Ralf Dahrendorf: Demokrasinin Bunalımları

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
Published in
8 min readMay 7, 2018

“Demokrasinin günümüzde ağır bir kriz içinde bulunduğu konusunda size katılıyorum. Bununla birlikte modernlik yolunun her köşesinde bir kriz teşhisinde bulunanlardan da değilim. Her yeni başlangıç noktasında bir sondan demokrasinin veya tarihin sonu gibi bahsedenlerin naifliğini de pek paylaşmıyorum. Bu nedenle, sözcüklerimi dikkatle seçiyorum… Daha önce olduğu gibi şimdi de klasik demokrasinin ilkelerine inanmama ve onun yılmaz bir savunucusu olmama rağmen, demokrasinin anayasal temellerini asla nihayete ermemiş kökten değişimler ışığında yeni baştan düşünmek zorunda olduğumuza da keza inanıyorum. Bugün “post-demokrasi” olarak adlandırabileceğimiz bir aşamaya artık ulaşmış olduğumuzu söyleyebilirim, ancak bu durum bizi, yeni bir demokrasi projesi üzerinde çalışmak yükümlülüğünden kurtarmaz.” Demokrasinin Bunalımları’ndan önsözü paylaşıyoruz.

İki yüzyıl boyunca liyakatini gösterdikten sonra demokrasi, günümüzde açıkça, çıkış noktası bilinmeyen ağır bir kriz içinde. Şu anda gerçekleşen dönüşümü atlatarak bildiğimiz şekliyle varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğini bile kestiremiyoruz. Günümüzde hemen hemen dünyanın tüm ulusları, yönetim şekillerini “demokrasi” olarak adlandırmaktalar. John Dunn’a göre, “insanlık tarihinde ilk kez tek bir baskın devlet şekli, yani modern, demokratik, anayasal ve temsili cumhuriyet” mevcuttur. Siz de şöyle demiştiniz: “Doğu Avrupa’daki komünist rejimler 1989’dan sonra birbiri ardına yıkıldıkları zaman, demokrasi nihai bir zafere ulaştı gibi bir görünüm ortaya çıkmıştı.” Ancak eklemiştiniz: “Ama bugün, henüz 10 yıl dolmadan, bunlardan çoğu artık o kadar emin değiller.” Gerçek yönetme gücü, açıkça -asla daha sağlam bir biçimde değil- giderek azalan bir şekilde halkın, “demos”un ellerinde. Karar mevkii giderek uzaklaşıyor ve zaman zaman artık teşhis edilemez hale geliyor. Küreselleşme ve uluslararasılaşma [Internationalisierung] demokratik karar alma süreçlerinin asli temelini giderek zayıflatıyor. Bu bariz tezat ve buna ilişkin yanıtlarınızla ilgili sizinle sohbet etmek istiyorum. Ancak öncelikle: Kötümser değerlendirmeme katılıyor musunuz?

Demokrasinin günümüzde ağır bir kriz içinde bulunduğu konusunda size katılıyorum. Bununla birlikte modernlik yolunun her köşesinde bir kriz teşhisinde bulunanlardan da değilim. Her yeni başlangıç noktasında bir sondan –demokrasinin veya tarihin sonu gibi– bahsedenlerin naifliğini de pek paylaşmıyorum. Bu nedenle, sözcüklerimi dikkatle seçiyorum. Ancak 1989’da tasavvur ettiğimiz demokrasi şekli, kuşkuya yer bırakmayacak denli ciddi ve derin bir müşkülat içinde. Serbest seçimler dahi artık tatmin edici ve sürdürülebilir çözümler sunmaktan uzak gibi gözüküyor.

Daha önce olduğu gibi şimdi de klasik demokrasinin ilkelerine inanmama ve onun yılmaz bir savunucusu olmama rağmen, demokrasinin anayasal temellerini asla nihayete ermemiş kökten değişimler ışığında yeni baştan düşünmek zorunda olduğumuza da keza inanıyorum. Bugün “post-demokrasi” olarak adlandırabileceğimiz bir aşamaya artık ulaşmış olduğumuzu söyleyebilirim, ancak bu durum bizi, yeni bir demokrasi projesi üzerinde çalışmak yükümlülüğünden kurtarmaz.

Yanlış anlaşılmaları önlemek için sorayım: Öncelikle demokrasiden ne anladığınızı açıklayabilir misiniz acaba? Demokrasi genel oy mudur, parlamentarizm midir, çoğunluk ilkesi midir, siyasal hakların ve yurttaşlık haklarının korunması mıdır, bir anayasanın mevcudiyeti midir? Nedir demokrasi?

