta olduğu birçok mahalle oluşmuştu. Bunlardan biri de, İstanbul’un yoksul mahallelerinden biri olan Gazi mahallesiydi. Nüfusunu yoğunlukla Alevilerin oluşturduğu mahallede Aleviler ile Sünniler arasında olaylara kadar önemli bir sorun yaşanmamıştır.[27] 12 Mart 1995 tarihinde ticari bir aracı gasp eden kimliği belirsiz kişiler Gazi mahallesinde dört kahve, bir pastane ve bir cemevine silahlı saldırı düzenlemiş, olayda 2 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunun üzerine Aleviler sokağa çıkıp olayı ve iddialarına göre önünden geçen aracı durdurmayan polisi protesto etmişlerdir. Ertesi günden itibaren çevik kuvvetin müdahale etmesiyle olaylar bir anda çığırından çıkmış, caddelerde kurulan barikatlar ve arabalar ateşe verilmiş, İstanbul’un birçok bölgesinden gelen Alevilerin katılımıyla ortam daha da gerilmiştir. Polisin toplu kınamaya ateşle karşılık vermesi, olayların denetimden çıkmasına yol açmıştır. Ümraniye’ye de sıçrayan olaylar ancak polisin geri çekilmesi ve askeri birliklerin müdahalesiyle yatışmıştır. İki gün süren olaylarda 22 kişi hayatını kaybetmiştir.[28] Olaylar durmasına rağmen Alevi kesiminde açılan yara sarılamamış ancak Aleviler var olan ortam itibariyle birliği sağlama gerekliliği düşüncesinden hareketle örgütlerini geliştirmeye devam etmişlerdir.

Birtakım tahrikler sonucunda Malatya, Kahramanmaraş (1978), Çorum (1980), Sivas (1978 ve 1993), İstanbul Gazi mahallesi (1995) olayları çıkmışsa da Aleviler genel olarak dikkatli ve uyumlu bir yaşam tarzı eğiliminde olmuşlardır. İdeolojik hareketlerin çoğaldığı, Türkiye’nin karışık ortamlara çekilmek istendiği 1980 öncesindeki olayları, Alevi-Sünni çatışması ötesinde ideolojik çatışmalar olarak değerlendirmek mümkündür. Bu dönem ve sonrasında Aleviler örgütlenmeye hız vermişler, ayrıca bir sonraki bölümde değinilecek olan siyasi yapıda var olduklarını ortaya koyabilmek amacıyla sadece Alevilere ve Bektaşilere dayanan bir siyasi parti dahi kurmuşlardır.

Siyasal Süreçte Aleviler

Aleviler, Türkiye’de Sünni çoğunluktan sonra ortak inanç temelinde birbirine bağlanmış en büyük ikinci inanç grubunu oluşturmaktadır. Kanaat önderleriyle yapılan görüşmede Alevilerin siyasal eğilimlerinin nedenlerine yer verildiği için konuya zemin oluşturmak adına bu bölümde genel bir değerlendirme yapmak yararlı olacaktır. Ancak Alevi oylarının bir aidiyete göre mi yoksa sınıfsal koşullara veya kişisel tercihlere göre mi belirlendiği konusunda bir sonuca varmayı sağlayacak yeterince veri olmadığından sonuca temkinli yaklaşmak gerekecektir.

