Remzi Karabulut: “Yaranız kanamaya başlayınca, söyleyecekleriniz birikiyor.”

Söyleşi: Seyit Soydan

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
6 min readJul 20, 2018

--

Remzi Karabulut, Acı Gösteri’de yazdığı öykülerde epeydir unutulmuş insan tipleriyle yeniden buluşturuyor okuru. Gizemli koleksiyonerden kasabanın delisine, vitrin mankeninden Yılancı Yunus’a tüm kasaba öykülerin içinde canlanıyor. “Yazdıklarıma Anton Çehov’un ilgiyle bakmasını, Sait Faik’in içten gülümsemesini, Vüs’at O. Bener’in sonuna kadar okumasını, Ferit Edgü’nün gereksiz sözcük bulmamasını, Orhan Kemal’in şaşırmasını, Cemil Kavukçu’nun güvenmesini ve sevdiğim kadının ‘Çok samimi olmuş’ demesini isterim. Dahası, Nâzım Hikmet’in şiirsel bulmasını, Yaşar Kemal ile Salah Birsel’in onda yeni bir sözcükle karşılaşmasını isterim. Acı Gösteri’deki öykülerimin ağacın kök salması gibi gürültü etmeden yaşama sızmasını dilerim” diyen Remzi Karabulut’la öykü ve insan halleri üzerine söyleştik.

Yaşamöykünüzden, öyküyle buluşmanızdan ve sizi besleyen kaynaklardan söz edecek olursak…
Yaşamöyküm, Doğu’daki insanların yaşamöykülerine benzer. Kaderim de öyle biraz. Orada hiçbir şeyin ortası yoktur. Ya uçurumun dibi vardır ya da ağzı. Böyle bir yerle ilgisi olmayanları görmeye başladığınız zaman, yaranız kanamaya başlıyor. Yaranız kanamaya başlayınca da doğal olarak söyleyecekleriniz birikiyor. Ben talihliydim ki yazma yoluna gittim. Düşünün, ya yazamayan ne yapsın? Bu ilk sorunuzun bendeki özeti bu.

Büyüdüğünüz coğrafyadaki sözlü kültürün, masalların etkisi, çocukluk, çocukluğun o saf ve en yalın insan halleri öykülerinize damgasını vuruyor. “Yılanların Dölü” öyküsünde “Az önce yaşadığım şeyler kadar canlı” diye anlattığınız büyümemiş haliniz mi?
Sözlü kültür García Márquez’i, Ferit Edgü’yü, Orhan Kemal’i, Karacaoğlan’ı, Yaşar Kemal’i nasıl etkilediyse, beni de öyle etkiliyor. Doğrusu bunu Doğu’da yapma şansım olmadı. Tam onları dinleyecek ve onlardan yazınsal gıda alacakken, bir kara tren beni aldı Çukurova’ya attı. Sözünü ettiğiniz sözlü kültür Çukurova’da da doruk noktada. Doğu’da yapamadığımı burada yapabiliyorum rahatlıkla. Buranın köylülerinden çocukluğun ve insanlığın o saf ve yalın hallerinden etkilenmemek olası değil. O halde elbette çocukluk vardır. Çocuklar nasıl gereksiz yük yüklenmemişlerse, yaşlılar da gereksiz yükleri atanlardır. Has edebiyat bunu görmezden gelemez elbette.

Kadınlar Gülmemeli kitabınızdaki gülmeyen kadınlarla Acı Gösteri kitabınızda da karşılaşıyoruz. “Gelin Kuyruğu”ndaki divane âşık, “Ayrı Şeyler” öyküsündeki Melahat Teyze, “Kebap” öyküsündeki bir aydır kebap aşeren ve yediği bir tike et boğazında düğümlenen kadınlar gülemiyor. Bir güzellik imgesi olarak sunulan kadının toplumda ve edebiyatımızdaki gerçek yeri nedir?
Kadının toplumdaki yeri de, edebiyattaki yeri de belli aslında. Bizim ilgi duyduğumuz has edebiyatta kadın harcanmıyor, kutsanıyor. Onun o yüce değeri biliniyor ve bir korunak gibi altına giriliyor. Öte yanda böyle yaklaşmayan yazarlar bizi ilgilendirmiyor tabii; onlar zaten her şeyi satışa çıkarmış durumdalar. İnsan olarak kadını anlamaya dönük durmamız yeterli. Onların korunmaya ihtiyaçları yok çünkü. Bizden zekiler ve kendilerini pekâlâ koruyabiliyorlar. Bence bütün kadınları anlamaya çalışmak yerine, herkes yanındaki kadını anlasa, anlamaya çalışsa her şey daha başka olacak.

