Rudyard Kipling: Orman Kitabı

OKURYAZAR.TV
okuryazartv
Published in
20 min readJun 26, 2018

“Orman Kitabı, Hindistan ormanlarının egzotik atmosferini, fabl türünün büyüleyici “hayvan kahramanları”yla birleştiren bir klasik. Rudyard Kipling’in eskimeyen yapıtı, hem neşeli hem de dokunaklı öyküleriyle, sinemaya, tiyatroya ve çizgi romana defalarca uyarlandı ve bugün de aynı heyecanla okunmaya devam ediyor.” Orman Kitabı’ndan bir bölüm sunuyoruz.

Mowgli’nin Kardeşleri
Çaylak Rann şimdi, eve getiriyor geceyi
Yarasa Mang’in azat ettiği.
Sürüler kapandı ahır ve kümeslere
Zira gün doğumuna kadar yok bize mâni.
Bu gurur ve güç saati,
Pençe, kuyruk ve tırnak.
Hey, duyun çağrıyı! İyi yapın avı
Orman Kanunu’nu koruyanı!
Orman’da gece şarkısı

Çok sıcak bir akşamdı. Seeonee tepelerinde Baba Kurt, günlük uykusundan saat yedide uyandı, kaşındı, esnedi ve üzerlerindeki uyku hissini atmak için birbirini ardına pençelerini esnetti. Anne Kurt büyük, gri burnunu yu­varlanıp ciyaklayan dört yavrusunun üzerine uzatmış, yatıyordu. Ay hep beraber yaşadıkları mağaranın ağzında parladı. “Arrh!” dedi Baba Kurt. “Tekrar avlanma zama­nı.” Tepeden aşağı koşmak üzereydi ki fırça kuyruklu kü­çük bir gölge eşiği geçip sızlanmaya başladı: “Ey Kurtların Şefi, şans seninle olsun! Şans ve güçlü beyaz dişler asil ço­cuklarınla olsun, bu dünyadaki açları unutmasınlar.”

Gelen çakaldı. Tabaqui, Artıkçı. Hindistan kurtları, ara bozuculuk yaptığından, yalanlar söylediğinden ve kö­yün çöplüğünden paçavra ve deri parçaları yediğinden Tabaqui’yi hor görürler. Ama aynı zamanda ondan kor­karlar da, çünkü Tabaqui delirmeye, ormandaki herkes­ten daha fazla yatkındır; böyle zamanlarda birilerinden korktuğunu unutur, orman boyunca koşup önüne gelen her şeyi ısırır. Küçük Tabaqui delirdiğinde kaplanlar bile kaçıp saklanır, zira delilik vahşi bir hayvanı ele geçirebile­cek en utanç verici şeydir. Biz kuduz deriz ama onlar de­wanee, çılgınlık, der ve kaçarlar.

“Gir o zaman ve bak,” dedi Baba Kurt sertçe, “ama bu­rada yemek yok.”

“Bir kurt için hayır,” dedi Tabaqui, “ama benim gibi biri için kuru bir kemik iyi bir ziyafettir. Biz, Gidurlog kimiz ki ince eleyip sık dokuyalım?” Mağaranın arka tara­fına seğirtti, orada üzerinde biraz et olan bir geyik kemiği buldu ve oturup neşeyle kemirmeye başladı.

“Bu güzel yemek için sonsuz teşekkürler,” dedi, du­daklarını yalayarak. “Bu asil çocuklar ne kadar da güzeller! Gözleri ne kadar da büyük! Hem de daha çok gençler! Ta­bii, tabii, kralların çocuklarının doğuştan saygın olacağını hatırlamalıydım.”

Diğer herkes gibi Tabaqui de çocukları bu şekilde öv­menin ne kadar şanssızlık getirdiğini biliyordu. Anne ve Baba Kurt’un rahatsız olduğunu görmek onu memnun etmişti.

Tabaqui, yaptığı kötülükle neşelenerek kımıldamadan oturdu ve nispet olsun diye şöyle dedi:

“Shere Khan, Yüce Olan, avlanma bölgesini değiştir­di. Gelecek ay döngüsünde bu tepelerde avlanacak, bana öyle söyledi.”

Shere Khan, otuz kilometre uzaktaki Waingunga Nehri yakınlarında yaşayan kaplandı.

“Buna hakkı yok!” diye öfkeyle konuşmaya başladı Baba Kurt. “Orman Kanunu’na göre önceden uyarmadan bölgesini değiştirmeye hakkı yok. On beş kilometre için­deki herkesi korkutacak ve ben… Ben bugünlerde iki kişi için avlanmak zorundayım.”

“Annesi ona boşuna Lungri dememiş,” dedi Anne Kurt sessizce. “Doğuştan bir ayağı topal. Bu yüzden de sadece sığırları öldürüyor. Waingunga köylüleri ona kız­gın ve o buraya bizim köylülerimizi de kızdırmaya geldi. Köylüler onu bulmak için ormanı köşe bucak aradığında o çok uzaklarda olacak, otlar ateşe verildiğinde kaçmak zorunda kalan biz ve çocuklarımız olacağız. Gerçekten, Shere Khan’a fazlasıyla minnettarız!”

“Minnetinizi ona ileteyim mi?” dedi Tabaqui.

“Dışarı!” diye patladı Baba Kurt. “Dışarı! Efendinle av­lanasın. Bir gece için yeterince zarar verdin.”

“Gidiyorum,” dedi Tabaqui sessizce. “Aşağıdaki ağaç­lıktan Shere Khan’ın seslerini duyabilirsiniz. Mesajı ken­dime saklasam da olurmuş.”

Baba Kurt dinledi ve küçük bir nehre inen vadinin aşağısından, hiçbir şey yakalayamayan ve bunu bütün or­manın bilmesini de umursamayan kaplanın kuru, öfkeli, hırıldayan, tekdüze sızlanmasını duydu.

“Aptal!” dedi Baba Kurt. “Gece avına bu sesle başlıyor! Bizim geyiklerimizi, onun şişko Waingunga öküzleri gibi mi sanıyor?”

“Hıh. Bu gece avladığı öküz ya da geyik değil,” dedi Anne Kurt. “İnsan.”

Sızlanma bir çeşit mırıldanmaya, hırıltıya dönüşmüş­tü; aynı anda pusulanın her yönünden geliyor gibiydi. Bu ses, açık havada uyuyan oduncu ve çingeneleri bazen şa­şırtıp kaplanın tam ağzına koşmalarına neden olan sesti.

“İnsan!” dedi Baba Kurt beyaz dişlerini göstererek.

“Rezalet! Yeterince böcek ve kurbağa yok mu ki insan ye­mek zorunda, hem de bizim bölgemizde!”