“Demokrasi” sözcüğü mutat gündelik dilde kendi gücünden şüphesiz çok şey yitirdi. Büyük Britanya’da liberal demokratik gruba mensup yirmi üç Lord, kendi aralarında “yeni” Lordlar Kamarası’nda bulunacak üç Lord’u seçtikleri zaman, kazananlar “demokratik olarak seçilmiş” diye nitelendiriliyordu. Görüldüğü gibi, seçimleri –her tür seçimi– demokrasi ile özdeşleştirmek yanılgıya yol açabilir. Öte yandan, dünyanın şimdiye dek otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü bölgelerine demokratik ilişkilerin nüfuz ettiğinden bahsederken “demokrasi” kavramı ile kastedilen, bütün bir modern değerler yelpazesidir: Tabii ki özgürlük, ilkin Tocqueville’in demokrasi olarak tanımladığı eşitlik ve ardından kardeşlik. Böylelikle “demokrasi” kavramı, “iyi bir toplum”un eşanlamlısı haline gelmiştir ki bu da bir yanılgıdır. O nedenle bu kavram kargaşasından kaçınmak ve Karl Popper ve John Stuart Mill’in yardımlarıyla, açıkça tanımlanmış bir terminoloji kullanmak istiyorum.

Demokrasi, üç temel soruya mantıklı bir yanıt vererek siyasal iktidarın kullanımına meşruiyet kazandırmayı amaçlayan bir kurumlar topluluğudur. Bu sorulardan ilki şudur:

  1. İçinde yaşadığımız toplumlarda şiddete başvurmadan değişim yaratmayı nasıl sağlayabiliriz?

Demokrasinin en basit tanımını Karl Popper vermiştir: Kan dökmeden yönetimden özgürleşmeye imkân tanıyan bir rejim. Bu tanım belki çok dar ve basit olmaktan ziyade veciz; ancak içerdiği imalar gerçekte son derece karmaşık.

Bu nedenle, bununla bağlantılı olarak demokrasinin yanıt vereceği iki soru daha sormak istiyorum:

  1. “Checks and balances” [kontrol ve denge] sisteminin yardımıyla iktidar uygulayıcılarını nasıl denetleyebilir ve iktidarlarını kötüye kullanmamalarını nasıl temin edebiliriz?

Winston Churchill’in, diğer tüm yönetim biçimleri görmezden gelinirse, demokrasinin en kötü yönetim biçimi olduğu şeklindeki meşhur sözüne katılmıyorum. Bu büyük adamı parlamentonun, seçimlerin, partilerin vs. kendi iktidar uygulamasına getirdiği sınırlamalar aslında rahatsız ediyordu. Bu, birçok büyük ve daha az büyük adam bakımından da böyledir, ancak demokrasinin bu kadar uygar bir yönetim biçimi olmasının nedeni tam da budur. Bizi hem tiranlıktan hem de büyük adamların tiranlığından korur.

Nihayet, demokrasinin yanıt verdiği son soru şudur:

  1. Halk -bütün yurttaşlar- iktidarın kullanımına nasıl ortak olabilir?

Demokrasi, yönetimi denetlemeyi ve şiddete başvurmadan onu iktidardan düşürmeyi mümkün kılan kurumları yaratan halkın sesidir. Bu anlamda “demos”, halk, demokratik kurumlara meşruiyet sağlayan egemendir.

O zaman demokrasi, temelde iktidarı denetlemek midir?

Benim tanımım, iktidar uygulamasını sınırlandırma yönünü kesinlikle vurguluyor. Ama yanlış anlaşılmasın: Elbette ki iktidar daha çok yaşam olanağı yaratmak için zorunlu bir araçtır. Yukarıda formüle edilmiş üç soruyu, sonuçta herhangi bir değişiklik olmaksızın, daha aktif ve olumlu bir demokrasi anlayışını ön plana çıkartarak başka türlü sormak da mümkündür. Bu sorular şu şekilde de sorulabilirdi:

  1. Halkların iradesi ve gayretleri nasıl eyleme dökülebilir, yani gerçekleştirilebilir?
  2. Bu süreç, sorunların (parlamento aracılığıyla) makul bir şekilde tartışılarak net sonuçlara (yasa yapımı) ulaştırılacağı şekilde nasıl inşa edilmelidir?
  3. İktidarı uygulayanlar (yönetimler), eyleme önderlik edecek inisiyatifi ele alacak konuma nasıl getirilebilir?