Öyküleriniz kısa ve çarpıcı; olay örgüsünü çoğu kez diyalog yoluyla anlatıyor, hepimizin içinde yer aldığı bir dünyayı gözlem gücüyle anlatıyorsunuz. Öykünün doğum sancılarından söz edecek olursak, soyut bir resim ile öykü yazmak arasındaki ilişki nedir?
Her sanat dalının hayatla olduğu gibi diğer sanat dallarıyla ilişkisi vardır. Paul Klee ile Miró’nun soyutlamalarından etkilenmemek olası mı? Ömer Uluç’tan, Burhan Doğançay’dan etkilenmemek olası mı? Soyut resim de yaptığımı bilerek mi sordunuz bilmiyorum, ama ben öyküde çıkmaza girdiğimde, yani üretemediğimde gider soyut resim yaparım. Günler sonra hiç ummadığım bir sürü öykü parçacıklarıyla dönerim oradan. Bu sorunuzu yanıtlarken karşımda Miró’nun Şarkı Söyleyen Balık adlı tablosuna bakarak esinlik duyduğumu ayrıca belirtmeliyim.

“Çukurova kundağımız / Kefen bezimiz” der Ahmed Arif. Siz de Çukurova’nın insan hallerini; yokluğu, yoksunluğu, yoksulluğu ve gizli sevdaları sızdırıyorsunuz öykülerinize. “Ayrı Şeyler” öykünüzde 1970’li yıllardaki içsavaşın izlerini görüyoruz. “Bir şey değişecekse değişir, birbirinizi vurmakla olmaz bu. Ölen boşuna ölüyor, kör keseye gidiyor yani. Yazık oluyor gül gibi bebelere. Oturun oturduğunuz yerde. Kendinizi heder etmeyin boşuna. Sonunda her şey olacağına varır.” Uzun yıllar geçmesine rağmen kan, akmaya devam ediyor. Su akıp yatağını bulacak mı sonunda?
Doğrular ortadayken buna rağmen büyük insani bedeller ödeyerek işleri zora sokanlar, hiç kuşku yok ki gelecekte kötü anılacaklar. Teknolojinin bu denli geliştiği bir çağda insanlığın bu denli gerilemesi üzücü. Elbette bu bulanıklık geçecektir; su kendine yakıştığı berraklıkta ve rahatlıkta akacaktır günün birinde. Kimi uygarlıklar bunu erken kavrıyor ve değişimi/dönüşümü zamanında yapıyor. Ne yazık ki ülke olarak hayata ve insana olan bakışımızı uygarlık düzeyine çıkaramadık daha. Geminin Batı’ya doğru gittiğine aldanmayın, içindekiler inatla geriye gidiyor.

Firik sözcüğü argoda çılgın ve deli anlamına geliyor. Firiklerdeki ortak özellik hepsinin de kafayı sıyırmış olmaları. Her köyün, kasabanın, kentin delileri var. Rivayete göre, Dersim’in delisi 12 Eylül sabahı sokakta insan göremeyince askerlerin yakasına yapışır, “Nerede bu insanlar, hepsini öldürdünüz mü?” diye isyan eder. En saf insan halimiz değil midir delilik?
Evet, en saf ve en insan halimizdir o hal. Kimseye eyvallahları yoktur onların. Kimi normal insanlar gibi ikiyüzlü değiller. Seviyorsa bir insanı sevdiğini söyler, sevmiyorsa sevmediğini de söyler yüzüne. Bundan daha dürüst insan hali olabilir mi? Eskiden beri bu tipler benim kahramanlarımdır. Onları izlemek, dinlemek benim büyük ilgi alanım. Bir de insanların gözlerinin içine baka baka yalan söyleyen yöneticileri düşünün. Kahramanlarımdan bir tekini yalancı politikacıların tümüne değişmem.

Ve yılanlar… Çukurova’nın sıcağında kaynayan yılanlarla yârenlik eden çocuklar. “Yılanların Dölü” öyküsünü çok sevdim. Orada bizi büyüten efsaneler, masallar, hayvanlarla dostluk ve doğayla uyumlu yaşayan saf insanlık halleri var. “Gelin Kuyruğu”ndaki kızın İrfan’a, Yılancı Yunus’un Dilan’a duyduğu da saf aşk. Çocukluk, delilik ve aşk arasında ortak bir ilişki var mı sizce?
Bilmem, düşünmedim doğrusu. Ama evet, neden olmasın, aşkta da delilik olabilir. Dürüst olma hali var çünkü gerçek aşkta. Hem güçlü hem de zayıf yanlarını ortaya koyma hali.