Sebepsiz yere hiçbir şey emretmeyen Orman Kanunu, çocuğuna nasıl öldürüleceğini göstermek için öldürmesi dışında, tüm hayvanlara insan yemeyi yasaklar ki o zaman da hayvan, sürü veya kabile avlanma bölgesinin dışında avlanmalıdır. Bunun asıl sebebi de insan öldürmenin, er ya da geç, silahlarıyla fillerin üstünde beyaz adamların ve de okları, patlayıcıları ve meşaleleriyle kahverengi adam­ların gelişi anlamına gelmesidir. O zaman ormandaki herkes acı çeker. Hayvanların kendi aralarındaki neden­leriyse, yaşayan varlıklar içinde insanın en zayıf ve en savunmasız olmasıdır. Onlara dokunmak sportmenliğe yakışmaz. Aynı zamanda derler ki, ve doğrudur da, insan yiyenler uyuz olur ve dişleri dökülür.

Hırıltı sesi arttı ve kaplanın boğazından tüm gücüyle gelen bir “Aaarh!” ile kesildi.

Sonra Shere Khan’dan bir uluma duyuldu, pek kap­lansı olmayan bir ulumaydı. “Kaçırdı,” dedi Anne Kurt. “Ne oluyor?”

Baba Kurt birkaç adım ilerledi ve çalılıklarda yuvarla­nan Shere Khan’ın vahşi homurdanma ve mırıldanmala­rını duydu.

“Aptal, oduncunun kamp ateşine atlamamayı akıl edememiş, ayağını yakmış,” dedi Baba Kurt homurdana­rak. “Tabaqui onunla.”

“Bir şey yukarı geliyor,” dedi Anne Kurt bir kulağını kıpırdatarak. “Hazır ol.”

Ağaçlıktaki çalılar biraz hışırdayınca Baba Kurt arka bacaklarının üzerine oturup sıçramaya hazırlandı. Sonra, eğer izliyor olsaydınız, dünya üzerindeki en mükemmel şeyi görürdünüz: Kurt sıçramanın yarısında durdu. Sıçra­yışını, neyin üzerine atladığını görmeden yapmıştı, son­rasında kendini durdurmaya çalıştı. Sonuç olarak, aniden havada bir metre kadar ilerlemiş ve neredeyse ilk sıçradığı yere geri inmişti.

“İnsan!” dedi Baba Kurt. “İnsan yavrusu. Bak!”

Tam önünde, alçak bir dala tutunmuş, yürümeyi yeni öğrenmiş, çıplak, kahverengi bir bebek duruyordu. Gece vakti bir kurdun mağarasına gelen en yumuşak ve en gam­zeli şeydi. Yukarı, Baba Kurt’un yüzüne baktı ve güldü.

“O bir insan yavrusu mu?” dedi Anne Kurt. “Daha önce hiç görmemiştim. Buraya getir.”

Kendi yavrularını taşımaya alışık olan bir kurt gere­kirse bir yumurtayı kırmadan ağzına alabilir. Yani Baba Kurt’un çenesi tam çocuğun sırtında kapanmış olsa da, onu yavruların arasına koyduğunda tek bir diş bile çocu­ğun derisini çizmemişti.

“Ne kadar küçük! Ne kadar çıplak ve ne kadar cesur!” dedi Anne Kurt usulca. Bebek, sıcak deriye yaklaşmak için yavruları ittirerek ilerliyordu. “Ayy! Diğerleriyle be­raber besleniyor. Demek bu bir insan yavrusu. Acaba ço­cuklarının arasında bir insan yavrusu olduğu için övünen bir kurt oldu mu hiç?”

“Arada sırada böyle şeyler duydum ama bizim Sürü’de ya da benim hayatım boyunca hiç olmadı,” dedi Baba Kurt. “Hiçbir yerinde tüyü yok ve ayağımın tek bir do­kunuşuyla onu öldürebilirim. Ama bak, bana bakıyor ve korkmuyor.”

Mağaranın ağzındaki ay ışığı engellenmişti, çünkü Shere Khan’ın büyük başı ve omuzları girişe sokulmuş­tu. Tabaqui, arkasında ciyaklıyordu: “Efendim, efendim, buraya girdi!”

“Shere Khan bizi onurlandırıyor,” dedi Baba Kurt ama gözleri fazlasıyla öfkeliydi. “Shere Khan’ın neye ihtiyacı var?”

“Avım. Bir insan yavrusu bu yöne geldi,” dedi Shere Khan. “Ailesi kaçtı. Onu bana verin.”

Shere Khan, Baba Kurt’un dediği gibi bir oduncunun kamp ateşine atlamıştı ve yanmış ayağının acısından do­layı kızgındı. Ama Baba Kurt, mağaranın ağzının bir kap­lanın içeri girmesi için fazla dar olduğunu biliyordu. Şu an olduğu yerde bile, Shere Khan’ın omuzları ve ön pen­çeleri, bir insan, fıçının içinde dövüşmeye çalışsa olacağı gibi daha fazla alana ihtiyaç duyduğundan kasılıyordu.

“Kurtlar özgürdür,” dedi Baba Kurt. “Sürü Lideri’nden emir alırlar, herhangi çizgili bir sığır katilinden değil. İn­san yavrusu bizim. Arzu edersek öldürürüz.”

“Arzu edersiniz, etmezsiniz! Bu isteme konuşması da nereden çıktı? Öldürdüğüm boğa adına, burnumu sizin köpek yuvanıza sokup hak ettiğimi almak için bekler mi­yim? Bu konuşan benim, Shere Khan!”

Kaplanın kükremesi mağarayı doldurdu. Anne Kurt, üzerindeki yavrulardan kurtuldu ve ileri atıldı. Gözleri karanlıktaki iki yeşil ay gibi, Shere Khan’ın yanan gözle­riyle buluştu.

“Bu konuşan da benim, Raksha. İnsan yavrusu benim, Lungri. Bana ait! Öldürülmeyecek. Yaşayacak ve Sürü’yle koşacak, Sürü’yle avlanacak ve sonunda seni bulacak kü­çük, çıplak yavruların avcısı, kurbağa yiyen, balık öldü­ren. Seni avlayacak! Şimdi defol. Öldürdüğüm Sambar geyiği adına (Ben açlıktan ölen sığırları yemem), annene gidesin ormanın yanmış hayvanı, bu dünyaya geldiğin­den daha da topal! Git!”

