Philippe Petit: Yaratıcılık — Kusursuz Suç

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
Published in
6 min readApr 28, 2018

“Philippe Petit, 1974’te (11 Eylül saldırılarıyla sonradan yıkılacak olan) İkiz Kuleler arasında baş döndürücü bir yükseklikte gerçekleştirdiği epik ve yasadışı ip cambazlığı gösterisinden önce de asıl tutkusu sanatının taleplerine cevap vermek olan bir sanatçıydı. Kendisi sadece ölüme meydan okuduğu bu gösteriyle değil; sihirbaz, sokak jonglörü, tasarımcı ve yazar kimlikleriyle de tanınıyor artık. Petit, kabul edilene isyan ederek imkânsıza daima meydan okudu ve onu her defasında alt etmeyi başardı. Yaratıcılık sürecinde kullandığı tekniklerle bir suçluya öykünse de o, “bir kanun kaçağından ziyade, entelektüel isyanın tohumlarını eken bir şair”. Stratejileri ve içgörüsü aktörden müzisyene, yazardan ressama sanatın tüm dallarında eser verenler için ilham kaynağı olmaya devam etse de, sözleri yaratıcı bir yaşam sürme sanatıyla meşgul olmak isteyen tüm meraklı ruhlar için bir davet.” Yaratıcılık’ın önsözünü paylaşıyoruz.

Bir Kanun Kaçağının İtirafı

Yanlış anlamayın.

Yaratıcılık hakkındaki kitapları hiç sevmem.

Çoğu zaman sadece formülleri bir araya getirirler, Einstein ve Beatles’ı parmakla gösterir ama nadiren yazara işaret ederler, zihni jimnastik aleti sanan alıştırmalar önerir, her bölümün sonunda beşinci sınıf bir özet verip geçerler. Bu kitapların çoğu, insan düşüncesinin ve davranışının en ortak paydasını yakalamak adına genelgeçeri hedeflerken, sanatın yolunu döşeyen bütün o özgünlüğü, mizahı, aramazken bulunanı, zarafeti, kural bozan istisnaları, kişisel tuhaflıkları gözden kaçırır.

Madem yaratıcılık hakkındaki kitaplara inanmıyorum, o halde niye onlardan birini yazıyorum?

Her ne kadar bu kitabı yazma fikri ilk olarak benden çıkmamışsa da –teklif dışarıdan geldi– bütün içeriği doğrudan bana ait, yaratmakla geçirdiğim bir hayata ait. Sıra dışı, isyankâr yaratıcılık sürecimin, kendi rüyalarını gerçekleştirmek isteyenlere ışık tutacağını umuyorum.

365 çeşit peynir üretmekle meşgul bir ülkenin darkafalılığı içinde, katı kuralları olan bir anne baba ile baskıcı bir eğitim sisteminin hudutları dahilinde dünyaya gelsem de, çok erken başladım otoriteye başkaldırmaya. İtaat etmekte pek başarılı değildim. Kurallardan uzak durmak, yolumu kendim çizmek, kendi başıma öğrenmek zorundaydım.

Altı yaşındaydım, sihirbazlığı öğrendim kendi başıma; on dört yaşında jonglörlüğü; on altı yaşında ip cambazlığını. Bu süre zarfında beş farklı okuldan atıldım. Umurumda değildi, okul yaşantımın eğitimimi engellemesine asla izin vermeyecektim.

Bilgi kanalım gözlemdi, gücümü ise sezgiden aldım. Eşyaları parçalayıp yeniden birleştirmekle geçirdim günlerimi; bir şeyin nasıl yapılacağını sorarak değil, el yordamıyla keşfettim; insanlardan saklanıp uzun uzun onları seyrettim, nasıl giyindiklerine dikkat ettim, nasıl konuştuklarına, nasıl davrandıklarına ve hatalarını fark ettim…

Yeniyetme çağımda sirkte ve vodvil tiyatrosunda epey vakit harcadım, dünyanın en güzel gösterilerine tanık oldum; bu sayede kendi sanat ölçütlerim de fevkalade yüksek bir düzeye ulaştı. Üzerimde bıraktıkları etkileri tartarak farklı performansları karşılaştırıp kimin en iyi dansçı, kimin en iyi vantrilok, kimin en iyi stand-up komedyeni olduğuna karar veriyordum. Tarzlarına öykünüyor, onlar gibi yapmaya çalışıyordum. Haha! Deneme ve yanılma, işe de yaradı hani.