Yılancı Yunus “Yılanlar zarar vermezler, biliyorum” der. “Ben insanlardan korkarım. Neden? İnsanların ne zaman, ne yapacağı belli olmuyor? Dilan beni sevsin, başkasıyla evlensin bir şey olmaz. O benimle evlenmez, yılanlardan korkar çünkü. Ben, Dilan’ın korkmasını istemem, severim çünkü onu.” Hayvanların topluca katledildiği, kimsenin incelikleri düşünmeye vakit bulamadığı, hoyratlığın kol gezdiği günümüzde bu sözler bilgelik mi, delilik mi?
Gülten Akın cevap veriyor bir şiirinde buna: “Ah, kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.” Sokakta korkunç bir terör var. İnsanlar birbirlerine hiç de nazik davranmıyor. Yemek çiğnemeyi, yolda yürümeyi, doğru konuşmayı bilmiyoruz. Okumuyoruz. Okumayınca kendimizi tanıyamıyoruz. Kendimizi tanıyamayınca da kimseyi tanıyamıyoruz. Geçenlerde bir lisede söyleşiye çağırdılar beni. Kız öğrencilerden birinin, “Hayatımda ilk defa bir yazar gördüm” demesi üzücüydü. Teste odaklı ve salaklaştırıcı bir eğitim var. Mimarla, heykeltıraşla, müzisyenle, şairle, yazarla, ressamla, karikatüristle iletişim kuramamış bir öğrenci ruhunu nasıl inceltecek? Diyeceğim, zehirli yılan bile zarar vermez, insanın insana verdiği zararı.

Kaybolan insanlığımıza küsmüş bir suskundur Sessiz Osman. Garibandır. Halin kıyısında iteklenen ayrancı ile lahmacuncunun verdikleriyle karnını doyurup mutlu olur. Köyden toplayıp getirdiği bir sepet inciri zulümkâr zabıtaya verir, “Allahınızı severseniz ayrancıyla lahmacuncuya karışmayın Hüsnü bey, onların gidecek başka yeri yok” der. Yaşar Kemal’in “O güzel insanlar o güzel atlara bindiler ve çekip gittiler” dediği gibi “Sular da terk etti bizi” diyor öykü anlatıcımız. “O su ile insanlık da çekildi sanki. İnsanlık da kalmadı eskisi gibi. Ne eski sular, ne de eski dostluklar artık.” Nereye gitti bu güzel insanlık?
İnsanın aslında çok şeye ihtiyacı yok. Ama bütün dünya sanki insan dışındaki bir sürü şeye ihtiyacı varmış gibi hunharca savaştı. Bu savaş hâlâ devam ediyor. Kazanan daha çok kazanmak istiyor. Daha çok kazanmak istedikçe insan ve insanlık harcanarak yapılıyor. Yine de ben kötümser değilim. O mutlak insan durumu her şeyin üstesinden gelecektir. Bu kirli alışveriş ve ilişkiler bitmek zorunda. İnsanlık bir şey yapmasa bile doğa kendiliğinden geçekleştirecektir bunu. Doğal yapısı bunu gerektiriyor çünkü.

Çukurova köylerinden öykü toplamaya devam edecek misiniz? Yeni öykü projeleriniz var mı?
Yazma serüveni devam edecek elbette. Burada büyük bir kaynak var. Üstelik bütün evreni ilgilendiren bir kaynak.

Son olarak okurlarımıza ne söylemek istersiniz?
Onlardan bir dileğim var: Her zaman ve her yerde yanlarında bir kitap olsun. Ve bir kimlik gibi hiç yanlarından ayırmasınlar. Teşekkür ederim.

Acı Gösteri / Yazar: Remzi Karabulut / Öykü / Sel Yayıncılık / 2011 / Kapak görseli: Mustafa Horasan

Remzi Karabulut; 1963 yılında Sarıkamış’ta doğdu. Bir dönem soyut resimle ilgilendi ve etkisinde kaldığı metinlerin resimlerini yaptı. Yaptığı resimlerle ikisi kişisel, üç sergi açtı. Yazılarını Edebiyat 8I, Çağdaş Türk Dili, Yeni Düşün, Uç, Damar, Aratos, Kül Öykü, Notos gibi dergilerde yayınlayan Karabulut’un ilk kitabı ‘Hep doğruyu söyleyen yalanım ben’(Günce) 2002 yılında Kültür Bakanlığı yayınları arasından, ikinci kitabı Kadınlar Gülmemeli (Öykü) 2005 yılında Can yayınları arasından çıktı. Remzi Karabulut 1975 yılından beri Tarsus’ta yaşıyor.

--

--