Baba Kurt hayretle baktı. Anne Kurt’u diğer beş kurt­tan adil bir dövüşle kazandığı günleri neredeyse unut­muştu, o zamanlar Sürü’yle koşuyordu ve ona sırf iltifat olsun diye Şeytan denmiyordu. Shere Khan, Baba Kurt’la yüzleşebilirdi ama Anne Kurt’a dayanamazdı, zira bulun­duğu yerde Anne Kurt’un tüm konum avantajına sahip olduğunu ve ölümüne savaşacağını biliyordu. Homur­danarak mağaranın ağzında geriledi ve açıklığa çıktığında bağırdı:

“Her horoz kendi çöplüğünde öter! Sürü’nün bu in­san yavrusu büyütme işine ne diyeceğini göreceğiz. Ey fırça kuyruklu hırsızlar, yavru benim ve sonu benim diş­lerimde olacak!”

Anne Kurt, nefes nefese kendini yavruların arasına attı, Baba Kurt ciddiyetle şöyle dedi:

“Shere Khan bu söylediğinde haklı. Yavru, Sürü’ye gösterilmek zorunda. Onu yine de alacak mısın, Anne?”

“Onu almak mı?” dedi Anne nefesi kesilerek. “Gece­leyin çıplak geldi, yalnızdı ve çok açtı ama yine de kork­muyordu! Bak, benim yavrularımdan birini bir kenara itmiş bile. Hem o topal katil onu öldürüp buradaki köy­lüler intikam isteğiyle bizim yuvalarımızda avlanırken Waingunga’ya kaçacaktı! Onu almak mı? Elbette onu ala­cağım. Bekle, küçük kurbağa. Ya da Mowgli… Sana Kur­bağa Mowgli diyeceğim. Onun seni avladığı gibi Shere Khan’ı avlayacağın zaman gelecek.”

“Ama Sürü ne diyecek?” dedi Baba Kurt.

Orman Kanunu açıkça belirtir ki her kurt evlendiğinde ait olduğu Sürü’den ayrılabilir. Ama yavruları ayakta du­rabildiği anda onları Sürü Konseyi’ne getirmek zorunda­dır. Bu konsey de diğer kurtlar yeni doğanları tanıyabilsin diye genelde ayda bir, dolunayda toplanır. İncelemeden sonra, yavrular istedikleri yere gitmekte özgür olurlar ve ilk geyiklerini öldürmeden Sürü’deki yetişkin bir kurt ta­rafından öldürülmeleri halinde hiçbir bahane kabul edil­mez. Katil bulunursa cezası ölüm olur. Bir dakika düşü­nürseniz, böyle olması gerektiğini anlayacaksınız.

Baba Kurt, yavruları koşmaya başlayana kadar bek­ledi, sonra Sürü Toplantısı’nın olduğu gece yavruları, Mowgli’yi ve Anne Kurt’u Konsey Kayalığı’na götürdü. Burası yüz kurdun saklanabildiği, taş ve kayalarla kaplı bir tepe doruğuydu. Akela, büyük, gri Yalnız Kurt, tüm Sürü’yü güç ve kurnazlıkla yönetiyordu. Kayasına boylu boyunca yatmıştı. Altında tek başına bir geyiğin üstesin­den gelebilecek siyah-beyaz emektarlardan, tek başına bir geyiğin üstesinden gelebileceğine inanan siyah, üç yaşın­daki genç kurtlara, her şekil ve renkte kırk veya daha fazla kurt oturuyordu. Yalnız Kurt, onları bir yıldır yönetiyor­du. Gençliğinde iki kez insanların tuzağına düşmüş, bir kere dövülmüş ve ölüme terk edilmişti; yani insanların örf ve adetlerini biliyordu. Kayalık’ta çok az konuşulu­yordu. Yavrular, anne ve babalarının oturdukları çem­berin ortasında birbirlerinin üzerinde yuvarlanıyorlar­dı. Kıdemli kurtlar sırayla, bir yavrunun yanına sessizce gidip dikkatle arada bir bakıyor, sonra sessiz adımlarla yerlerine dönüyorlardı. Bazen bir anne, yavrusunun gö­rüldüğünden emin olmak için onu ay ışığının altına doğ­ru itiyordu. Akela, her seferinde kayasından bağırıyor­du: “Kanun’u bilirsiniz! Kanun’u bilirsiniz! İyi bakın, ey kurtlar!” Endişeli anneler devam ettiriyordu: “Bakın. İyi bakın, ey kurtlar!”

Zamanı geldiğinde Anne Kurt’un boynundaki tüyler diken diken olmuştu. Sonunda çağırdıklarında Baba Kurt, Kurbağa Mowgli’yi ortaya itti. Çocuk gülerek oturdu ve ay ışığında parlayan çakıl taşlarıyla oynamaya başladı.

Akela başını pençelerinden hiç kaldırmadı ama aynı şekilde bağırdı: “İyi bakın!” Kayalıkların ardından boğuk bir kükreme geldi. Shere Khan bağırdı: “Yavru benim. Onu bana verin. Özgür Halk bir insan yavrusuyla ne ya­pacak?” Akela kulaklarını bile oynatmadı. Tek söylediği şuydu: “İyi bakın, kurtlar! Özgür Halk kendilerinden ol­mayan emirlerle ne yapacak? İyi bakın!”

Kalabalıktan koro halinde derin bir homurtu yüksel­di, dört yaşındaki genç bir kurt Akela’ya Shere Khan’ın sorusunu tekrar sordu: “Özgür Halk bir insan yavrusuy­la ne yapacak?” Orman Kanunu’na göre, eğer bir yavru­nun Sürü’ye kabulü konusunda anlaşmazlık yaşanırsa Sürü’den, annesi ve babası olmayan en az iki kişi onun adına konuşmalıdır.

“Bu yavru için kim konuşacak?” dedi Akela. “Özgür Halk’tan kim konuşacak?” Cevap yoktu. Anne Kurt, işler oraya varırsa diye, son dövüşü olacağını düşündüğü kav­ga için hazırlandı.

Sonra Sürü Konseyi’ndeki diğer tek hayvan olan Ba­loo, kurt yavrularına Orman Kanunu’nu öğreten uykulu kahverengi ayı, sadece yemiş, kök ve bal yediğinden iste­diği yere gidip gelebilen yaşlı Baloo arka ayaklarının üze­rinde yükseldi ve homurdandı.

“İnsan yavrusu… İnsan yavrusu?” dedi. “Ben konuşu­rum insan yavrusu için. İnsan yavrusundan zarar gelmez. Kelimelerle aram iyi değildir ama doğruları söylerim. Bı­rakın Sürü’yle koşsun, o da diğerleriyle birlikte Sürü’ye katılsın. Onu bizzat ben eğiteceğim.”

“Hâlâ birine daha ihtiyacımız var,” dedi Akela. “Baloo konuştu ve o bizim yavrularımızın öğretmeni. Baloo dı­şında kim konuşacak?”