Bütün bu deneme ve yanılmalar, gözlem ve tekrar tekrar denemeler içimde küstah, kibirli, mütecaviz bir inatlaşma doğurdu. Ne kadar naif olursa olsun, her keşif, dünyanın geri kalanından kıskançça gizlenmek zorundaydı. Her zafer çalınmış bir mücevher gibiydi. Kendimi entelektüel olarak savunmaya almıştım. Açıklayayım.

Her zaman en iyisini yapmaya çalışırken mükemmellik peşinde koşmaktan artık suçluluk duymaya başladım, düşünün artık!

Her zaman aralıksız çalışmaktan dik kafalı biri olup çıktım, az kalsın bundan da kendimi suçlu hissedecektim.

Yaratıcılığımı tetikleyen şeyleri korumak için ketumlaştım.

Birileri fark edecek endişesi, yakalanacağım korkusuyla, sonunda sürekli etrafımı kollar oldum.

Çoğu projeye başlarken, canımdan bezdiren aksiliklerle boğuşmaktan, bütün dünyanın bana karşı olduğuna inanmaya başladım.

Bu, gerçekliğin bir yansıması olduğu kadar aynı zamanda yaratıcılığımın zirvesine çıkmak için gerek duyduğum bir ruh haliydi. Beni bir kanun kaçağı kisvesine büründürmüştü. Devamlı sinsi sinsi dolaşıyor, parmak ucunda yürüyordum, insanlara çaktırmadan sokulup gizli gizli konuşmalarını dinliyor veya aniden karşılarına çıkıyordum. O tavırlarımla bir suçlu gibi görünmüş olmalıyım, başkaları da benim bir suçlu olduğumu sanmıştır muhakkak. Böylece beni çevreleyen dünyanın bana karşı tepkilerindeki şüphe ve güvensizlik beni hiç şaşırtmamaya başladı!

On sekizine gelmeden evvel, bana daha önce dayatılmış olan Etik Kitabı’nı yeniden yazmıştım ve daha ne olup bittiğini anlayamadan, bir suçlunun zekâsına sahip olmuştum bile.

Bir sanatçı olarak tavrım, erken yaşlarda gerçeğin farkına varmamla gelişip olgunlaştı: Entelektüel uğraşımın, hayal kurma özgürlüğümün bir bedeli vardı ki o da yasaklanmak. Ne yapmaya karar verdiysem izin verilmedi! “Yaratıcılık kanunen yasaktır” sözünü dilimden düşürmedim.

Yaratıcı, bir kanun kaçağı olmalıdır.

Suçlu bir kanun kaçağı değil, daha ziyade entelektüel isyanın tohumlarını eken bir şair. Bir bankacı ile tepelerde gezinen yasa tanımaz bir ip cambazı arasında çok büyük bir fark var: Havada bir yerden başka bir yere geçerken bir şey çalmazsınız; gelip geçici bir hediye sunarsınız, keyif ve ilham veren bir hediye.

Kanun kaçağı yaklaşımıma rağmen –ya da bu yaklaşım nedeniyle– farkında olmadan bir kişisel yaratıcılık ilkeleri ağı oluştu. Kanunsuzluk yöntemsizlik demek değildir: Bilakis, olduğum kanun kaçağının yönteme haydi haydi ihtiyacı vardı, çünkü rüyalarımın adasında tek başıma yüzmekteydim.

Ömrün kısa olduğuna inananların ivediliğiyle, işleri halletmenin çok çeşitli yollarını buldum, sorunları sezgilerimle çözdüm ve yenilgiyi kabul etmeyerek imkânsıza ulaşmayı başardım.

Kendimi sanatlarıma adadım, ayrıntıları aşırı bir titizlikle ele aldım; rekabet, para veya sosyal statü gibi yerleşik değerlere pek kıymet vermedim.

Notre Dame, Sydney Limanı Köprüsü ve Dünya Ticaret Merkezi’ndeki ilk ip cambazlığı gösterilerimde izin almayı unutmuşum. Pardon! Ve sonrasında da bağışlanmayı kesinlikle beklemedim.

Yıllar geçtikçe, gayet kişisel bir yaratıcı süreç geliştirmeye başladım. Kendi başıma öğrendiğim esneklikten yararlanmayı sürdürdüm, ilerleyişimde asla yalnız olmadığımı daima biliyordum: Çok çeşitli yaratıcılık alanlarından akıl hocaları, dostlar, ünlü sanatçılar bana yol gösterdi, kapılar açtı. Ancak onlar yalnızca bir zanaatta ustaydı, oysa ben… küstah Rönesans Çocuğu, her şeyi yapmak istiyordum!