Cumhuriyet dönemiyle başlayarak bir değerlendirme yapacak olursak, Alevilerin Cumhuriyet’in kuruluşuna verdikleri desteğin nedenleri için Aleviliğin saklanılmaktan kurtulup bir sır olmaktan çıkmasını sağlayan fikir özgürlüğü ve insan haklarının yer aldığını söylemek olanaklıdır. Aleviler, Anadolu tarihinde ilk defa Milli Mücadele sırasında açılan ilk meclise vekiller göndererek çevreden merkeze dahil olmuşlardır. Aleviler devletin laikleştirilmesine yönelik alınan önlemler arasında sayılabilecek halifeliğin kaldırılması, dini eğitim veren okulların kapatılarak eğitimin laikleştirilmesi, şeriatın yerini medeni hukukun alması gibi önlemlerden ötürü bir kısıtlamaya uğramamışlardı. Alınan önlemler daha çok Sünni İslam’ın kurumlarını ilgilendirmekteydi.[29] Bu sebeple Alevilerin, Atatürk’ü ve Milli Mücadele kadrolarını destekledikleri söylenebilir.[30] Aleviler de, sosyokültürel ve ekonomik sorunlar nedeniyle birçok toplum kesimi gibi tek parti yönetimi ve anlayışı karşısında 1950 seçimlerinde demokratik bir görüntü sergileyen, aynı zamanda ekonomik kalkınma vaatleri veren Demokrat Parti’ye (DP) ilgi duymuşlardır.[31] Çünkü DP’nin genel olarak köylüye arka çıkan vaatlerinin, Aleviler için de önem taşıdığı görülmektedir. Başlangıçta DP, ülkenin ekonomik bakımdan kalkınmasının anahtarını tarımın geliştirilmesinde gördüğü ve bunun için gerekli kaynakları seferber etme sözü verdiği için çoğunluğu kırsal alanda yaşayan Aleviler kazançlı çıkacaklardı. Aynı zamanda DP’nin Alevi toplum kesimi içerisinde etkin olan dedeleri milletvekili adayı göstermiş olması, Alevilerin bu partiye yönelmelerine önemli katkı sağlamıştır.[32] Ancak Aleviler DP’den umduklarını bulamamışlardır. DP’nin yeni seçmenler kazanabilmek için laiklikten ödün vererek özellikle Sünni tarikatlara eğiliminin, seçim mitinglerinde dini içerikli söylemlerinin yanı sıra ülkenin siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunlarına çözüm üretememesi de Alevilerin DP’den kopuşunda önemli rol oynamıştır.[33]

1960’lı yıllarda Alevilik lehine bir uygulamayı da içerebilecek bir girişimde bulunulmuş, 2. İnönü Koalisyon Hükümeti döneminde, meclise bünyesinde bir Mezhepler Dairesi oluşturulması amacıyla Diyanet İşleri Kanun Tasarısı sunulmuştur. Aleviliğin de temsilinin önünü açabilecek bu tasarı, tepkiler nedeniyle geri çekilmiş olsa da oldukça önemlidir. 1965 seçimlerine CHP, sosyal adalet ve sosyal güvenliğe, sosyalist olmadan ağırlık vermeyi içeren “ortanın solu” sloganı ile girmiştir. Bülent Ecevit’in bu sloganı kullanmasındaki amacına ilişkin olarak, Adalet Partisi karşısında güç kazanma çabası ve diğer bir faktör olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile rekabet edebilme seçeneği gösterilmiştir. CHP, TİP’in seçmen kitlesini oluşturabilecek bölgelerden oy alabilme düşüncesiyle, göç ile kentlere gelerek gecekondularda yaşayanlar üzerinde etkili olmaya çalışmıştır.[34] Fakat Alevi oylarının tamamının CHP’ye yöneldiğini söylemek de zordur. Öyle ki, 1965 genel seçimlerinde, ülke genelinde %3 oy alarak parlamentoya 15 milletvekili gönderen TİP’in oy oranını ülke ortalamasının üzerine çıkartan iller, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Tunceli (%5,8), Kars (%6), Yozgat (%5,3) illeri olmuştur.[35] Dolayısıyla Alevilerin Adalet Partisi karşısındaki tercihlerinin sadece CHP’ye değil, yine bir sol parti olan TİP’e kaydığı söylenebilir. 1970’li yıllarda giderek tırmanan siyasetin “sağ-sol” olarak daha fazla ideolojik parçalanma ve kutuplaşmaya uğraması, Aleviler ve Sünniler arasındaki ayrılıkla sonuçlanmış ve Aleviler çoğunlukla sol ile bütünleşmişlerdir.[36] Cumhuriyet Ansiklopedisi, Birlik Partisi’nin kuruluşuna yer verirken, “Geleneksel olarak CHP’yi destekleyen Aleviler de bağımsız bir parti kurmuşlardır” yorumuyla CHP’nin Aleviler tarafından desteklendiğini vurgulamıştır. Ancak Alevilerin belirli bir partiye yönelik sürekli, değişmez bir tercih içerisinde olmadıklarını da belirtmek gerekmektedir. 1966 yılında ilk kez Alevi kesimini temsilen bir siyasal örgüt olarak kurulan Birlik Partisi’nin Alevi oylarını tek çatı altında toplama başarısını gösterememesindeki sebepler arasında, parti içi bölünmenin yaşanmasının ve seçmen tercihinin oyları bölmeme düşüncesinin etkili olduğu kabul edilmiştir. Birlik Partisi’nden seçilen milletvekillerinden bazılarının Adalet Partisi’ne geçmesi ise Alevi kesimi ile Demokrat Parti geleneği arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından önemlidir.[37]