Siyah bir gölge çemberin üzerine düştü. Bu, Siyah Panter Bagheera’ydı, tamamen mürekkep siyahıydı ama belli bir ışıkta hareli ipek gibi panter desenleri görünür­dü. Bagheera’yı herkes tanırdı ve kimse yoluna çıkmayı düşünmezdi çünkü Tabaqui kadar kurnaz, vahşi bir bu­falo kadar cesur ve yaralı bir fil kadar pervasızdı. Ama ağacından damlayan bal kadar yumuşak bir sesi ve hafif tüyden daha yumuşak bir derisi vardı.

“Ey Akela ve siz, Özgür Halk,” diye mırıldadı, “top­lantınıza katılmaya hakkım yok ama Orman Kanunu der ki eğer yeni bir yavruyla ilgili, öldürülmesi üzerine olma­yan, bir şüphe varsa o yavrunun hayatı bir bedel karşılı­ğında satın alınabilir. Ve Kanun, bu bedeli kimin ödeyip kimin ödeyemeyeceğini söylemez. Haksız mıyım?”

“Evet! Evet!” dedi her zaman aç olan genç kurtlar. “Bagheera’yı dinleyin. Yavru bir bedel karşılığında satın alınabilir. Kanun böyle.”

“Burada olmaya hakkımın olmadığını bildiğimden müsaadenizi istiyorum.”

“Konuş,” diye bağırdı yirmi ses birden.

“Çıplak bir yavruyu öldürmek utanç vericidir. Ayrıca büyüdüğünde sizin için yararlı olabilir. Baloo, onun adı­na konuştu. Baloo’nun sözlerine bir boğa ekleyeceğim, hem de şişman bir tane. Yeni öldürüldü ve buradan ancak sekiz kilometre uzakta, tabii insan yavrusunu Kanun’a göre kabul ederseniz. Bu zor mu?”

Bir sürü sesten oluşan bir yaygara koptu: “Ne fark eder? Kış yağmurlarında ölecek. Güneşte yanacak. Çıplak bir kurbağa bize ne zarar verebilir? Bırakın Sürü’yle koş­sun. Boğa nerede, Bagheera? Çocuk kabul edilsin.” Sonra Akela’nın derin uluması duyuldu. Bağırdı: “İyi bakın. İyi bakın, ey kurtlar!”

Mowgli hâlâ çakıl taşlarıyla ilgileniyordu, kurtların te­ker teker gelip ona baktığını fark etmedi. Sonunda herkes ölü boğa için tepeden aşağı indi. Sadece Akela, Bagheera, Baloo ve Mowgli’nin kendi kurtları kalmıştı. Shere Khan hâlâ geceye kükrüyordu, Mowgli ona verilmediği için çok kızgındı.

“Kükre bakalım,” dedi Bagheera bıyıklarının altından, “zira zamanı geldiğinde bu çıplak şey kükremenin tonu­nu değiştirecek ya da ben insanlar hakkında hiçbir şey bil­miyorum.”

“İyi oldu,” dedi Akela. “İnsanlar ve yavruları akıllı olur. Zaman içinde bize yardımcı olabilir.”

“Gerçekten ihtiyaç anında yardımcı olur, zira kimse Sürü’yü sonsuza kadar yönetmeyi ümit edemez,” dedi Bagheera.

Akela hiçbir şey söylemedi. Her sürünün her liderinin yaşadığı o zamanı düşünüyordu; gücünün ondan gide­ceği, gittikçe zayıflayacağı, sonunda kurtlar tarafından öldürüleceği ve sırası gelince öldürülmek üzere yeni bir liderin onun yerini alacağı zamanı.

“Götür onu,” dedi Baba Kurt’a, “ve Özgür Halk’a yakı­şır bir şekilde eğit.”

İşte Mowgli, Seeonee Kurt Sürüsü’ne böyle girdi, be­del olarak bir boğa ve Baloo’nun iyi sözleriyle.

Muhtemelen bundan sonraki on-on bir yılı geçmek­ten ve Mowgli’nin kurtlar arasında geçirdiği mükemmel hayatı sadece tahmin etmekten memnun olursunuz, çünkü yazılsa birçok kitabı doldurur. Yavrularla büyüdü. Gerçi yavrular o çocuk olmadan büyümüştü neredeyse. Baba Kurt ona işini, ormandaki şeylerin anlamını öğretti; çimenlerdeki her bir hışırtıyı, ılık gece havasının her bir nefesini, üstlerindeki baykuşun her bir notasını, bir ağa­ca tüneyen yarasanın geride bıraktığı her bir çiziği, suda zıplayan her bir küçük balığın çıkardığı her bir şapırtıyı. Bunlar ona, bir iş adamı için ofis işleri ne ifade ediyorsa onu ifade ediyordu. Öğrenmediği zamanlarda güneşte oturdu. Uyudu, yedi ve tekrar uyudu. Kirlendiğinde ya da sıcakladığında ormandaki sularda yüzdü. Canı bal iste­diğinde (Baloo, ona bal ve yemiş yemenin de çiğ et yemek kadar zevkli olduğunu söylemişti) bulmak için tırmandı, nasıl tırmanacağını da Bagheera göstermişti. Bagheera bir dala uzanır ve seslenirdi. “Gel, küçük kardeş.” Mowgli başlarda dallara tembel hayvan gibi sarılıyordu ama sonra kendini dalların arasında, neredeyse gri maymunlar kadar cesur bir şekilde savurmaya başladı. Sürü buluştuğunda Konsey Kayalığı’ndaki yerini de aldı ve orada, herhangi bir kurda gözlerini dikip uzun süre bakarsa, kurdun ba­kışlarını kaçırdığını fark etti. Bazen sırf eğlence olsun diye gözlerini dikip bakardı. Diğer zamanlarda arkadaşlarının patilerindeki uzun dikenleri çıkarırdı, zira postlarındaki diken ve kıymıklar kurtların canını çok yakar. Geceleri dağın eteklerine, işlenmiş topraklara iner, kulübelerinde­ki köylüleri merakla izlerdi ama insanlara karşı bir güven­sizliği vardı çünkü Bagheera ona neredeyse içine girdiği, ormana kurnazca gizlenmiş, girince kapanan bir kapısı olan kare kutuyu göstermiş ve bir tuzak olduğunu söyle­mişti. Her şeyden çok Bagheera’yla beraber ormanın ka­ranlık, sıcak kalbine gitmeyi, uyuşuk gün boyunca uyu­mayı ve geceleri Bagheera’nın nasıl avlandığını izlemeyi seviyordu. Bagheera acıktığında istediği gibi öldürüyor­du, Mowgli de. Bir istisnayla. Anlayacak yaşa geldiğinde, Bagheera ona sığırlara asla dokunmaması gerektiğini an­latmıştı, çünkü Sürü’ye bedel olarak bir boğanın hayatı verilerek alınmıştı. “Tüm orman senindir,” dedi Baghee­ra, “ve öldürmeye gücünün yettiği her şeyi öldürebilirsin ama senin hayatını kurtaran boğanın hatırına, yaşlı veya genç hiçbir sığırı asla öldürmemeli ve yememelisin. Bu Orman Kanunu’dur.” Mowgli bu kurala sadakatle uydu.

