Mehmet Anıl: ‘Bedenin zorda kalınca bayılması gibi, delirmek de ruhun kurtuluşudur.’

Söyleşi: Murat Hocaoğlu

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
10 min readJul 23, 2018

--

“Bir erkek, sevgilisinin dört yaşındaki kızına cinsel taciz suçlamasıyla kendini bir anda cezaevinde bulursa ne olur? Üstelik bu erkek kendi halinde saf bir Anadolu delikanlısıyken, sevgilisi kentli ve alımlı bir kadınsa? Suçlu mu, suçsuz mu? Adi bir pedofili olayı mı, talihsiz bir yanlış anlama mı? Mehmet Anıl, tam da bu noktada başlatıyor romanını: Biz, Harun’u cezaevine düşmesiyle tanımaya başladık. Bu bir perişanlık halidir. Yargılanma sürecine Harun’un akıl tutulması eşlik eder; başlangıçta sınırda kişilik bozukluğu olarak teşhis edilen rahatsızlığı, geri dönüşü olanaksız boyutlara uzanır. Harun, son umut olarak sığındığı dinde kurtuluşu bulabilecek midir?” Mehmet Anıl, Can Yayınlarından çıkan son romanında, yine çok çarpıcı bir konuyu, derinlikli ele alınmış kahramanlarıyla anlatıyor.

‘Bir Perişanlık Hali’ her şeyden önce ‘adalet’ ve ‘empati’ hakkında bir roman mı?
Öyle görünüyor. İkisi de, en azından yaşadığımız ülke için konuşayım, çok zor kavramlar. Adaletin yerlerde süründüğünü söylememe herhalde gerek yok. Görüyoruz. Empati ise, demokrasinin hoşgörü ile birlikte olmazsa olmaz iki unsurundan bir tanesi. Demokrasi, kanunların ıslahıyla değil hoşgörü ve empatiyle gelişir. Bu nasıl sağlanır derseniz, eğitimsiz ülkelerde çok zor. Baksanıza, aynı dinden olup farklı mezheplere mensup insanlar birbirini boğazlarken hangi demokrasi? Hangi mutluluk? Hangi refah? Geçiniz.

Bu roman, bir suç polisiyesi olarak okunabilir. Sadece, kahramanınız Harun’un bu suçu işleyip işlemediğinin peşine düşeceğimiz kaba bir merakla da okunabilir. Ama kitabın asıl gücü, toplumların ortak değerlerinde, toplu hafızalarında kurdukları tuzaklarla nasıl bir insan avına çıkabileceklerine dikkat çekmesi…
Yalnız toplum olsa iyi. Esas sorun egemenlerin kendinden olmayanlara nefretle bakışıdır. Etnik azınlıklara, eşcinsellere, kadınlara, gençlere, fukaraya, hayvanlara ve doğaya… Hakiki demokrasi milli iradenin değil, azınlığın rejimidir. Örneğin her zaman tıraş olduğum berber çok düzgün ve efendi biri olmasına karşın Alevilerin edepsiz olduğuna inandırılmış bir kere. “Bizim köyde de bir-iki alevi aile var, ‘AMA’ iyi insanlar” dedi bir gün bana. Öyle edepsizlikleri falan görülmemiş. Yoksa barınamazlarmış. Bu algıyı değiştirmek çok zor.

Şahane bir mimariyle, hikâyeyi barındırdığı sırlarla finale doğru taşıyorsunuz. Saçma bir şey mi söylüyorum bilemiyorum ama bir an bile finali merak etmedim. Ama hâkim ile sorgucunun konuşmalarındaki gerilimin tutsağı oldum. Bu iki karakter, bu romanda vicdanımızı mı ayakta tutuyordu?
Sanırım öyle. Hem adalet sisteminin bir eleştirisi hem de vicdan olarak bakabiliriz. Kitabı okuyan bir arkadaşım, sorgucuyu vicdan olarak tanımlamıştı. Doğrudur. Adalet, vicdan üzerine inşa edilir. Gerçek terazi budur. Bir cep telefonu çalmanın cezası neden 3 ya da 5 yıl? Bunu saptamanın bilimsel bir kıstası olabilir mi? Yok. Böylece işin içine vicdan giriyor. Ve diyorsunuz ki bir bankanın içini boşaltan müdür 15 yılla cezalandırılıyorsa, baklava çalanın daha az bir cezaya çarptırılması lazım. Neden? Vicdan bunu gerektirdiği için.