Yaşanılan toplumsal değişim süreci içerisinde kentlere göçün Aleviliğin siyasal yön belirlemesinde bir etken olduğu göz önünde bulundurulursa, Alevi genç kuşaklar arasında sol hareketin belirleyici olduğunu ifade etmek gerekecektir. Kente göç eden insanlar, önemli bir seçmen kitlesi oluşturmaları nedeniyle bu göçler 1970’lerin politik ortamı kadar etkili olmuştur. Kente göçler kitlesel boyutta 70’lerden önce başlamıştır ancak bu dönemle birlikte siyasal partilerin kitleleri harekete geçirme stratejileri de çok önemli bir boyut kazanmıştır. Bu dönemde Alevilerin ilk siyasal hamlesi olan Birlik Partisi’nin mali ve örgütsel sorunlarla birlikte istenen başarıya ulaşamaması, Ecevit başkanlığındaki CHP’nin 70’lerden itibaren ortanın solu çizgisiyle yeni bir soluk getirmesi ve 12 Mart 1971 muhtırasında TİP’in kapatılması, Alevilerin CHP’ye yakınlığına etki etmiştir.[38]

1977 seçimi ve onu izleyen CHP iktidarı dönemi Alevilik açısından umudun kısa sürdüğü bir dönem olmuş, Malatya, Maraş, Çorum ve Sivas olaylarının yaşandığı dönem acı olaylara sahne olmuştur. 1980 darbesinin ardından yapılan 1983 tarihli ilk genel seçimlere sadece üç partinin katılmasına izin verilmişti. İçlerinde eski CHP’ye en yakın olan Halkçı Parti (HP) idi. En iyi sonucu %63,6 ile Tunceli’de elde ederken, bu ilde Anavatan Partisi (ANAP) sadece %16 oy almıştır. Sivas’ın Alevi köylerinde de HP diğer partilerin açık ara önündeydi ama CHP’nin 1970’li yıllarda bulduğu oranlara erişememişti. Massicard çalışması, Alevi oylarının sadece HP’ye yönelmemiş olmasının nedenine ilişkin olarak, Alevi oyları da dahil kazanan parti ANAP’ın kampanyasının birçok eğilimi buluşturan işlevi üzerinde durmuş, toplum kesimleri için cazibe merkezi haline geldiğini ileri sürmüştür. Ancak partinin Türk-İslam sentezine desteğini ilan etmesi ve Sünni tarikat şeyhleriyle bağlarını açıklaması ile partiden uzaklaşmaların yaşandığını, 1980’li yılların sonunda Alevilerin SHP olmak üzere sol saflarda yeniden toplanmaya başladığını da aktarmaktadır.[39]