Demokrasinin durgunluğunun yol açtığı son derece yaygın hoşnutsuzluğun, tercihimizi soruları ikinci tarzda sormaktan yana kullanmamıza yol açabileceği bir çağda yaşıyoruz. Mancur Olson “Aufstieg und Niedergang von Nationen” [Ulusların Yükselişi ve Çöküşü] adlı eserinde tercihini bu yönde kullandı. Ancak daha önce olduğu gibi şimdi de, demokrasinin günümüzde içinde bulunduğu krizin daha çok, yeni ekonomik ve politik gelişmeleri kontrol altına alamamak ve bunlara meşruiyet kazandıramamaktan kaynaklanan bir kriz olduğuna inanıyorum. Bu nedenle, soruları ilk şekilde olduğu gibi sormayı tercih ediyorum. Çünkü bu üç sorunun hepsi, tek bir sorunu açığa vuruyor. Örneğin, iktidarı ellerinde bulunduranları oradan düşürmeye yarayan bir araç olan seçimler, artık arzu edilen etkiyi yaratmıyor gibi görünüyor: Bazen bir iktidar değişikliği oluyor ve aradan iki ay geçtikten sonra insanlar yine memnuniyetsizleşiyor ve en küçük bir geçici kriz belirtisi ortaya çıktığı zaman, kısa bir süre önce seçmiş oldukları hükümete ateş püskürüyorlar; benzin fiyatlarının artışı olayında olduğu gibi… Seçmenler, tüketimle ilgili belirli bir davranış kalıbını siyasete aktarıyor ve kullandıktan sonra attıkları bir kola şişesine benzer şekilde demokrasiyi adeta bir tüketim nesnesi olarak görüyorlar. Parlamentolar iktidarlarının büyük bir kısmını kaybettiler. Yasama alanında daha az, hükümeti denetleyen organ niteliğini ise daha çok…

Demokrasinin içinde bulunduğu krizin özü bana kalırsa, ana hatlarıyla verdiğim yanıtların, yalnızca belirli bir bağlamda, yani yalnızca geleneksel ulus-devletlerde geçerli olması olgusunda yatar. Başka bağlamlarda ne gibi bir geçerliliğe sahip olacaklarını söylemek zor. Bu nedenle demokrasinin krizi ile ulus-devletin krizi arasındaki bağıntıyı merkezi bir nokta olarak dikkate alacağım. Ulus-devlet sınırları içinde, günümüze dek bu üç soruya yanıt veren demokratik kurumlara –benim de şiddetle inandığım gibi– inansak bile, değişim zorunluluğu karşısında gözlerimizi kapayamayız. Bu nedenle, artık varolmayan bir dünyayı belli bir hüzün ve melankolik bir hatıra eşliğinde açıklayacağım ki bu söyleşi sırasında zorunlu müdahaleler ve değişimler hakkında söyleyebileceklerime de bu duygu eşlik ediyor.

Demokrasinin temel değerleri arasına hukuk devleti ilkesini, “the rule of law”u [hukukun üstünlüğü] katmadınız. Neden?

Bana göre liberal düzen iki farklı unsurdan oluşuyor: Bunlardan biri demokrasi, diğeri hukuk devleti, yani aralarında herhangi bir fark gözetmeksizin tüm yurttaşların yasalara tabi kılınmaları. Her iki unsur eşit derecede önemli, ancak sırf bu nedenle özdeş de sayılamazlar. Hukuk devletinin önemli unsurlarını bünyesinde barındıran ancak kesinlikle demokratik olmayan ülkeler varolmuştur: Bunu söylerken Prusya’yı kastediyorum. Ve demokratik olan ancak çok zayıf bir hukuk devleti niteliği [Rechtsstaatlichkeit] taşıyan ülkeler de olmuştur: Amerikan tarihinin erken aşamasındaki Birleşik Devletleri, düşünüyorum bunu söylerken. Rusya örneğin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra tamamen demokrasinin kurulmasına odaklandı ve bu arada hukuk devletinin kuruluşunu mazur görülemez bir biçimde ihmal etti ki bu yüzden büyük bir bedel ödüyor. Münferit de olsa, günümüzde İran gibi, hukuk devleti niteliğine dair hiçbir iz taşımaksızın demokrasi yolunda ilerleyen ülkeler de var.

O halde, demokrasi ve hukuk devleti bir ve aynı şey değil. Hukuk devleti de sorduğumuz üç soruya belli yanıtlar veriyor. Böylelikle, örneğin hukuksal denetim olanağı, iktidarın denetlenmesi için bazı “cheks and balances” mekanizmalarını teminat altına alıyor. Bazı yerlerde iktidar sahiplerini şiddete başvurmaksızın iktidardan düşürmek için yasal yöntemler geliştirilmiş; örneğin, Amerikan Anayasası’nda başkanlık makamı iki seçim dönemi ile sınırlanmış. Ancak hukuk devleti, “demos”un demokratik sürece katılımının nasıl teminat altına alınacağı konusunda fazla bir şey söylemez.