Böylece, her çocuğun büyümesi gerektiği gibi büyüdü ve güçlendi. Eğitim aldığının farkında değildi ve yiyeceği şeyler dışında düşünecek hiçbir şeyi yoktu.

Anne Kurt, bir-iki kez Shere Khan’ın güvenilecek bir hayvan olmadığını ve bir gün Shere Khan’ı öldürmesi ge­rektiğini söylemişti. Genç bir kurt bu öğüdü saat başı ha­tırlayacak olsa da Mowgli hemen unuttu, çünkü o sadece bir çocuktu. Gerçi herhangi bir insan dilini konuşabilse kendine kurt derdi.

Shere Khan, ormanda sürekli karşısına çıkıyordu. Akela yaşlanıp güç kaybettiğinden, topal kaplan Sürü’de­ki genç kurtlarla çok yakın arkadaş olmuştu, kurtlar onu artıkları için takip ediyordu. Akela otorite sağlamaya ce­saret edebilseydi, böyle bir şeye asla izin vermezdi. Shere Khan, kurtların gururunu okşar, böyle iyi ve genç avcıla­rın ölmek üzere olan bir kurt ve bir insan yavrusu tarafın­dan yönetilmekten memnun olup olmadıklarını sorardı. “Duydum ki,” derdi Shere Khan, “Konsey’de onun göz­lerine bakmaya cesaret edemezmişsiniz.” Böyle söyle­yince genç kurtlar homurdanırdı ve tüyleri diken diken olurdu.

Her yerde gözü ve kulağı olan Bagheera, bu olanları biraz biliyordu ve bir ya da iki kez Mowgli’ye açıkça She­re Khan’ın onu bir gün öldüreceğini söylemişti. Mowgli gülüp cevap verirdi: “Sürü var, sen varsın ve Baloo var. Tembel olsa da hatırım için bir-iki pençe sallayacaktır. Neden korkayım ki?”

Çok sıcak bir günde, duyduğu bir şeyler yüzünden, Bagheera’nın aklına yine bu fikir geldi. Belki de Kirpi İkki’den duymuştu. Mowgli başını Bagheera’nın güzel, siyah derisine yaslamış yatarken, “Küçük kardeş, sana Shere Khan’ın senin düşmanın olduğunu ne kadar söyle­dim?” diye sordu ormanın derinliklerinde.

Doğal olarak saymayı bilmeyen Mowgli, “Şu palmi­yedeki yemişler kadar,” dedi. “Ne olmuş? Uykum var, Bagheera. Hem Shere Khan kuru gürültücü. Tavus kuşu Mao gibi.”

“Ama uyuma zamanı değil. Baloo biliyor, ben biliyo­rum, Sürü biliyor, hatta aptalın aptalı geyikler bile biliyor. Tabaqui sana da söyledi.”

“Ha! Ha!” dedi Mowgli. “Tabaqui gelip çıplak bir insan yavrusu olduğumu ve buraya uygun olmadığımı saygısız bir şekilde söyleyeli çok olmadı. Ama onu kuyruğundan yakaladım ve daha düzgün davranmayı öğrenmesi için iki kere palmiye ağacına çarptım.”

“Bu aptallık olmuş, Tabaqui ara bozuculuk yapsa da seni yakından ilgilendiren şeyler anlatabilirdi. Gözlerini aç, küçük kardeş. Shere Khan seni ormanda öldürmeye cesaret edemez. Ama unutma ki Akela çok yaşlandı. Ya­kında kendi geyiğini öldüremeyeceği gün gelecek ve o zaman lider olamayacak. Sen Konsey’e ilk getirildiğinde orada olan kurtlar artık yaşlandı, genç olanlar da Shere Khan’ın onlara öğrettiğine, insan yavrusunun Sürü’de yeri olmadığına inanıyorlar. Yakın zamanda yetişkin ola­caksın.”

“Ve kardeşleriyle koşmayan bir yetişkin olur mu?” dedi Mowgli. “Ben ormanda doğdum. Orman Kanunu’na uydum ve aramızda pençesinden diken çıkarmadığım bir kurt yoktur. Tabii ki onlar benim kardeşlerim!”

Bagheera bütün vücuduyla gerindi ve gözlerini hafifçe kapattı. “Küçük kardeş,” dedi, “çenemin altına dokun.” Mowgli güçlü, kahverengi elini uzattı ve Bagheera’nın ipeksi çenesinin altında, parlak tüylerle gizlenmiş mu­azzam, hareketli kasların olduğu yerde tüysüz bir nokta buldu.

“Ormanda benim, Bagheera’nın bu izi, tasma izini taşıdığını bilen kimse yok ama ben de insanlar arasında doğdum, küçük kardeş. Annem, kralın Oodeypore’daki sarayının kafeslerinde insanlar arasında öldü. Bu yüzden Konsey’de sen henüz küçük, çıplak bir yavruyken yaşa­man için bedel ödedim. Evet, ben de insanlar arasında doğdum. Ormanı hiç görmemiştim. Beni parmaklık­ların arkasından demir kaplarla beslediler, ta ki bir gece Bagheera olduğumu, panter olduğumu, hiç kimsenin oyuncağı olmadığımı hissedene kadar. O gece aptal kili­di pençemin bir hamlesiyle kırdım ve buraya geldim. Ve insanların yöntemlerini öğrendiğim için ormanda Shere Khan’dan daha korkutucu oldum. Öyle değil mi?”

“Evet,” dedi Mowgli, “ormandaki herkes Bagheera’dan korkar, Mowgli dışındaki herkes.”

“Ah, sen bir insan yavrususun,” dedi Siyah Panter şef­katle. “Ben nasıl ormanıma döndüysem, sen de sonunda insanlar arasına dönmelisin, kardeşin olan insanların ara­sına. Tabii Konsey’de öldürülmezsen.”

“Ama neden… Neden birileri beni öldürmek istesin?”

“Bana bak,” dedi Bagheera. Mowgli kıpırdamadan onun gözlerine baktı. Koca panter yarım dakika sonra ba­şını çevirdi.