Alevilerin üzerinde baskı hissettikleri ve bugün de en çok eleştirilen uygulamalardan biri, 1982 Anayasası ile din derslerinin zorunlu hale getirilmesi olmuştur. Aleviler, Sünni inanç ve değerleriyle çocuklarının yetiştirilmesini kabul etmemişlerdir.[40] Bu durum Alevilerin sol ile bağlarını koruduğunu göstermekle birlikte 1987’de Bülent Ecevit’in DSP’si ve SHP Tunceli’de oyların %73,8’ini ve Tokat’ın bir kazasındaki Alevi köylerinde oyların %65’ini aldılar. 1990’lı yılların başında SHP bir ölçüde bu oyları kendi bünyesinde birleştirmiş, 1991 tarihli genel seçimlerdeki tırmanışı, ANAP’lı yılların sonu olmuştur. Ancak 1993’teki Sivas olaylarında iktidardaki koalisyon ortağı olan SHP’nin hızlı müdahale etmeyerek olayları engellemediği gerekçesiyle Aleviler, verdikleri desteğe karşın dikkate alınmadıklarını öne sürerek partiyi eleştirmişlerdir. Özellikle bu dönemde DYP’ye de geçişler görülmüştür. Hacı Bektaş soyunu sahiplenen aileden Yusuf İzzettin Ulusoy, DYP’nin kurucularındandır. 1987’de İzzettin Doğan, Malatya’da DYP’den liste başı olmuştur. SHP’li Kamer Genç 1995’te DYP’ye geçmiştir. 1990’lı yıllarda Alevilerin MHP’ye veya İslamcı partilere oy vermeleri gibi daha önce öngörülemeyecek bazı koşullar gerçekleşmiştir. 1999 seçimlerinde MHP’nin bir Alevi ocakzade olan adayı Amasya belediye başkanlığını büyük ihtimalle Alevi oyları sayesinde kazanmıştır. Tüm bu kısıtlı örnekler Alevi oylarının dağılımını belirleyebilmek için yeterli değildir.[41] AKP döneminde de Alevi adaylara yer verilmiştir. Reha Çamuroğlu, Hüseyin Tuğcu ve İbrahim Yiğit, AKP’nin Alevi milletvekilleri olarak anılmışlardır. Dolayısıyla partilerin kitle seferberliği, Alevilerin de siyasal hesaplar alanına girmesine etki etmiş, bütün partiler Alevi oylarını almak için çaba sarf etmeye başlamışlardır. Seçimlerden önce siyasi parti liderleri ve adaylar Hacı Bektaş Şenlikleri’ne katılarak veya muharrem ayına yönelik mesajlar göndererek ya da iftarlara katılarak Alevilerle ilgili olduklarını göstermeye çalışmışlardır.

Elbette tüm bu değerlendirmeler çerçevesinde çok değişik partilerin listelerinde yer almalarından dolayı Alevilerden tek tip tutum sergileyen bir topluluk olarak söz edilemeyeceğini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Özellikle Alevilerin kentlere göçünün ve buna bağlı olarak gelişen örgütlenme çeşitliliğinin seçim tercihlerine etki ettiği söylenebilir. Ayrıca Alevilerin seçimlerdeki tutumunun öncelikle sınıfsal veya bireysel görüşlere göre mi, yoksa Alevi kimliği doğrultusunda mı şekillendiğine yönelik yorumda bulunmak ayrı bir araştırma konusudur. Ancak Alevilerin sol partilere eğiliminin ağırlıkta olduğu da genel bir kanaat olarak ortaya konulmaktadır.

(…)