Hâkim ile sorgucunun konuşmaları hukuk, adalet ve vicdan hakkında temel tartışmalara metafor olacak nitelikte. Doğal olarak da cevabı kolay verilebilecek sorular değil. Siz okurunuzun bu soruları kendi içinde yanıtlamasını mı istediniz?
Cevaplar mı cevaplamaz mı, bilmem. Bence üzerinde düşünmesi bile bir faydadır. Herkes farklı farklı cevaplar verebilir desek de, çoğunluk, içindeki sağduyunun sesine kulak vermese de işitecektir mutlaka. Bundan kaçış yok. Bir insan kendini ne kadar kandırmaya çalışırsa çalışsın, yüreğinde yuvalanan vicdan duygusu gizli bir saat gibi tıkır tıkır çalışmaya devam edecektir. İçerideki saatin tik takları ne kadar kuvvetliyse, dışarıya vuran ses aksi istikamette o kadar güçlü çıkar. Çünkü kişi içinde yükselen bu rahatsız edici tıkırtıyı bastırmaya çalışıyordur. O yüzden yargılarına güvenen insanlar genellikle daha sakin davranır. Birini hiddetle bağırıp çağırırken görürseniz anlayın ki içten içe yediği haltları biliyordur. Nereye vardırmak istediğimi anlıyorsunuz değil mi?

Belki daha ortada bir suç bile yokken, çoğu zaman bir suçlusu oluyor bu toplumun. Linç etmeye hazır, yarattığı etiketi yapıştırmak için pusuda bekliyor. Bu insan avı nasıl durdurabilir?
Hoşgörü ve empatiyle. Başka çaresi yok. Peki, hoşgörü gösterip empati yapmayı nasıl öğreneceğiz? Demokrasisi gelişmiş kuzey ülkelerine bakalım. Eğitim seviyesinin yükselmesiyle. Görgünün, kültürün, bilginin, okumanın, düşünmenin, kuşku duymanın, felsefenin, topyekûn içselleşmesiyle. Mümkün mü? Karamsar olmamak için teorik olarak mümkün diyelim. Ne var ki kalabalık ve geçim derdindeki büyük ülkelerin işi kolay değil. Eskisine nazaran daha cahil bir toplum olduğumuz aşikâr.

‘Bir Perişanlık Hali’ni, yazdığınız ilk romandan hareketle yeniden kaleme almışsınız. Tekrar yazmaya koyulduğunuzda, bunca başarılı romanınızdan sonra baktığınızda karşınızdaki metin, size göre nasıl bir metindi?
Rezalet. Tek kelimeyle acemice. Gerçi Bir Perişanlık Hali’yle aynı roman değildi. Oradan roman kahramanını ve kısmen organ nakli kısmını almıştım. Aslında o kitabı tekrar çalışmak niyetim yoktu. Üzerinde zaman harcamaya değecek bir şey değildi. Bir Perişanlık Hali’ni yazmaya başladığımda işime yarayacak bazı unsurları kullanmak istedim hepsi bu. Sadece elimin altında hazır duran bir kahraman ve onun ilginç takıntısı vardı. Gerisi yeni.