Bu yüzden, günümüzde ortaya çıkan bazı sorunların, yeni ve daha büyük politik mekânlarda yer alan sözde demokratik kurumların yapılandırılması yolundan ziyade, hukuk devletinin uluslararası düzeyde yaygınlaştırılması aracılığı ile çözülebileceği şeklindeki melankolik sonuca ulaşmaktayım. Bunu söylerken ikircikliyim çünkü demokrasinin ulus-devlet düzeyinde, eskiden olduğu gibi şimdi de yetkin bir yönetim biçimi olduğuna inanıyorum. Ancak ulus-devlet ötesinde –politik kararların alındığı birçok uluslararası ve çok uluslu düzeyde– pratik olduğuna inanmıyorum. Demokrasi sorununu uluslararası düzeyde sürekli yenilenen seçimler yoluyla çözmek isteyen ve bunu isterken de Avrupa’daki hükümetleri düşünen veya derhal bir dünya hükümetini aklına getiren her kimse bana kalırsa hayalcidir. Örneğin, hukuk devletine ilişkin unsurların Avrupa Birliği’nde yaygınlaştırılması, benim gözümde Komisyon Başkanı’nın doğrudan seçilmesine göre çok daha gerçekçi ve çok daha kolay uygulanabilir bir yoldur.

Sorunların analizi ve olası çözümlerine gelmeden önce, demokrasinin içinde bulunduğu krizin liberal politik düşüncenin galebe çalmasının bir sonucu olup olmadığını sormak istiyorum. Kabaca söylersek demokrasi, bir elit tarafından yönetilen toplumlarda liberal bir fikir olarak ortaya çıktı. 20. yüzyılda kitlelerin siyasal sürece itiş kakış girmeleri ile kendi içinde bir münakaşaya tutuşmak zorunda kaldı. Bugün birçok kişi, liberalizmin bu meydan okumayla başa çıkamayacağı ve bunun sonucunda ekonomik alana doğru geri çekildiği ve bu alanda tüketici veya mahkeme önünde davacı olan yurttaşların ihtiyaçlarına yanıt verdiği, ancak yurttaşlık haklarını ‘tout court’ [düpedüz] ihmal ettiği, yani yurttaşların siyasal haklarını savunmak ve geliştirmekle hiç ilgilenmediği görüşünde.

Liberalizm çok çeşitli ve birbirinden farklı amaçlar uğruna kullanıldı. Özünde benim için, “liberal düzen” olarak tanımlayacağım özgürlük durumunu ifade ediyor. Demokrasi gibi, belki liberal düşünce de bir kriz içinde. Ancak liberalizmin devletin ekonomik ve toplumsal güçlerin serbest gelişimi üzerinde yalnızca sınırlı bir etkiye sahip olması gerektiğini vurgulayan bir yönü her zaman vardı. Hem burjuva toplumu [Bürgergesellschaft] hem de pazar ekonomisi belirli temel kuralları kabul eder ancak bireylerin hiçbir sınırlamaya tâbi olmadan özgürce etkinlik gösterdikleri alanlar da vardır; bu anlamda geçtiğimiz on yıl, son derece olumlu gelişmelere sahne oldu. Yani pazar ekonomisinin belli aşırılıklarının liberalizmin ilkelerine karşı etkili bir argüman olduğuna inananlardan değilim. Öyle olduğu kabul edilse bile bu ancak kuralları yeni baştan düşünmek için bir argüman olabilir.

Bir yanda liberal düzen, öte yanda güçlü bir burjuva toplumuna eşlik eden güçlü bir pazar ekonomisi eskiden olduğu gibi şimdi de liberalizmin hedefleridir. Bu anlamda özel bir kriz göremiyorum. Kendilerini liberal olarak tanımlayan partilerin bir kriz içinde olduğundan bahsedilebilir şüphesiz, hatta bundan bahsetmek zorunludur ve bu anlamda söz konusu olan, gerçekte siyasal liberalizmin içinde bulunduğu krizdir. Ancak bununla özel olarak meşgul değilim; liberal partilerin kaderinden çok, özgürlüğün kaderi hakkında kaygı duymamız gerektiğine inanıyorum.

Çevirmen: A. Emre Zeybekoğlu
*Bu okuma parçasının yayını için İthaki Yayınları’na teşekkür ederiz.

Ralf Dahrendorf (1929–2009). 20. yüzyılın önde gelen sosyolog ve felsefecilerinden. Nazi karşıtı faaliyetlerinden dolayı babasıyla birlikte temerküz kamplarına yollandı. Almanya’da klasik filoloji, sosyoloji ve felsefe eğitimi aldı, hocalık yaptı. Aynı zamanda Baden-Württemberg Parlamentosu’na seçilerek siyaset hayatına da atıldı. 1974 sonrası London School of Economics’te hocalık, ardından Oxford Üniversitesi’ne bağlı St. Anthony’s College’da rektörlük yaptı. 1988’de İngiliz vatandaşlığına geçti, “Sir” unvanı aldı ve Lordlar Kamarası’nda üye oldu. Çağdaş topluma dair eleştirel gözlemleriyle tanındı.

--

--