[1] Hülya Küçük, a.g.e., s. 192
[2] 2 Eylül 1925’te hazırlanan bir kararname ile tekke, zaviye ve türbelerin kapatıldığı, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde hiçbir tarikat, şeyh, derviş ve mürit olmayacağı, bunlara mensup özel giysi ve unvanların kaldırıldığı ilan edilmiştir. Nutuk, s. 606. 1950’li yıllarda türbelerin ve tekkelerin açılması doğrultusunda bir eğilim oluşmuş, 4 Mart 1950’den itibaren türbeler ziyarete açılmış, bu türbeler içinde Hacı Bektaş Türbesi yer almamıştır. 1960’tan itibaren Mevlana Dergâhı’na karşılık Hacı Bektaş Dergâhı’na da bakım yapılmış, dergâh külliyesi ile birlikte 1964’te müze olarak ziyarete açılmıştır.
[3] Burhan Kocadağ, a.g.e., s. 135
[4] Gülağ Öz, Tekke ve Dergâhların Anadolu Aleviliğinde İşlevleri ve Günümüze Yansımaları, a.g.e., s. 324 Hülya Küçük, a.g.e., s. 112
[5] Fuat Bozkurt, Hacı Bektaş Tekkesi’nin kapatılmasının geniş Alevi kesimleri üzerinde olumsuz bir etki bırakmadığını, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla tekkenin etkisini zaten yitirdiğini, kapatılmasının Bektaşiler üzerinde de büyük etki oluşturmadığını belirtmiştir. Fuat Bozkurt, a.g.e., s. 71
[6] Salih Niyazi Baba, Arnavutluk’a gittiği tarihe kadar Ankara’da açtığı otelde gizlice dedebabalığa devam etmiş, ancak buna izin verilmemesinden dolayı 1930 tarihinde Arnavutluk’a gitme kararı almıştır. Hülya Küçük, a.g.e., s. 194
[7] Baki Öz, Tarikat ve Tekkelerin Kapatılması Olayı, s. 174
[8] Bernard Lewis, a.g.e., s. 405, 408
[9] Ahmet Yaşar Zengin, Atatürk ve İslamiyet, Truva Yayınları, İstanbul 2013, s. 75
[10] Tuğba Doğan, Arşiv Belgelerine Göre 1937–1938 Dersim İsyanı, History Studies, Volume 4, 2012, s. 158, http://www.historystudies.net/Makaleler/1495650815_8-Tu%C4%9Fba%20Do%C4%9Fan.pdf
[11] Baki Öz, Dersim Olayları, Can Yayınları, İstanbul 2008, s. 139
[12] Ali Kaya, Başlangıcından Günümüze Dersim Tarihi, Can Yayınları, İstanbul 2002, s. 276
[13] Fuat Bozkurt, Çağdaşlaşma Sürecinde Alevilik, Doğan Kitapçılık, İstanbul 2000, s. 59–63
[14] Tuğba Doğan, a.g.e., s. 165
[15] Baki Öz, a.g.e., s. 129
[16] Fuat Bozkurt, a.g.e., s. 92
[17] Fuat Bozkurt, a.g.e., s. 94
[18] Tarih Boyunca Aleviler ve Alevilik, Tempo Yayınları, s. 84
[19] Fuat Bozkurt, a.g.e., s. 99–111, Ali Murat İrat, a.g.e., s. 142, Cemal Canpolat, a.g.e., s. 177
[20] Elise Massicard, Türkiye’den Avrupa’ya Alevi Hareketinin Siyasallaşması, İletişim Yayınları, İstanbul 2007, s. 63
[21] Fuat Bozkurt, a.g.e., s. 111–117
[22] Aysel Ay, “Cumhuriyet Sonrasında Alevilik ve Sivas Olayı’nın Yazılı Basına Yansımaları”, Geçmişten Günümüze Alevilik, 1. Uluslararası Sempozyumu, Bingöl Üniversitesi Yayınları, 3–5 Ekim 2013, Bingöl 2014, s. 542
[23] Fuat Bozkurt, a.g.e., s. 121–124, Tarih Boyunca Aleviler ve Alevilik, s. 92
[24] Cemal Canpolat, a.g.e., s. 182
[25] http://bianet.org/bianet/toplum/136890
[26] Haydar Gölbaşı, Aleviler ve Sivas Olayları, Ant Yayınları, İstanbul 1997, s. 35–39
[27] Tamaşa Dural, Aleviler ve Gazi Olayları, Ant Yayınları, İstanbul 1995, s. 11–14
[28] Fuat Bozkurt, a.g.e., s. 125–126, https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/genel_kurul.cl_getir?pEid=11429
[29] Harald Schüler, Türkiye’de Sosyal Demokrasi, Particilik, Hemşerilik, Alevilik, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 162
[30] Cemal Şener, Aleviler Ne Yapmalı, Alevilerin Güncel-Tarihsel Görevi, Ant Yayınları, İstanbul 1998, s. 76
[31] Şahin Gürsoy-Recep Kılıç, Türkiye Aleviliği, Nobel Yayınları, Ankara 2009, s. 127
[32] H. Nedim Şahhüseyinoğlu, Alevi Örgütlenmelerinin Tarihsel Süreci, İtalik Yayınları, Ankara 2001, s. 71
[33] Harald Schüler, a.g.e., s. 162–163
[34] Sabır Güler, a.g.e., s. 201
[35] “Seçim, Cumhuriyet Döneminde Seçimler”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi C. 7, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983, s. 1815
[36] Sabır Güler, a.g.e., s. 202
[37] Gürsoy-Kılıç, a.g.e., s. 128
[38] Harald Schüler, a.g.e., s. 163
[39] Elise Massicard, a.g.e., s. 200
[40] Metin Acar, “Alevi Toplumu ve Devletle İlişkisi”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Ankara 2003, s. 101–102
[41] Elise Massicard, a.g.e., s. 201–205

*Bu okuma parçasının yayını için Destek Yayınları’na teşekkür ederiz.

--

--