“İşte bu yüzden,” dedi pençesini yapraklarda gezdi­rirken. “Ben bile gözlerine bakamıyorum ve ben insanlar arasında doğdum ve seni seviyorum, küçük kardeş. Di­ğerleri senden nefret ediyor, çünkü gözleri seninkilere bakamıyor, çünkü sen bilgesin, çünkü pençelerinden di­ken çıkardın, çünkü sen bir insansın.”

“Bunları bilmiyordum,” dedi Mowgli birden. Kalın, kara kaşlarını çatıp surat astı.

“Orman Kanunu ne? Önce saldır, sonra konuş. Dik­katsizliğin yüzünden insan olduğunu biliyorlar. Akıllı ol. Şunu kalpten biliyorum ki Akela bir dahaki avını ka­çırdığında, her avda geyiği yakalamakta daha da zorlanı­yor, Sürü onu karşısına alacak, seni de. Kayalık’ta Orman Konseyi’ni toplayacaklar, sonra… Sonra… Buldum!” dedi Bagheera yerinden fırlayarak. “Hemen vadideki insanla­rın kulübelerine in ve büyüttükleri Kırmızı Çiçek’ten bi­raz al, böylece zamanı geldiğinde benden, Baloo’dan ve Sürü’de seni sevenlerden daha güçlü bir arkadaşın olur. Kırmızı Çiçek’i al.”

Kırmızı Çiçek derken ateşi kastediyordu ama orman­daki hiçbir yaratık ateşi asıl ismiyle anmaz. Her hayvan ondan ölesiye korkar ve tarif etmek için yüz ayrı yol bu­lur.

“Kırmızı Çiçek mi?” dedi Mowgli. “Alacakaranlıkta kulübelerinin önünde büyüyen. Biraz alacağım.”

“İşte şimdi insan yavrusu konuştu,” dedi Bagheera gururla. “Unutma, küçük kaplarda oluyorlar. Hızlıca bi­rini al ve ihtiyaç ânı için yanında taşı.”

“Tamam!” dedi Mowgli. “Gidiyorum. Ama emin mi­sin, ey Bagheera?” Kolunu panterin muhteşem boynuna dolayıp koca gözlerine derin derin baktı. “Tüm bunları Shere Khan’ın yapacağına emin misin?”

“Beni özgür bırakan kırılmış kilit adına, eminim kü­çük kardeş.”

“O zaman, hayatımı kurtaran boğa adına, Shere Khan’a karşılık vereceğim, belki biraz fazlasıyla,” dedi Mowgli ve sıçrayarak uzaklaştı.

“İşte bu bir insan. Bu tam bir insan,” dedi Bagheera kendi kendine, tekrar yatarken. “Ey Shere Khan, on yıl önce yaptığın kurbağa avından daha rezil bir av yok!”

Mowgli ormanda uzaklara gitmiş, tüm gücüyle koş­muştu. Kalbi içinde yanıyordu. Akşam sisi yükselirken mağaraya geldi. Nefes nefeseydi. Aşağıdaki vadiye baktı. Yavrular dışarıdaydı, mağaranın arka tarafındaki Anne Kurt, nefes alıp verişinden küçük kurbağasını sıkan bir şeyler olduğunu anlamıştı.

“Ne oldu, oğlum?” dedi Anne Kurt.

“Shere Khan hakkında biraz gevezelik,” diye seslendi Mowgli. “Bu gece sürülmüş tarlalarda avlanacağım,” dedi ve çalılıkların arasından aşağı, vadinin dibindeki nehre doğru atıldı. Orada durdu, çünkü Sürü’nün avlanma bağ­rışmalarını duymuştu. Av olan Sambar geyiğinin böğür­mesini ve daha fazla kaçamayacağını anlayıp dövüşmek için durduğunda çıkardığı homurtuyu duymuştu. Sonra genç kurtların kötücül, acı ulumaları geldi: “Akela! Akela! Yalnız Kurt gücünü göstersin. Sürü’nün liderine yol açın! Atıl, Akela!”

Yalnız Kurt atılıp avı tutamamış olmalıydı, çünkü Mowgli havada kapanan dişleri ve Sambar geyiği onu ön ayaklarıyla devirince çıkan acı havlamayı duymuştu.

Daha fazlası için beklemedi, hızla koşmaya devam etti; köylülerin yaşadığı ekili araziye ilerlerken sesler ar­kasında azaldı.

Bir kulübenin pencere kenarındaki sığır yemliğine so­kulurken, “Bagheera doğru söylemiş,” dedi hızla soluya­rak. “Yarın Akela ve benim için aynı gün.”

Sonra yüzünü pencereye yasladı ve ocaktaki ateşi iz­ledi. Çiftçinin karısının kalkıp karanlıkta siyah parçalar­la ateşi beslediğini gördü. Sonra sabah oldu. Sis beyaz ve soğuktu. Bir insan çocuğunun, içi toprak kaplı hasır bir kap aldığını, kabı sıcak, kırmızı kömürle doldurduğunu, bunu örtündüğü battaniyenin altına koyduğunu ve ahır­daki ineklerle ilgilenmek için dışarı çıktığını gördü.

“Hepsi bu kadar mı?” dedi Mowgli. “Eğer bir yavru yapabiliyorsa, korkulacak bir şey yok demektir.” Köşeyi dönüp çocuğu buldu. Kabı elinden aldı ve çocuk korkuyla feryat ederken sisin içinde kayboldu.

“Bana çok benziyorlar,” dedi Mowgli, kadın yaparken gördüğü gibi kaba üfleyerek. “Bu şey yiyecek bir şeyler vermezsem ölecek,” dedi ve kırmızı şeyin üzerine dallar ve kurumuş ağaç kabukları attı. Tepeye çıkarken yarı yol­da Bagheera’yla karşılaştı. Sabah çiyi kürkünde ay taşları gibi parlıyordu.

“Akela avı kaçırdı,” dedi panter. “Onu dün gece öldü­rürlerdi ama sana da ihtiyaçları vardı. Tepede seni arıyor­lardı.”

“Sürülmüş topraklardaydım. Hazırım. Bak!” Mowgli ateş kabını gösterdi.

“İyi! Şimdi, insanların bu şeye kuru dallar attıklarını görmüştüm. Kırmızı Çiçek öyle yapınca büyüyor. Kork­muyor musun?”

“Hayır. Neden korkayım ki? Şimdi hatırlıyorum. Eğer rüya değilse, kurt olmadan önce Kırmızı Çiçek’in yanında yatardım, ılık ve keyifli olurdu.”