Kahramanınız Harun’un Zuhal’le ilişkisi, böylesi bir felaketi çağırmasa da, oldukça problemli görünüyor. Aralarındaki sınıfsal — kültürel makas, iktidar ilişkisi sizce bu finalde ne kadar etkili oldu?
Sınıfsal — kültürel makas işin özü. Harun sahipsiz bir Kürt genci yerine, beyaz Türk tabir edilen kesimden olsaydı işler çok farklı bir mecrada ilerlerdi. Hem ilişkisinde, hem de yargılanmasında. Ne var ki zanlı ezilen kesimden (yukarıda saydığım başka azınlıklardan da olabilirdi: alevi, fakir, eşcinsel vs.) olunca, “yapmıştır” önyargısı kendiliğinden oluşuveriyor. Egemen sınıf (iktidar da diyebilirsiniz) değil herhangi birini suçlu göstermeyi, canını bile alabiliyor da bir şey olmuyor. Gezi olaylarında ölenlerin katilleri adaletli bir biçimde kovuşturulduğuna egemenler bile inanmıyor, çünkü onlar da içlerinde çalışan saatin tik taklarını istemeden de olsa işitiyorlar. Bütün bağırtı ondan. Romana dönersek, Harun’un Zuhal karşısında hiç şansı yoktu. Zuhal egemen, Harun ezilendi.

“Çoğu zaman, bilirsiniz, ‘razı gelmek’ bile ilişkinin en belirleyici basamağını oluşturabilir.” diyorsunuz, Harun ile Zuhal’in ilişkisi hakkında. Bütün ilişkilerini tedirginlikle yaşamaları bununla mı ilgiliydi?
Evet, daha iyisini buluncaya değin (ya da bulamadıklarından) birbirlerine razı geliyorlar. Tam istedikleri olmadığından, içleri rahat etmiyor ve tabii tedirgin oluyorlar. Hep böyledir. Herkes kendini olduğundan bir metre uzun görür. Bir ilişkide anahtar kavram, karşındakini olduğu gibi kabul etmektir. Allah aşkına hangimiz bulunmaz hint kumaşıyız? Ayrıca ilişkinin bir tarafı niyetini belli ettikten sonra, iş karşı tarafın razı gelip gelmemesine bağlı.

“ (…) bir böcek gibidir Harun, eline almaktan çekinmeyeceğin bur uğurböceği gibi. Tıraşına, kokusuna, giyimine dikkat etmeye başlamıştır. Kıyafetlerinin ince bir zevki yansıttığını söyleyemeyiz ama çaba harcadığı bellidir. Birisinden hoşlanıyorsanız, yanında iyi görünmek istersiniz. Her kadın bunu anlar.” Zuhal’in Harun’u asla bir sevgili olarak görememesi ilişkilerinin de patlamaya hazır bombasıydı galiba. Tüm bunlara rağmen bu ilişkiye çekilmek ve şüphelerle kıyamet senaryoları yazmak da Zuhal’in dramı mı?
Zuhal’in bir dram yaşadığını düşünmüyorum. Sert ve ne istediğini bilen bir kadın Zuhal. Onun bir dramı varsa, gözünün zirvelerde oluşudur. Sevgi değil, ikbal arayışıdır. Bilirsiniz, alımlı ve akıllı kadınlar kimseleri kolay kolay kendine yakıştıramaz ve iş uzarsa bazıları evde bile kalır. (Xanax jenerasyonu kadınları.) Zuhal’in başına daha sonra neler geldi bilmiyoruz. Tam istediği gibi zengin bir koca bulup muradına ermiş olabilir. Allah mesut etsin.

Harun, Zuhal’in küçük kızı Buse’yi taciz ettiği suçlamasıyla tutuklu iken dünyası allak bullak oluyor, dini duyguları taşkınlık düzeyine çıkıyor ve garip bir ermişe dönüşüyor. “ (…) cezaevine düşen çoğu mahkûm, kendini masum değil, haksızlığa uğramış hisseder. Harun da kendini haksızlığa uğramış hissediyordu. Ama diğer mahkûmların aksine, bunun ne tür bir haksızlık olduğu konusunda en ufak bir fikri yoktu.” Harun, böyle ‘bir perişanlık hali’ içindeyken neden kimseyi suçlamıyor, bir öfke geliştirmiyor?
Kişilik yapısından. Normal bir vatandaşın bunu anlaması zor. Başkası olsa beddua etmekle kalmaz, yatıp kalkıp intikam planları yapar. Bizde durum farklı. Önceden de sosyal fobisi ve obsesyonu vardır. Küçüklük kompleksi, kendine güvensizlik, kronik suçluluk duygusu. Nedenleri birçok bileşimin karması olabilir. Başta kişilik yapısı, aile çevresi, sosyal baskı, ezilmişlik vs. Gerisini araştırmayı uzman psikologlara bırakıyorum.