Bir gün benden yaratıcı sürecimi bir ders şeklinde başkalarıyla paylaşmam istendi. Fiziksel gösteriler, aksesuvarlarla denemeler, dinleyici katılımı, hikâye anlatımı, canlı yapılan çizimler, ara sınavlar ve hatta sihir numaralarından oluşan eğlenceli bir karışım hazırladım ve yaratıcılık sırlarımdan bazılarını ifşa etmekten zevk aldım.

Derslerimin ünü yayılınca cesaretlenip devam ettim.

Çok farklı kesimlerden insanlar beni dinlemeye geldi: umut vaat eden ip cambazları, Nobel Ödülü kazananlar, papazlar; önem verecek bir meseleleri kalmamış milyonerler, milyoner olmaya çabalayan işadamları; genç girişimciler, hayatlarına bir yön vermek isteyenler, meraklı ruhlar ve her tür alandan öğrenciler.

Dinleyicilerim benim kanun kaçağı tavrımla özdeşleşmiş, herkesin geçtiği yolun ötesine geçmeyi göze alma yönündeki doğal eğilimimden etkilenmiş görünüyorlardı. “Yaratıcılık dilimi” ayrıntılarıyla açıklamamı istediler, konuştuğum teknoloji manyakları bile, teknoloji düşmanı olduğunu kendi ağzıyla itiraf etmiş olan bu adamdan kendi başına öğrenme ve kendi kendine keşfetme konusunda daha fazla kelam duymaya can atıyordu.

Velhasıl sonunda dinleyicilerimin gözde konularını derleyip toparlayarak tek kişilik bir şov hazırladım: İPSİZ! Philippe Petit Yere İniyor. Yaratıcı süreçle ilgili rehber kitaplardan nefret etsem de, gerçekten de bir kitabı dolduracak kadar malzeme biriktirdiğimi fark etmeye başladım.

Ama yaratıcılık hakkında bir kitap değil.

Benim yaratıcılığım hakkında bir kitap.

O yüzden bu kitabı gizli bir anlaşma olarak düşünün ya da isterseniz bir manifesto. Kendinizi de, sevgili okur, kendi entelektüel veya sanatsal “suç” alanını keşfetmeye davet edilen bir suç ortağı olarak kabul edin.

Bu kitabı belirli bir suç planı olarak değil de, benim (beni takip edenleri şaşırtmak için) inşa ettiğim labirentlerin, benim (kaçmak için) kazdığım tünellerin, benim (öğelerin istilasını önlemek için) diktiğim barajların bir dizi kartpostalı olarak düşünün. Suç ortağım, suç talebem olma davetimi kabul edin. Hep beraber kendimizi tehlikeye atacağız, ama hiçbir şeyi şansa bırakmayacağız. Soruların kendisini sorgulayacağız, ama sonunda kesin ilkelere varacağız. Israrla odaklanacağız, ama yine de her şeyi merak edeceğiz.

Bu kitabın hayal gücünüze rehberlik edeceğini umut ediyorum. Bu size her tür engeli tanımanızda, aşmanızda ya da gerekirse ortadan kaldırmanızda yardımcı olacaktır. “Suç niyetlerinizi” telkin olmaktan çıkarıp tastamam uygulamaya geçirmenizin, “son darbeyi” indirmenizin en emin yolunu size gösterecektir. Ve bu esnada tutku, azim, sezgi, yanlış yönlendirme, günlük pratik, sırlar, hatalar, sürprizler ve mucizelere inanmakla ilgili keşfetmiş olduğum şeyleri açığa vurmasını umuyorum.

En önemlisi de, nadiren farkına varmaya özendirildiğimiz, oysa rüyalarımızı gerçekleştirmek için, harikulade bir yaşam planlamamız, tasarlamamız ve inşa etmemiz için şart olan, hepimizin içinde saklı duran o nitelikleri size hatırlatmasını canı gönülden diliyorum.

Sizin için en maceralı yolculuğu, en destansı arayışı ve en başarılı kaçışı temenni ediyorum.

En içten sevgilerimle,

PHILLIPE PETIT
10 Rue Laplace, Paris / 6 Ekim 2012

Çevirmen: Volkan Atmaca
*Bu okuma parçasının yayını için Everest Yayınları’na teşekkür ederiz.

--

--