Mowgli, o gün boyunca mağarada oturup ateş kabıyla ilgilendi, kuru dalları içine daldırıp nasıl göründüklerini izledi. Hoşuna giden bir dal buldu. Akşam Tabaqui mağa­raya gelip yeterince kaba bir şekilde Konsey Kayalığı’nda beklendiğini söylediğinde, Tabaqui kaçana kadar güldü. Sonra Mowgli Konsey’e gitti, hâlâ gülüyordu.

Akela, Yalnız Kurt, kayasının yanında yatıyordu. Bu Sürü liderliğinin açık olduğunu gösteren bir işaretti.

Shere Khan, artıklarını yiyen takipçi kurtlarıyla, açık­ça gururlanmış şekilde ileri geri yürüyordu. Bagheera, Mowgli’nin yakınına yerleşmişti ve ateş kabı Mowgli’nin dizlerinin arasındaydı. Hepsi toplandığında Shere Khan konuştu. Bu, Akela baştayken yapmaya asla cesaret ede­meyeceği bir şeydi.

“Buna hakkı yok,” diye fısıldadı Bagheera. “Bunu söy­le. O bir köpek yavrusudur. Korkar.”

Mowgli ayağa fırladı. “Özgür Halk,” diye bağırdı, “Sürü’yü Shere Khan mı yönetiyor? Bir kaplanın bizim liderliğimizle ne işi olur?”

“Liderliğin açık olduğunu gördüğümden ve konuş­mam istendiğinden…” diye başladı Shere Khan.

“Kim tarafından?” dedi Mowgli. “Biz çakal mıyız ki bu sığır katiline yaltaklanalım? Sürü’nün liderliği sadece Sürü’yü ilgilendirir.”

Bağrışmalar oldu: “Sessiz ol, seni insan yavrusu!” “Bırakın konuşsun. Kanun’a uydu.” Sonunda Sürü’nün kıdemlileri gürlediler: “Ölü Kurt konuşsun.” Sürü’nün lideri avını kaçırdıktan sonra yaşadığı süre boyunca ki bu süre çok uzun olmaz, Ölü Kurt olarak çağırılır.

Akela yaşlı başını yorgun bir şekilde kaldırdı:

“Özgür Halk ve sizler de, Shere Khan’ın çakalları, sizi on iki dönemdir ava gidip gelirken yönettim. Tüm bu süre boyunca kimse ne tuzağa düştü ne de sakatlandı. Şimdi avımı kaçırdım. Kumpasın nasıl kurulduğunu bi­liyorsunuz. Zayıflığım ortaya çıksın diye genç bir geyiğin karşısına nasıl getirildiğimi biliyorsunuz. Zekice uygu­landı. Beni şimdi burada, Konsey Kayalığı’nda öldürmek hakkınızdır. Bu yüzden soruyorum, Yalnız Kurt’un so­nunu getirmek için kim geliyor? Zira Orman Kanunu’na göre teker teker gelmeniz hakkımdır.”

Uzun bir sessizlik oldu, hiçbir kurt Akela’yla ölümüne dövüşmekle ilgilenmiyordu. Sonra Shere Khan kükredi: “Peh! Bu dişsiz aptalla ne işimiz var? O ölüme mahkûm! Fazla yaşayan, bu insan yavrusu. Özgür Halk, en başında o benim hakkımdı. Onu bana verin. Bu insan-kurt çılgın­lığından bıktım. On dönemdir ormana bela oluyor. İnsan yavrusunu bana verin, yoksa hep burada avlanacağım ve size tek bir kemik bile vermeyeceğim. O bir insan, bir insanın çocuğu ve ondan iliklerime kadar nefret ediyo­rum!”

Sonra Sürü’nün yarısından çoğu bağırdı: “Bir insan! Bir insan! Bir insanın bizimle işi ne? Ait olduğu yere git­sin.”

“Gitsin de tüm köylüleri bize düşman mı etsin?” diye haykırdı Shere Khan. “Hayır, onu bana verin. O bir insan ve hiçbirimiz onun gözlerine bakamıyoruz.”

Akela başını tekrar kaldırdı ve “Yemeğimizden yedi. Bizimle uyudu. Bizim için av sürdü. Orman Kanunu’nun hiçbir kuralına karşı gelmedi,” dedi.

“Ayrıca kabul edilmesi için bedel olarak bir boğa ver­miştim. Boğanın değeri az olabilir ama Bagheera’nın onuru, uğruna dövüşebileceği bir şeydir,” dedi Bagheera en kibar sesiyle.

“On yıl önce verilen bir boğa!” diye söylendi Sürü. “On yıllık kemikler neden umurumuzda olsun?”

“Verdiğiniz söz neden umurunuzda olsun?” dedi Bagheera, beyaz dişleri dudaklarının altında görünüyor­du. “Size Özgür Halk mı denir?”

“Hiçbir insan yavrusu orman halkıyla koşamaz,” diye uludu Shere Khan. “Onu bana verin!”

“O kanı dışında her şeyiyle bizim kardeşimiz,” diye devam etti Akela, “ ve siz onu öldürmeyi mi düşünü­yorsunuz? Doğrusu ben gerçekten de fazla yaşadım. Ba­zılarınız sığır yer, bazılarınız da duyduğuma göre, Shere Khan’ın öğretisi altında, gece karanlığında gidip köylüle­rin kapısının önünden çocuklarını çalar. Bu yüzden kor­kak olduğunuzu bilirim, lafım da korkaklaradır. Benim ölmem gerektiği kesin ve hayatımın bir değeri yok, ol­saydı insan yavrusunun yerine sunardım. Ama Sürü’nün onuru için, lidersiz olunca unuttuğunuz küçük bir me­sele, insan yavrusunun ait olduğu yere gitmesine izin verirseniz, ölüm zamanım geldiğinde size hiçbir şekilde karşı koymam. Dövüşmeden ölürüm. Bu da Sürü’den en az üç can kurtarır. Daha fazlasını yapamam ama kabul ederseniz, sizi hiçbir yanlış yapmayan bir kardeşi, Or­man Kanunu’na göre adına konuşulup bedeli ödenerek Sürü’ye alınmış bir kardeşi öldürmenin utancından kur­tarabilirim.”

“O bir insan. Bir insan! Bir insan!” diye hırladı Sürü. Kurtların çoğu, kuyruğu hareket etmeye başlayan Shere Khan’ın etrafında toplanıyordu.

“Şimdi bu iş senin elinde,” dedi Bagheera, Mowgli’ye. “Dövüşmekten başka bir şey yapamayız.”