“Harun bir süre sonra aslında haksızlığa uğradığını değil, kadere isyan ettiğini anladı.” diyorsunuz. Ama yine rahatlayamayacaktı çünkü inançları da kadere isyan etmeyi yasaklıyordu. Bu çıkışsızlık mı onun aklını başından alıyor?
Yargılandığı suçu da yabana atmayalım. Kitapta da yazdığım gibi onu bu sona yönelten beş unsurluk bir sinerji bileşimi. Sayalım: Aile baskısı, ölüm korkusu, yalnızlık, utanç, Zuhal. Her biri teker teker bunalım nedeni olabildiği gibi, beşinin birden nasıl bir sinerji yarattığını varın siz hesap edin. Bunlara hapishane hayatını da ekleyelim tam olsun. Bedenin zorda kalınca bayılması gibi, delirmek de ruhun kurtuluşudur. Delirip de mutsuz olan bir kişi gösterin bana.

Ve elbette aşk… “Harun, cezaevine ilk girdiğinde, içinde Zuhal’e karşı büyük bir öfke ve isyan duyduğu bilinmez bir şey değil. Kendini, ‘o kadından kurtulduğuna’ ikna edecek kadar kandırdığını da ben söyleyeyim. Tabii bu aldatmaca çok kısa sürmüştü. Ta ki bir gün sabaha karşı aniden uyanıp Zuhal’le bir daha asla sevişemeyeceği kafasına dank edene kadar.” Harun’un aşkı, bu perişanlık halinde iken tesellisi mi, cezası mı?
Cezası tabii. Bir daha sevişemeyecek olmak, hele Zuhal gibi bir afetle, zirvelerden derinlere yuvarlanmak gibi bir şey olmalı. Henüz icat edilmemiş bir cihaz misali, bilmediğimiz bir şeyin yokluğunu hissetmeyiz. Zuhal’le tanışmasaydı onun eksikliğini doğal olarak duymayacak, alışageldiği yaşantısı ona kâbus gibi görünmeyecekti. Hapisten çıktığında onu bekleyen şey ya kapkara bir yalnızlık ya da köyden kara kuru bir kız.

Romanda konuya ilgili hukuki ve psikolojik meselelerle ilgili oldukça kafa yorduğunuz görülüyor. Bazı konularda bilgilendirici olduğunuz da söylenmeli. Örneğin; tacize uğradığını söyleyen çocuğun psikolojisi… “Çocuk, içinde bulunduğu sıkıntılı ortamdan bir an önce kurtulmak amacıyla soruları çoğunlukla ‘evet’ diye yanıtlar. Örneğin, “Bu adam sana penisini gösterdi mi?” sorusuna, penis nedir bilmese de evet diyebilir. Verdiği yanıtların korkutucu bir otorite figürü olarak gördüğü hâkimin hoşuna gittiğini anlarsa, kendini sevdirmek amacıyla hayali eklemeler dahi yapabilir.” Romanın katmanlarından biri de buydu kuşkusuz. Bir yandan Harun’un gerçeğini bulanıklaştırıyor, bir yandan da bizi ahlaki tartışmaların içine çekiyordu. Bunu bu kadarla bırakmış ve Buse’yi romanda neredeyse görünmez kılmışsınız.
Roman aslında bütünüyle yargılamanın ruhunu yansıtıyor. Şöyle ki: küçük yaşta istismar olaylarında, hele ki tanık bulunmuyorsa, kesin bir yargıya varmak çok zordur. Çeşitli disiplinlerin bir arada dikkatle çalışması bile kimi zaman yeterli gelmeyebilir. Sonuçtan hiçbir zaman emin olamazsınız. Dolayısıyla ben de romanda bu duyguyu yaşatmaya ve yansıtmaya çalıştım. Yargılama sürecinde mağdur çocuğu mümkün olduğunca korumak, işin dışında tutmak gerekir. Ben de romanda aynısını yaptım. Romanı okuyan, aynı zamanda bu tür yargılamaların ruhunu daha iyi kavrayabilsin diye. Okurken kendinizi karar verici yerine koyarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Bu bir roman dahi olsa, Buse’yi dışarıda tutmak ahlaki bir mesele.