Mowgli elinde ateş kabıyla ayağa kalktı. Sonra kolla­rını gerdi ve Konsey’in karşısında esnedi; aslında öfke ve üzüntüden tepesi atmıştı, çünkü kurtlar, kurt gibi dav­ranıp ondan nasıl nefret ettiklerini daha önce hiç anlat­mamıştı. “Dinleyin!” diye bağırdı. “Bu köpek muhabbe­tine gerek yok. Bu gece birçok kez bana insan olduğumu söylediniz ki aslında ömrümün sonuna kadar sizinle kurt olurdum, söylediklerinizin doğru olduğuna inanıyorum. Bu yüzden size artık kardeşlerim demiyorum, bir insa­nın diyeceği gibi it, köpek diyorum. Ne yapacağınız ve ne yapmayacağınız sizin vereceğiniz bir karar değil. Benim vereceğim bir karar. Meseleyi daha açık görebilmemiz için ben, insan, yanımda siz köpeklerin çok korktuğu Kır­mızı Çiçek’i getirdim.”

Ateş kabını yere fırlatınca kırmızı kömür parçalarıyla tutuşan bir öbek kurumuş yosun alev aldı. Tüm Konsey sıçrayan alevden kaçmak için korkuyla geriye çekildi.

Mowgli, ölü dalı tutuşup çatırdayana kadar ateşe tuttu ve korkuyla sinmiş kurtların arasında başının üzerinde döndürdü.

“Efendi sensin,” dedi Bagheera alçak sesle. “Akela’yı ölümden kurtar. Her zaman arkadaşın olmuştur.”

Akela, hayatı boyunca hiç merhamet istemeyen amansız yaşlı kurt, Mowgli’ye acıklı bir şekilde baktı. Ço­cuk tamamen çıplak bir şekilde ayağa kalktı. Uzun, siyah saçları alev almış dalın ışığında omuzlarında sallanıyor, gölgeleri zıplatıp titretiyordu.

“İyi!” dedi Mowgli, yavaşça etrafına bakarak. “Görü­yorum ki köpeksiniz. Sizden kendi halkıma giderim, eğer benim halkım olurlarsa. Orman bana kapandı, sizin ko­nuşmanızı ve arkadaşlığınızı unutmalıyım. Ama sizden daha merhametli olacağım. Çünkü kanım dışında her şe­yimle kardeşinizdim. Söz veriyorum, insanların arasına katıldığımda sizlere, sizin bana ihanet ettiğiniz gibi iha­net etmeyeceğim.” Ateşi ayağıyla tekmeledi, kıvılcımlar uçuştu. “Sürü’den hiçbirimizin arasında kavga olmasın. Ama gitmeden önce ödemem gereken bir borç var.” She­re Khan’ın aptalca göz kırparak alevleri izlediği yere iler­ledi, onu çenesindeki tüylerden yakaladı. Bagheera bir terslik olabileceğini düşünerek peşinden gitti. “Ayağa kalk, köpek!” diye bağırdı Mowgli. “Bir insan söylediğin­de ayağa kalk, yoksa postunu ateşe veririm!”

Shere Khan kulaklarını kafasına yatırdı ve gözlerini kapattı, çünkü yanan dal çok yakınındaydı.

“Bu sığır katili, yavruyken beni öldüremediği için Konsey’de beni öldüreceğini söyledi. Bu ve bu yüzden, insan olduğumuzda köpekleri dövmeli miyiz? Bir tü­yünü oynat, Lungri ve Kırmızı Çiçek’i boğazından aşağı sokayım!” Dalla Shere Khan’ın kafasına vurdu, kaplan korkudan gelen acıyla inleyip sızlandı.

“Peh! Yanmış orman kedisi, git şimdi! Ama unut­ma, Konsey Kayalığı’na bir dahaki gelişimde, bir insanın gelmesi gerektiği gibi, başımın üzerinde Shere Khan’ın postu olacak. Geri kalanlar, Akela istediği gibi özgürce yaşayacak. Onu öldürmeyeceksiniz, çünkü bunu istemi­yorum. Kovduğum köpekler değil de önemli birileriymiş gibi dillerinizi sarkıtıp burada daha fazla oturmanızı da is­temiyorum! Gidin!” Ateş dalın ucunda hiddetle yanıyor­du. Mowgli çemberin çevresinde sağa sola vurdu, kurtlar kürklerini yakan kıvılcımlarla uluyarak kaçıştılar. Sonun­da geriye sadece Akela, Bagheera ve Mowgli’nin tarafını tutan belki on kurt kaldı. Sonra bir şey Mowgli’yi, haya­tında daha önce hiç canı acımamış gibi içeriden acıtmaya başladı. Soluklandı, hıçkırdı ve gözyaşları yüzünden aktı.

“Bu ne? Bu ne?” dedi. “Ormanı terk etmek istemiyo­rum ve bunun ne olduğunu bilmiyorum. Ölüyor mu­yum, Bagheera?”

“Hayır, küçük kardeş. Bunlar sadece insanların döke­bildiği yaşlar. Şimdi senin artık bir insan yavrusu olmadı­ğını, bir insan olduğunu biliyorum. Orman bundan böyle sana gerçekten kapalı. Bırak düşsünler, Mowgli. Onlar sa­dece gözyaşı.” Böylece Mowgli oturdu ve kalbi parçala­nırcasına ağladı. Daha önce hiç ağlamamıştı.

“Şimdi,” dedi, “insanlara gideceğim. Ama önce an­nemle vedalaşmalıyım.” Annesinin Baba Kurt’la yaşadı­ğı mağaraya gitti, dört yavru sefil bir halde ulurken onun postunda ağladı.

“Beni unutmazsınız, değil mi?” dedi Mowgli.

“İz sürebildiğimiz sürece asla,” dedi yavrular. “Bir in­san olduğunda tepenin eteklerine gel, konuşuruz. Biz de geceleri seninle oynamak için ekili araziye geliriz.”

“En yakın zamanda gel!” dedi Baba Kurt. “Ey, bilge küçük kurbağa, en yakın zamanda yine gel, zira annen ve ben yaşlanacağız.”

“En yakın zamanda gel,” dedi Anne Kurt, “küçük, çıp­lak oğlum benim. Dinle, insan çocuğu, seni yavrularımı sevdiğimden daha çok sevdim.”

“Kesinlikle geleceğim,” dedi Mowgli. “Shere Khan’ın postunu Konsey Kayalığı’na sermek için geleceğim. Beni unutmayın! Ormandakilere söyleyin, beni asla unutma­sınlar!”

Mowgli tek başına tepenin eteklerine indiğinde şafak yeni söküyordu, o insan denen gizemli yaratıklarla tanı­şacaktı.

(…)

Çevirmen: Gökçe Yavaş
*Bu okuma parçasının yayını için İthaki Yayınları’na teşekkür ederiz.

--

--