Sanırım bu tür bilimsel bilgileri öğrendiğimizde, hâkim ile sorgucunun mücadelesi ve ‘kişisel kanaat’ hakkındaki tartışma da anlam kazanıyor. Hâkimin ‘kişisel kanaati’ sorgucu tarafından roman boyu konu ediliyor. Bu kanaatin, ne kadarı bilimsel veriler ve tecrübeyle, ne kadarı vicdan ile ilgilidir?
Bu aslında yargı mensuplarının cevaplayabileceği bir soru. Ceza kanunları suçları tüm ayrıntılarına göre ayıramaz. Aksi halde yüz binlerce maddeden oluşması gerekirdi. Aynı suç, bambaşka koşullarda, bambaşka saiklerle, bambaşka kişilerce işlenebilir. Hepsini bir tutamazsınız. Kanun maddesinden sonra geriye yargıcın vicdanı ve kişisel kanaati kalır. Bunun yüzdelik bir oranı olduğunu düşünmüyorum. Zaten araştırırsanız birbirine çok benzer davalarda dahi hâkimlerin az da olsa farklı cezalar verdiğini görürsünüz. Ne var ki bu adaleti zedeleyen bir şey değil. Bir mecburiyet. Başka türlüsünü yapmak şimdilik güç. İleride bilgisayar teknolojisi gelişir de, iş ince detaylarına varıncaya kadar irdelenebilirse kanaatten bağımsız bir standart sağlanabilir. Bu iyi mi olur kötü mü, o başka konu.

2014 Oscar’larında, en iyi yabancı film ödülüne aday bir film var. Thomas Vinterberg’in ‘Jagten (The Hunt)’ adlı filminde, tam da bu anlattığınız çocuk davranışı çok çarpıcı biçimde anlatılıyor. Ve toplumun canice linçe hazır oluşu… Bu konuda toplumlar etik çerçeveler kurmakta zorlanıyor. Bu da çocuk taciziyle mücadelenin bir alanı değil mi? Sizce bu nasıl aşılır?
Konuyu bence ikiye ayırmak gerekir. Birincisi sapıklık ki burada yapısal önlemler almak kolay değil. İşte Woody Allen. Nerden bilebilirsiniz? Ancak yakalandığında cezalandırabilirsiniz ki, bu da bir sapığı kolay kolay vazgeçirmez. İkinci olarak toplumun sosyal yapısı. Burada tacizin yanına tecavüzü (ve neden olmasın erken evlenmeleri) de ekleyebiliriz. Bu tür suçlar genellikle cinsel özgürlüğün olmadığı tutucu doğu toplumlarında meydana geliyor. Tecavüzlerin yüzde 90 nedeni cinsel açlık. Aynı açlık kimi zaman çocuklara da yönelebiliyor. Demek ki öncelikle cinsellik bakımdan sağlıklı nesillere ihtiyacımız var. Bunu yozlaşma olarak düşünmemek gerekir. Peki, nasıl aşılır? Başa döndük, eğitim, kültür, topyekûn gelişmişlikle. Türkiye’de mi? Geçiniz bir kalem.

Romanın bir yerinde anlatıcı şöyle diyor; “Eminim şu ana kadar pek çoğunuz onun bu haltı yediğine şimdiden ikna olmuş durumdadır. İnsanlar, hayatın olağan akışıyla ilgilenmez. Başarılar da ilgi çeker ama esas meraklandıran felaketlerdir. (…) ‘Ateş olmayan yerden duman çıkmaz deyişi, tecrübeden kaynaklanan bir atasözü olmakla birlikte, içinde hatırı sayılır miktarda temenni barındırır.” Çok acı görünüyor ama gerçekten de işin özeti bu mu? Bu insana dair bir kötülük mü, yoksa dünyanın bugünkü örgütlenişi mi bu kötülüğü organize ediyor, ruhumuza salıyor?
İnsanın içinde hem iyilik, hem de kötülük bulunur. Allah’ın düzeninde bile meleklerin yanında şeytanlar da yok mu? Her şeye gücü yeten yüce yaratan neden şeytanları bir çırpıda silip atmıyor bilemiyorum tabii. Ben şahsen ne kadar iyi bir insan olmaya çalışırsam çalışayım bazen kıskanır, haset eder, birinin başarısından rahatsızlık duyarken başarısızlığına sevinirim. İtiraz etmeyin hepimiz böyleyiz. Bunlar gayet doğal insani duygulardır. Önemli olan ruhu eğitip tekâmül ettirmektir. Kötülüklerden rahatsız olup iyilik peşinde koşmaktır. Yaşlanmanın tek iyi yönü de bu. Tabii hayattan ders alanlar için.

Sizinle en son ‘Edep Ya Hu’ hakkında konuşmuştuk. Çok başka bir romanla karşımıza geldiniz. Doğrusu her romanınızda tür ve temalarla ilgili bir iddia var. Bu yazarlığınızın enerji kaynaklarından biri mi?
Evet. Her romanda değişik temalar, kurgular ve dil üzerinde özenle çalışıyorum. Ama bu çok yorucu oluyor. Ben de nasıl isterdim bir romanı bitirdikten sonra hemen bir sonrakine başlayayım. Ama olmuyor. Neyse ki derdim geride çok sayıda roman bırakmak değil. Böylesi hem kendime karşı bir meydan okuma, hem de daha zevkli. Zannederim okurun da hoşuna gidiyor.

Kitabınız hukuk sisteminin hallaç pamuğu gibi atıldığı bir dönemde yayınlandı. Belki de Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuk karmaşasının yaşandığı günlerden geçiyoruz. Bu büyük tesadüften bir ‘hikmet’ çıkıyor olmalı değil mi? Şaka bir yana, hâkim ve sorgucunun tartışmasından ülkeye bakalım diye soruyorum; bu ülkede hukukun biraz daha empati ile biraz da insani derinlikle ele alınması nasıl mümkün olabilir?
Her şerde bir hayır vardır derler. Umarım öyledir. Her şey kırılıp dökülürse, yeni baştan doğrusunu yapmak çok daha kolay olur. Ama ne yazık ki bu arada insanlar acı çekiyor. Ben bugünkü egemenleri en isabetli nasıl nitelendiririm diye çok kafa yordum. Sonunda ulaştığım sözcük ‘rüküşlük’. Bu rüküşlüğü kıyafetleri bakımından kullanmadım elbet. Muktedirlerin hayata bakışı, yaşam tarzı, siyaset etme anlayışı kelimenin tam anlamıyla rüküş! Bu rüküşlük kaçınılmaz olarak dış görünüşlerine de yansıyor, o ayrı.

Bir Perişanlık Hali / Yazar: Mehmet Anıl / Roman / Can Yayınları / Yayına Hazırlayan: Faruk Duman / 1. Baskı Aralık 2013 / 240 Sayfa

Mehmet Anıl; 1962 yılında İzmir’de doğdu. İstanbul Saint Joseph mezunu… Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’ni bitirdi. AIESEC bursuyla İtalya’da Credito İtaliano Bankası’nda staj yaptıktan sonra Türkiye’ye döndü. 1989 yılında kendi şirketini kurdu. 2001 yılından bu yana yalnızca edebiyatla ilgileniyor. Pembe Otobüs romanıyla 2008 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan yazarın, yine Can Yayınlarından çıkmış, Geri Gelmemek Üzere (2003), Bitik (2005), Pembe Otobüs (2007) Forbes Cinayetleri (2009) Edep Ya Hû (2012) kitapları var. İzmir’de yaşıyor.

--

--